3. Bölüm

Aim for the moon. If you miss, you may hit a star.

(Ay’ı hedefleyin. Hedefi tutturamasanız bile, bir yıldızı vurabilirsiniz.)

W. Clement Stone


Ayça karşısındaki genç adama hayretle bakıyordu: “Prenses olmak ister misiniz?” Bu sözlerin Korece’de bilmediği değişik bir anlamı vardı galiba. Yoksa Ayça kimdi, prenses olmak kim?

Hae In’se kendini toparlamıştı. Yüzüne gülümsemesini takındı, hiçbir şey olmamış gibi az ilerideki çiftin yanına yaklaştı.

“Ooo, bakıyorum da kaçak hastamız gelmiş!” dedi neşeli bir sesle. “Pansumana geldiniz, değil mi?”

Han Seul derhal Ayça’nın elini bıraktı. Yüzüne sıkıntılı bir anlam düşmüştü. Bu konuyu uluorta konuşmak istemiyordu; sonuçta gizli kalması gereken bir durumdu bu. O yüzden hemen:

“Evet pansumana gelmiştim,” dedikten sonra Ayça’ya döndü: “Beni biraz bekler misiniz? Sizinle konuşmam gereken mühim bir mesele var…”

Ayça şaşkınlıkla “tamam” diye mırıldanırken Hae In Han Seul’ün koluna girip onu çeke çeke muayene odalarından birine almıştı. Dolaptan batikon ve gazlı bez çıkarırken genç adamı yan yan süzmeden edemedi.

“Bu arada başınız nasıl oldu? Herhangi bir sıkıntıyla karşılaşmadınız, öyle değil mi?”

“Hayır, gayet iyiyim,” dedi Han Seul, “İlginiz için çok teşekkür ederim…”

“Bunu duyduğuma sevindim,” dedi Hae In. Sonra bir an tereddüt ettikten sonra ekledi: “Yalnız… Az önce Ayça’ya söylediklerinizi duydum…”

Han Seul endişeyle başını kaldırıp ona baktı. Hae In de merakla onu süzüyordu:

“Ayça’ya prenses olmak ister misin derken ne demek istediniz?” dedi doğrudan.

Han Seul kaşlarını çattı. Hay aksi, bu genç doktora yakalanması hiç iyi olmamıştı. Fakat az önce Ayça’nın Prenses’e olan benzerliği onu o kadar heyecanlandırmıştı ki, bir an düşüncesizce davranıp nerde olduğunu unutarak lafa dalmıştı! Hay şu kopasıca dili!

“Bu… bu resmi bir mesele,” dedi sonra ciddi bir sesle. “Yani devlet işi…”

Hae In birden rahatlayıverdi. Demek kişisel bir şey değildi, yani Han Seul Ayça’yı kendi prensesi falan yapmaya çalışmıyordu, oh çok şükür! Hae In birdenbire sevinçle gülümsedi. Sonra hayretle durdu, dudaklarını ısırdı: Daha bir sefer gördüğü, hiç tanımadığı bu adamı kıskanmış mıydı?!

Han Seul’ün pansumanını yaparken karışık duygular içerisindeydi genç kız. Onun birdenbire sessizleşiverdiğini gören Han Seul de doktorun ne düşündüğünü merak ederek ona bakıyordu. Sonra:

“Eğer sizi kırdıysam özür dilerim,” diye söze başladı, “Bakın, eğer gerçekten açıklayabileceğim bir şey olsa size de anlatmaktan çekinmezdim. Fakat gizli kalması gerekiyor… O yüzden siz de az önceki sözleri unutabilirseniz çok müteşekkir olurum.”

Hae In çabucak gülümsedi:

“Sorun değil, asıl siz kusura bakmayın…” Sonra sevimlice güldü: “Az önceki sözlere gelince… biz neden bahsediyoruz??”

Han Seul de güldü. Doktor kızı takdirle süzdü. Anlaşılan o ki çok anlayışlı ve canayakın bir genç kızdı karşısındaki. Sonra aklı, koridorda bekleyen Ayça’ya kaydı. İnşallah kız bir yerlere kaybolmamıştır diye geçirdi içinden; o prensesin dublörü olmak için elindeki en iyi adaydı!

Sonra merakına yenildi:

“Az önceki genç bayan, benim hayatımı kurtaran genç kız değil mi?” diye sordu, “Artık burada çalışmaya başlayacağını söyledi, doğru mu?”

Hae In’in yüzü düştü. Üzüntüyle:

“Evet, öyle olmasını umuyorduk,” diye konuştu, “Fakat maalesef başhekimimizi ikna edemedim… Kendisi çalışma izni olmayan bir yabancıyı burada çalıştırmak istemiyor…”

“Evet, bu çok takdir edilesi bir durum,” dedi Han Seul onaylayarak. Hae In ona hayretle baktı. Sonra biraz alaycı, biraz öfkeli bir biçimde:

“Yoksa sizde bir miktar zenofobi (yabancı düşmanlığı) mi seziyorum?” diye sordu.

Han Seul bir kahkaha attı. Hemen savunmaya geçti:

“Durun durun, beni yanlış anladınız! Ben sadece kanunlara uygunluk bakımından konuşmuştum! Ayrıca tek sorun buysa, yani genç hanımın çalışma izni olmaması ise, bunu halletmek hiç de zor değil: İsterseniz ben bu işi bir günde halledebilirim!”

Hae In’in birden gözleri ışıldadı: “Sahi mi! Aman Tanrım, bu muhteşem olur!”

“Tamam o halde, meraklanmayın, ben halledeceğim,” dedi Han Seul yine gülümseyerek. Sonra pansumanı bitmiş olan koluna şöyle bir baktı, gömleğinin kıvrılmış kolunu açmaya başlarken:

“Sizin bana bu kadar iyliğiniz dokunmuşken benim de siz iki güzel bayana birazcık faydam dokunsa çok mu?” deyip göz kırptı! Hae In, yanaklarına yeniden kanın hücum ettiğini hissetti: “Oha, çok yakışıklı!!!”

Sonra utanarak arkasını döndü, kızaran yüzünü saklamaya çalışırken:

“Ehem… Ben… teşekkür ederim,” diye mırıldandı. “Eğer böyle bir şey yapabilirseniz çok makbule geçer… Ayrıca Ayça adına da çok teşekkür ederim…”

“Bir şey değil,” dedi Han Seul ve genç doktora eğlenerek bir bakış attı: Bu kız kendisinden hoşlanmış mıydı, ne?

“O halde müsaadenizle ben şimdi çıkıp arkadaşınızla az önceki devlet meselesini konuşmak istiyorum,” dedi Han Seul. “Bunu yapabilirim, değil mi?”

“El-elbette!” dedi Hae In. “Lütfen rahatınıza bakın. Ah, bir de kolunuzu fazla zorlamayın ve birkaç gün içinde yeniden kliniğimize gelin. Dikişleri alma zamanı gelecek…”

“Gelirim tabii, sizin gibi güzel bir bayanın elinde tedavi edilmek benim için büyük bir zevk,” dedi Han Seul ve ona tatlılıkla gülümsedi: “İyi günler doktor hanım!”

Hae In’in dudaklarından şaşkın bir “iyi günler…” lafı dökülürken genç kız kıpkırmızı olmuştu bile. Han Seul’ün çıkışından sonra destek almak ister gibi malzeme dolabına dayandı ve derin derin soluklandı: Bu da neydi böyle?? Elini kalbine götürdü: kalbi küçük bir kuş gibi pırpır ediyordu!

Han Seul ise odadan çıkarken kendi kendine sırıtıyordu. Güzel bir kızla flört etmeyeli uzun zaman olmuştu. Genç adam: “Ee, bayrağı artık bizim çapkın ufaklığa devrettik,” diye sırıttı. Yine de arada bir böyle ufak heyecanlar güzel oluyordu canım; insanın hayatına renk katıyordu!

Redd – Meleksin Güzel

Ayça gerçekten de koridorda oturmuş bekliyordu. Onu görünce yerinden kalktı ve gözlerini merakla genç adamın yüzüne dikti. Han Seul:

“Tekrar merhaba,” dedi. “Sizinle önemli bir mevzuyu konuşmak istiyorum… Fakat burada olmaz. Rahat rahat konuşabileceğimiz bir yere gitmemiz lâzım…”

Ayça tamam diyecekti ki, Hae In’in kendisiyle konuşmak için beklediğini anımsadı. “Ben arkadaşıma haber vereyim…” diye söze başladığı anda Han Seul sözünü kesti:

“Gerek yok! Ben onunla konuştum zaten… Sizin, biz konuştuktan sonra dönmenizde bir sakınca olmadığını söyledi… Haydi, gidelim mi?”

Ayça şaşkın şaşkın başını salladı. Bu hiç tanımadığı adamla görüşmeyi kabul etmişti etmesine ama neler olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. “Bindik bir alamete…” diye geçirdi içinden.

Az sonra, genç kız ve genç adam yakınlarda bir cafe’de oturmuş, limonatalarını yudumluyorlardı. Han Seul dikkatlice Ayça’yı süzüyordu. Ayça bu ısrarlı bakışlardan biraz rahatsız olmaya başlamıştı; neler dönüyordu böyle?

Sonra Han Seul:

“Size bazı şeyler sormam lâzım,” dedi. “Öncelikle, nerelisiniz?”

“Türkiye’den geliyorum,” dedi Ayça. Han Seul’ün gözleri sevinç ve şaşkınlıkla irileşti:

“Oooo, Türkiye! Geçen yıl Türkiye’den gelen bir grup ağırlamıştık… Bize rakı hediye etmişlerdi, çok ilginç bir tadı vardı…” Han Seul kendini kaptırıp anlatmaya devam edecekti ki, birden bu kızla iş için konuşuyor olduğunu anımsadı. Kendini işine dönmeye zorladı.

Yine de, herhangi bir Avrupa veya Amerika ülkesinden olmasındansa, genç kızın Türkiye’den olduğuna içten içe sevinmişti. Türkler’i severdi. Ayrıca cesur olduklarına dair pozitif bir önyargı vardı içinde.

“İngilizce biliyor musunuz peki?”

“Evet, biliyorum,” dedi Ayça şaşkınca, bunun konuyla ne ilgisi olduğunu çözmeye çalışarak.

“Hangi seviyede?”

“Oldukça iyi bilirim.”

“Güzel… Ayrıca sanırım Korece’niz de gayet iyi…”

“Evet, öyledir.”

“Harika…”

Ayça ona tuhaf tuhaf baktı: Neydi bu, genç adam kendisiyle mülakat mı yapıyordu? “Yoksa başhekim böyle bir şey mi şart koştu?” diye düşündü merakla. Ama basit bir mahalle kliniği için buna gerek var mıydı?

“Peki ya etiket? Bu konuda hiç eğitim aldınız mı?”

“Pardon?” dedi Ayça şaşkınlıkla. “Etiket… derken?”

“Yani adab-ı muaşaret, görgü kuralları, özellikle de yüksek sosyeteye has kurallar…” Fakat Ayça’nın bön bön baktığını görünce içini çekti: “Ehem… Şeyy, bu çok da önemli değil… Size kısa bir kurs vereceğiz zaten…”

Ayça ise artık iyice kaybolmuştu. “Allah Allah?? Kore’de doktorluk yapmak için bile görgü kuralları eğitimi mi gerekiyor anasını satiyim?? Yok artık!” diye geçiriyordu içinden. En sonunda dayanamadı:

“Beyefendi, bana lütfen her şeyi en baştan bir anlatır mısınız??” diye sordu. “Biz burda tam olarak neden bahsediyoruz?”

Han Seul gülümsedi. Sonra cebinden telefonunu çıkardı, Prenses Josephine’in resmini gösterdi:

“Bu bayanı tanıyor musunuz?”

Ayça merakla resmen baktı. Sonra başını iki yana salladı: “Hayır…”

“Kendisi Danimarka Prensesi’dir, Prenses Josephine,” dedi Han Seul. “Birkaç günlüğüne ülkemizi ziyarete geldi. Fakat bazı sebeplerden dolayı kamuoyunun karşısına çıkmamasına karar verildi. O temaslarını gizlice sürdürürken medyaya görüntü verecek bir dublörünü bulmamız gerekiyor…”

Birden Ayça’da jeton düştü: “Haaa…. Yani… Siz benim… prensesin dublörü olmamı istiyorsunuz!”

“Aynen öyle!” diye onayladı genç adam. “Sizin Prenses’in fiziğine benzer bir fiziğiniz var. Sarı bir peruk ve biraz makyajla ona son derece benzeyeceğinize hiç şüphe yok! Sizden çok rica ediyorum: Lütfen teklifimi geri çevirmeyin. Bu iş sadece üç gün sürecek… Ayrıca karşılığının son derece cömertçe ödeneceği konusunda size garanti veriyorum.”

Ayça hayretle onu süzdü. Genç adamın şaka yapar gibi bir hali yoktu; son derece ciddi görünüyordu. Ayrıca karşılığının ödenecek olması, Ayça’nın paraya şiddetle ihtiyacı olduğu şu dönemde çok cazip bir teklifti!

Yine de aklına gelen şüpheleri sormadan edemezdi:

“Fakat prensesin bir dublöre ihtiyacının olması… bana biraz şüpheli görünüyor,” dedi bir kaşını hafifçe kaldırarak: “Sanırım işin içinde bazı tehlikeli durumlar var… Yoksa, yanılıyor muyum?”

Han Seul gülümsedi. Karşısındaki genç kız kesinlikle aptal biri değildi. Böyle olmaması çok daha iyi diye geçirdi içinden. Ve kıza karşı dürüst olmaya karar verdi:

“Yanılmıyorsunuz… Gerçekten de bazı tehlikeler var…” dedi açık yüreklilikle. Sonra, karşısındaki kıza doğru eğildi:

“Bazı radikal gruplar, kamuoyunun dikkatini çekmek için prensesi kaçırmayı planlıyorlar!”

Sonra Ayça’nın irileşen gözlerini görüp derhal ekledi:

“Korkmayın! Böyle bir şeye asla müsaade edecek değiliz: İster prenses olsun, isterse dublörü; eşlik ettiğimiz bayanın güvenliğini sağlamak için ne gerekiyorsa yapacağız! Ben bizzat garanti veriyorum:  Eğer teklifi kabul edip prensesin dublörü olursanız, yirmi dört saat boyunca sizin hemen yanıbaşınızda olacağım. En ufak bir şüphede derhal ben ve adamlarım sizi ortamdan uzaklaştıracak… Sadece, bir milyonda bir ihtimalle de olsa kaçırma planı gerçeğe dönüşürse asıl prensesin derhal TV’ye çıkıp demeç vermesini sağlayacağız. Böylece yanlış kişiyi kaçırdıklarını anlayan teröristler sizi büyük ihtimalle hemen serbest bırakacaklar…”

“Ama öldürme ihtimalleri de var, öyle değil mi?” dedi Ayça alaycı bir gülümsemeyle. Han Seul bir an itiraz edecek gibi oldu, ama sonra yenilmiş gibi gülümsedi:

“Eh… Bir milyonda bir çarpı yüzde bir ihtimalle böyle bir şey de olabilir tabii…” Ama hemen sonra ekledi: “Fakat emin olun ki size önereceğimiz bedel, bu riski kat kat karşılayacak bir miktar: Üç günlük çalışmanız için tam yirmi milyon won öneriyoruz!”

“Ee… ben kurları tam olarak bilmiyorum,” dedi Ayça. “Dolar olarak kaça denk geliyor bu?”

“Yaklaşık on sekiz bin dolar…”

“ONSEKİZ BİN Mİİİİ???!!!” Ayça bağırarak yerinden fırlamıştı! Sonra, cafedeki tüm başların ona doğru döndüğünü görünce utanarak yerine oturdu. Han Seul ise onun bu haline gülüyordu:

“Bu “evet” mi demek oluyor??”

Ayça fena halde utanmıştı, boğazını temizleyip ciddi bir ses tonuyla:

“Ehe, öhöö… Hıımmm, olabilir,” dedi. “Teklifinizi düşüneceğim… Fakat bu arada, dediğim gibi bugün karşılaştığımız klinikte de işe başlama ihtimalim var…”

Han Seul hafifçe kaşlarını çattı:

“Sanırım doktor arkadaşınızla henüz konuşma fırsatınız olmadı: Kendisi bana başhekimin bu konuda pürüz çıkardığını söyledi…”

Ayça’nın birden gözleri hayalkırıklığı ile irileşti: “Yaa…”

“Fakat korkmayın: Başhekimin çekinceleri sizin çalışma izniniz olmamasından kaynaklanıyor… Ve ben, bu işi kolaylıkla halledebilirim!”

Ayça şaşkınlıkla ona bakarken de gülerek ekledi: “Yanlış anlamayın: Size şantaj falan yapıyor değilim. Yani eğer teklifimi kabul ederseniz sizin işinizi yaparım, yoksa yapmam diyecek insanlardan değilim ben. Siz ne karar verirseniz verin, ben yine de çalışma izni almanız için size yardımcı olacağım. Yine de, eğer dublör olmaya karar verirseniz, bize tahmin bile edemeyeceğiniz kadar yardımcı olmuş olacağınızı söylemek isterim.”

Ayça “teşekkür ederim…” diyebildi. Han Seul’se ceketinin cebinden kartvizitini çıkarıp ona uzatmıştı:

“Lütfen düşünmeniz fazla uzun sürmesin: En geç bu akşama kadar cevabınızı bekliyorum… Prensesin iki gün sonra ülkemize gelmiş olması bekleniyor; o yüzden kararınızı bir an evvel vermeniz lâzım… Bu arada, kabul etseniz de etmeseniz de, bu olayı hiç kimseye anlatmamanızı rica edeceğim.”

“Elbette, bana güvenebilirsiniz,” dedi Ayça, Han Seul’ün kartvizitini alırken. Kartı çantasına atmadan önce üzerindeki ismi okudu: “Kim Han Seul… Başbakanlık özel koruma birimi şefi…” Han Seul’se ayağa kalkmıştı bile. Elini genç kıza uzatırken:

“Sizinle yeniden karşılaştığıma çok memnun oldum agasshi,” dedi. “Bu arada… ben henüz sizin isminizi öğrenme şerefine erişemedim…”

“İsmim Ayça Güneş,” dedi Ayça. Han Seul, genç kızın elini sıkarken:

“Çok memnun oldum,” dedi. “Çok nağmeli bir isminiz var bu arada… Anlamı nedir?”

“Ayın hilâl hali demektir,” dedi Ayça. Fakat birden mahzunlaşıverdi. San Young da söylerdi aynı şeyi: “Çok nağmeli bir ismin var sevgilim…”

Han Seul ise Ayça’nın güzel gözlerinin bir an dalgınlaştığını o keskin dikkatiyle hemen fark etmişti. Birden, “Bu kızın olayı ne acaba?” diye feci bir merak duydu içinde. Tamam, doktordu, ama burada işi neydi? Korece’yi nasıl böyle akıcı bir biçimde konuşabiliyordu?

Fakat başını sallayıp bu soruları zihninden uzaklaştırdı. Kızın daha fazla üzerine gitmemesi gerekiyordu. Daha fazla soru sorarsa kız ürküp vazgeçebilirdi. O yüzden en sevimli haliyle:

“Kendinize iyi bakın agasshi,” dedi. “Sizden gelecek güzel haberleri bekleyeceğim…”

Ve Ayça’ya son bir kez gülümseyerek cafeden çıktı. Ayça ise elinde kartvizit, aklında az önce yaşadıklarının şoku, gerisin geri sandalyeye çöküvermişti…

Han Seul arabada ıslık çala çala giderken son derece neşeliydi. İçinden bir ses, bu işi başarıyla hallettiğini söylüyordu. Genç kızın belli ki paraya ihtiyacı vardı. O yüzden teklifini kabul edecekti.

Ayrıca bu iş için bulduğu dublörün, o mavi gözlü melek olması da ne kadar harika bir tesadüf olmuştu! Han Seul içten içe, bir dublör bulmuş olmaktan çok, bu genç kızla daha uzun süre vakit geçirebilecek olmasına sevindiğini fark etti ve çok da şaşırmadı. Kızdan etkilenmişti, bunu kendinden saklayacak değildi.

Sonra, ilk karşılaştıkları anda yaptığı salaklıklar aklına geldi (Kıza “hemşire misiniz?” deyişi ve sonra toparlamak isterken iyice sıçıp batırması!) ve yüzünü buruşturdu. Neyse ki cafedeki konuşmaları sırasında iyi bir iş çıkarmış, dağılan karizmasını epeyce toparlamıştı. Ayça’nın özellikle “siz bu işi kabul etseniz de etmeseniz de ben size çalışma izni almakta yardımcı olacağım” deyişinden etkilenmemesi mümkün değildi!

Han Seul neşeyle sırıttı ve gaza daha da bastı.

Biraz sonra, genç adam salaş bir et lokantasının kapısından içeri giriyordu. Ortalığa şöyle bir göz attı ve az ileride beklediği kişiyi görünce yüzüne bir gülümseme yerleşti. Koşar adımlarla gidip masadaki çocuğun kafasına ufak bir şaplak attı!

“YA! Ne vuruyosun be??”

Moon Jee dönünce karşısında beşlik simit gibi sırıtan Han Seul’ü gördü. Küçük bir çocuğun yaramazlığına karşılık sabırlı davranmaya çalışan bir büyük gibi anlayışla gülümserken:

“Bu çocuksu alışkanlıktan hiç vazgeçmeyeceksin değil mi?” dedi. “Her seferinde kafama vura vura küçük kardeşinin zekâ katsayısını düşürdün sevgili abiciğim!”

“Kötüye bir şey olmaz, merak etme,” diye sırıttı Han Seul ve tezgahtaki adama bağırdı: “Ajusshi! Bize şöyle kocaman bir ızgara getir bakayım! Pirinç şarabı da aç. Üç şişe olsun!”

“Bakıyorum da çok neşelisin,” dedi Moon Jee. Sonra alaycı alaycı güldü: “Hayırdır, kız meselesi mi?”

“Yooo, onu da nerden çıkardın??” dedi Han Seul, ama ciddi durmaya çalışsa da sırıtmasına engel olamamıştı. Moon Jee’nin gözleri hayretle irileşti:

“Vuhaaaaa!!! Hyung, çabuk söyle, yeni bir sevgilin mi var?? Çabuk anlat diyorum!”

“Hayır hayır, yok öyle bir şey,” diye sırıttı Han Seul. Sonra muzipçe gözlerini yukarı kaldırdı: “Eee, gerçi bir melekle tanıştığım söylenebilir…”

“Ohaaa! Flaş flaş flaş! Bizim işkolik Hyung’umuz sonunda yeni bir aşka yelken mi açıyor yoksa, az sonra KBS haberde!”

“Hemen cıvıtma oğlum, bişey olduğu yok,” dedi Han Seul, “Geçen gün bir trafik kazası geçirdim… Bu kız bana ilkyardım yaptı… Sonra bugün pansuman için kliniğe gittiğimde onunla yeniden karşılaştık…”

“NE?!” Birdenbire Moon Jee’nin yüzündeki neşeli ifade silindi, yerini büyük bir kaygı kapladı. Genç adam masanın üzerinden abisine doğru eğildi: “Ne kazası?! Nerde? Ne zaman?! Bana neden haber vermedin?!”

“Telaş yapma oğlum, o kadar da önemli bir şey değil,” dedi Han Seul. Kardeşinin tepkisini anlıyordu, hatta hafiften hoşuna da gitmişti onun böyle endişelenmesi. Sonuçta şu koca dünyada birbirlerinden başka kimleri vardı ki? Ama onun daha fazla kaygılanmasını istemedi, hemen: “Ufak bir kaza,” dedi, “Tamamen benim dikkatsizliğimden oldu… Yolda karşıdan karşıya geçerken sağa sola bakmadım… Neyse işte, biraz kolum ezildi, o kadar… Bu bahsettiğim genç kızsa hemen yanıma gelip kolumdaki kanamayı durdurdu, beni yakınlardaki bir kliniğe götürdü…”

“Vayy, demek böyle,” dedi Moon Jee. İçi rahatlamıştı. Yüzüne yeniden çapkın bir sırıtma gelirken:

“Ee, kız güzel miydi bari?” dedi. “Bu kadar etkilendiğine göre, güzel olmalı…”

“Güzeldi, hem de çok güzeldi… Bizim alışık olmadığımız tiplerdendi,” dedi Han Seul hülyalı hülyalı. Sonra Moon Jee’ye baktı, onun saçlarını karıştırdı: “Ama heralde sen sevmezdin: Mavi gözlüydü çünkü!”

“Hyuuuung!” diye feryat etti Moon Jee, “Sakın bana mavi gözlü bir yenge getirme! Valla senin evine gelemez olurum! Gece görürsem korkudan yamulurum yav!”

“Ahaha, yok artık, ben kızı bir kere gördüm, sense bizi hemen evlendirdin!” diye bir kahkaha attı Han Seul. “Ama sen de şu çocukluk fobini aş artık oğlum… Mavi gözlü kızlar bence gayet güzel oluyorlar…”

“Pöff…” diye dudak büktü Moon Jee. Hemen sonra, aklına gelen şeyle gözleri irileşti: “Vuhaaa… Tesadüfe bak: O mavi gözlü kızın senin hayatını kurtardığı gün, ben de bir başka mavi gözlü kızın hayatını kurtardım! Buna ne diyorsun?!”

“Nasıl yani? Ne oldu ki?” dedi Han Seul merakla. Moon Jee olanları anlattı. Han Seul şaşırmıştı.

“Vay be… Zavallı kız… Desene, çok büyük bir derdi vardı… Ee, ne olduğunu söylemedi mi sana?”

“Hayır, söylemedi… Ama sanırım aşk acısı çekiyordu; çünkü gece boyu korkunç müzikleri “bak bunlar harika aşk şarkılarıdır” diye bana dinletmeye çalıştı durdu!”

Han Seul ve Moon Jee neşeyle gülüştüler. Han Seul saatine baktı:

“Neyse ufaklık, benim artık gitmem lâzım… Bana bak, derslerini iyi çalış, bu sene şu okulu bitir tamam mı? Babama söz verdiğini unutma!”

“Of, her şey o söz yüzünden zaten…” diye mırıldandı Moon Jee, ama abisinin kaşlarını çatmış bir halde ona baktığını görünce emir almış bir asker edasıyla elini başına götürüp bir selam çaktı:

“Tamamdır patron! Sen hiç meraklanma: Bu sene bütün derslerimi verip mezun oluyorum! Kardeşinin ne kadar zeki bir herif olduğunu bilirsin. Ben bir şeyi kafama koydum mu, mutlaka yaparım!”

“Evet, kardeşimin ne kadar zeki bir herif olduğunu bilirim… Ama zeki olduğu kadar da tembel herifin tekidir!” diye alaycı alaycı ekledi Han Seul. Moon Jee ise tüm sevimliliğiyle sırıttı:

“Aylaklık yüksek bir ahlâktır Hyung: Bütün dünyevi hırslarından arınmış olmak, çok çalışıp deliler gibi para kazanamayacağını kabullenmek ve sakince, tembelce yaşamak büyük bir erdemdir!”

“Babadan kalan parayla çalışmadan yaşamanın neresi erdemmiş?” dedi Han Seul ve masadan kalkıp yürümeden önce Moon Jee’nin kafasına şakadan bir şaplak daha attı: “Şapşal herif…”

“Ben de seni seviyorum abiciğim!” diye bağırıp uzaklaşan abisinin ardından neşeyle el salladı Moon Jee.

Ayça, Hae In’in evine doğru dalgın dalgın yürüyordu. Az önce kliniğe uğramış, Hae In’e olanları –anlatabildiği ölçüde- anlatmıştı. Hae In heyecanla karşılamıştı olayı. Ayça:

“Özür dilerim, o beyefendiye söz verdiğim için detayları anlatamıyorum… Ama dışişleri ile ilgili bir konu, ve ancak bir yabancının yapabileceği bir şey…” deyince Hae In’in gözleri neşeyle parlamıştı:

“Vaovvv, senden kesin casusluk yapmanı istediler! Di mi? Di mi?! Bundan sonra sana 007 Ayça diyeceğim!”

Ayça gülmeden edemedi.

“Üzgünüm, ama bunu da söyleyemem Hae In…”

“Tamam tamam” diye gülmüştü Hae In. “Sadece şunu söyle: Sen artık Han Seul’le çalışacaksın yani, buradan bu sonucu çıkarıyoruz, öyle değil mi?”

“Evet, ama sadece kısa bir süre için,” dedi Ayça. Sonra gülümsedi: “Kısa bir süre, ama parası iyi… Sanırım sana daha fazla yük olmak zorunda kalmayacağım!”

“Ah, dert ettiğin şeye bak!” diye bağırdı Hae In, “Bende istediğin kadar kalabileceğini söylemedim mi Ayça-sshi? Sen sadece işine bak… Devletimize iyi hizmet et, tamam mı?”

İki kız gülüşürlerken Hae In heyecanının asıl sebebinin Ayça sayesinde Han Seul’ü görebilecek olması olduğunu gizlemek için büyük bir çaba sarf ediyordu!

Sonra Hae In klinikteki işine dönmüştü; Ayça ise ondan anahtarı alıp eve geçmeye karar vermişti: Bu tatlı arkadaşına güzel bir akşam yemeği hazırlamayı kafasına koyup sevinçle marketin yolunu tuttu.

Moon Jee bütün öğleden sonrayı evinde tembellikle geçirmişti. Aslında ona bakarsanız çok iş yapmıştı: Bahçedeki yabani otları ayıklamış, Bleach ve Naruto Shippuuden’in son sayılarını bitirmiş, sonra da Hae In’e yazdığı beste üzerinde çalışmıştı. Fakat bu sonuncusu hiç de iyi gitmiyordu: Genç adam yine istediği gibi bir melodi bulamayıp gitarı küskünce bir köşeye fırlattı.

Sonra birden, gözü dolap rafındaki beyaz MP3 çalara takıldı. Ayça’nın MP3 çaları…

İçinden yükselen meraka engel olamadı. “Herhalde içindeki bütün şarkılar o gün dinlediklerim gibi değildir… Arada birkaç tane doğru dürüst bir şeyler de vardır,” diye düşünerek merakla aleti kurcalamaya başladı.

Gerçekten de, birkaç Teoman ve Emre Aydın şarkısı dinledikten sonra yüzü yumuşadı. “Hımm, soft rock’ları hiç de fena değilmiş… Biraz arabesk esintiler var, ama hiç fena değil, evet… Şu garip enstrüman da ne acaba?”

Parçaları karıştırmaya devam ederken birdenbire nefesi kesildi! Gözleri hayretle açılırken nefes bile almaya korkarak müziği dinlemeye başladı.

İdil Üner – Güneşim

“Güneşim ayım sana ışık olsun

Sıcak kumum yoluna açık olsun…

Okşarım tenini rüzgarlarımla

Susuz kaldı sularım dudaklarına.

Ah, o gözlerin arasın beni izlesin peşime düşsün

Ah o dudakların gelsin bulsun tatsın ve öpsün beni…”

İşte buydu! İşte aradığı melodi buydu! Egzotik, biraz Hint-Arap esintili… Ama çok güzeldi; genç adam şarkıyı söyleyen kadının sesinden taşan duyguyu hissedebiliyordu… Heyecanla kendi gitarının başına koşturdu; artık ezberlediği sözleri, artık ezberlediği notalar ve yeni keşfettiği melodinin “gelsin bulsun…”dan sonraki  kısma denk gelen birkaç notayla çalıp söylemeye başladı:

“Güneş’tir ya, senin ilk isminin anlamı,

Bence güneş anlamını senden almış olmalı…

Bense “ay”ım, ışığım senin aksindir ancak

Güneşi yoksa önünde, ay nasıl parlayacak?

O gün seni markette ilk defa gördüğümde

Bin voltluk yıldırımla çarpıldım o saniye

Kalbimdeki duygular sonra hiç değişmedi

Yüreğimde kalamadı, taştı, sana erişti…

Hae In, Hae In,

Var olma sebebimsin…

Hae In, Hae In

Kalbimin tek sahibisin…”

Moon Jee bestesini çalıp bitirdikten sonra gitarı bir tarafa fırlattı; sevinçle bağırarak bahçenin içinde dört dönmeye başladı! Sonunda, sonunda, aşkının bestesini tamamlamıştı! Genç adam o kadar mutluydu ki, yerinde duramaz haldeydi! Bu sevincini biriyle paylaşmak istiyordu! Hayır durun durun, herhangi biriyle değil, Hae In’le paylaşmak istiyordu! Bunu paylaşmak için Hae In’in kendisini dinlemeye gelmesini bekleyecek kadar sabrı yoktu. Hemen, şimdi, şu anda Hae In’i görmeliydi!

Sonunda dayanamadı, ayağına spor ayakkabılarını geçirdiği gibi koşturarak evden fırladı. Önce kliniğe doğru koşuyordu; ama sonra böyle eli bomboş gitmemeye, en azından bir çiçek almaya karar verdi. Gerisin geri dönüp markete koştururken, Hae In’in evinin önünden geçti. Birden durakladı: Genç kızın evinin kapısından birinin girdiğini son anda fark etmişti. Eh, Hae In tek başına yaşadığına göre, bu içeri giren o olmalıydı.

Moon Jee birdenbire fikir değiştirdi. Hayır, bestesini bitirmesi çok daha büyük bir kutlamayı hak eden önemli bir olaydı. Bu olaya gereken değeri vermeliydi. Aklına düşen fikirle ağzı kulaklarına varırken, genç adam hazırlık yapmak üzere evine koşturdu.

Ayça mutfakta mutlu mutlu yayla çorbasını karıştırıyordu. Fırına da tavuk atmıştı. Yanına bir de pilav yaptı mı, değme ziyafetlere taş çıkartacak güzel bir sofra hazırlamış olacağını düşünüp neşelendi. Hae In’e güzel bir jest olacaktı bu.

Birdenbire, dışarıdan gelen bir müzik sesi dikkatini çekti. Genç kız şaşkınlıkla başını kaldırdı, dikkat kesildi: Evet, müzik sesi hemen kapının önünden geliyordu!

Kaşlarını çatıp bir an düşündü. Sonra merakına yenildi. Şöyle bir göz atmaya karar verdi.

Kapının önüne gelince kapıyı açmadan bir an dinledi. Evet, dışarıda biri teyp falan açmıştı heralde. Kapının hemen arkasından bangır bangır müzik sesi yükseliyordu.

Sonunda dayanamadı, belki kapıyı aralayıp azıcık bakarsa…

…Kapıyı açmasıyla birlikte başından aşağı bir kova dolusu çiçek yaprağının yağması bir oldu! Moon Jee kapı açılır açılmaz dökülmeleri için bir düzenek kurmuştu. Ve genç adam, kapının aralandığını görür görmez büyük bir heyecanla şarkının en can alıcı yerini çalıp söylemeye başladı:

“…O gün seni markette ilk defa gördüğümde / Bin voltluk yıldırımla çarpıldım o saniye

Kalbimdeki duygular sonra hiç değişmedi /Yüreğimde kalamadı, taştı, sana erişti…

Hae In, Hae In /Var olma sebebimsin…

Hae In, Hae-“

Birden, zavallının lafı boğazında kaldı: Çiçek yaprakları arasından ona şaşkın şaşkın bakan bu yüz, Hae In’e değil, Ayça’ya aitti!

İki genç birbirlerini görünce bir an şaşkınlıkla donakaldılar. Sonra ikisi birden aynı anda bağırdı:

“SEN BURDA NE ARIYORSUN???”

Biraz sonra Hae In’in evinin kapısının önünde yan yana oturmuş, az önceki olayın şokunu üzerlerinden atmaya çalışıyorlardı. Ayça gülmeden edemedi:

“Demek sen Hae In’e yanıksın! Hahaha! O senden birkaç yaş büyük değil mi yahu?”

“Ne var bunda? Ben öyle yaş, din, cinsiyet gibi şeylere takılmam Agasshi… Aşk, aşktır!” dedi Moon Jee hemen savunmaya geçip. Ayça onu yan yan süzmeden edemedi: “Hımm… Biseksüel galiba…” Sonra:

“Tamam tamam kusura bakma, seni eleştirmek için söylemedim,” dedi gülerek. “Sadece bu durum çok ilginç geldi. Yani şu tesadüfe bakar mısın, Kore’de tanışıp arkadaş olduğum iki alâkasız insan, birbiriyle sevgili çıkıyor!”

Moon Jee derin derin içini çekti:

“Maalesef henüz sevgili değiliz… Ben bir türlü cesaretimi toplayıp ona açılamadım ki…”

Ayça suçluluk duygusuyla dudaklarını ısırdı:

“Galiba bugün bunu neredeyse yapıyordun… Ama ben maydonoz oldum!”

“Ne yapalım, bugünlük kısmet değilmiş,” diye mırıldandı Moon Jee hüzünle. Bir yandan da yerdeki çiçek yapraklarıyla oynuyordu. Ayça ise üzülmüştü. Onu teselli edecek sözler arandı.

“Besten de çok güzeldi bu arada,” dedi sevimli bir biçimde. “Sanırım kendi besten… öyle değil mi? “Hae In, Hae In” diyordun sözlerin arasında…”

“Evet doğru tahmin,” dedi Moon Jee hafifçe gülümseyip. “Bu besteyi Hae In için yaptım. Hae In’in Hae’si güneş anlamına gelir, biliyorsun. Ayrıca soyadı da Sun, yani İngilizce olarak güneş. Benimse adımın ilk kısmı Moon, yani ay. Görüyorsun bağlantıyı, di mi?”

“Eheh, tabii tabii, görmez olur muyum??” dedi Ayça zoraki gülümseyerek. Çocuğu bozmak istememişti ama içinden: “eh, biraz fazla zorlama olmuş sanki…” diye geçirmeden edemedi. Moon Jee ise neşeyle anlatmaya devam ediyordu:

“Ayrıca senin Türkçe şarkılarından da biraz ilham aldım…” Sonra birden Ayça’nın MP3 çalarını hatırladı:

“Oh! Bu arada MP3 çaların bende kalmış! Bir ara benim eve uğra da sana vereyim…”

“Tamam, alırım bir ara,” dedi Ayça. Sonra mutlulukla ekledi: “Sanırım daha bir süre buralarda olacağım!”

Moon Jee ona şaşkınlıkla bakınca da mutlu mutlu devam etti sözüne: “Hae In’in kliniğinde işe başlama olasılığım var… Aslında henüz kesin değil, önce çalışma izniyle ilgili pürüzlerin halledilmesi lazım…”

“Vaaaayy, bu harika bir habermiş!” dedi Moon Jee heyecanla. “Demek sen de doktorsun! Bunu tahmin edememiştim işte!”

“Hemşire zannetmedi, hayret,” diye mırıldandı Ayça. Moon Jee ise şaşkınlıkla onu süzüyordu: “Ama siz Hae In’le ne ara bu kadar yakın arkadaş oldunuz noona? Evinde kalıyorsun; sonra sana klinikte iş ayarlayan da o, yanılmıyorum değil mi?”

“Hayır yanılmıyorsun,” diye mutlulukla gülümsedi Ayça. “Hae In çok iyi bir kız… Ve benim başıma gelenleri öğrenince bana yardım etmeden edemedi. Ona çok şey borçluyum.”

Moon Jee hafif bir alınganlıkla baktı ona:

“Teessüf ederim! O gece köprüdeyken senin hayatını ben kurtardım ama başınıza gelenler bana anlatılmadı Ayça hanım! Meraktan kıvranıp duruyorum kaç gündür…”

Ayça elinde olmadan güldü. Komik çocuktu bu Moon Jee.

Sonra içini çekti:

“Evet haklısın… Sana anlatamadım. Utandım galiba… Çünkü benim en dibe vurmuş halimi gördün sen… Hae In’e de intihar teşebbüsümü anlatmadım mesela.”

Moon Jee acımayla karışık şefkatle ona baktı. Ayça’nın bu kadar üzüldüğünü fark etmemişti. Sonra:

“Özür dilerim,” dedi. “Sormadım farz et… Seni üzmek istememiştim.”

“Yoo, önemli değil,” dedi Ayça. “Anlatayım gitsin: Şimdi benim Türkiye’deyken tanıştığım ve sevgili olduğum Koreli bir çocuk vardı. Türkiye’deyken tam iki sene çıktık biz. Sonra o buraya döndü ve gelirken bir an önce beni de yanına almak için uğraşacağına söz verdi. Ama gelir gelmez sözünü falan unuttu gitti! Gidip başkasıyla nişanlanmış, inanabiliyor musun?!”

Genç kız birden durdu, sinirle gülmeye başladı: “Aynen böyle bir Türk filmi vardı yaa… Kız köyden şehre gelip kendisini terk eden kocasından intikam alıyordu! Hay Allah’ım, halimiz resmen filmlere döndü…”

Moon Jee güldü: “Sen de intikam planları içinde misin yoksa?”

Ayça birdenbire başını çevirip ona gözlerinde vahşi bir ışıkla bakınca da iliklerine kadar titredi genç adam:

“Bırrrr! Valla fazla düşünmeye gerek yok; sen şu gözlerle iki dakika baksan eleman korkudan felç geçirir zaten!”

“Onun ağzına s.çacağım!!!” diye bağırdı Ayça öfkeyle. “Anasından emdiği sütü burnundan getireceğim! Pislik herif! Nefret ediyorum ondan!”

“Dur dur, sakin ol!” dedi Moon Jee şaşırarak. Kendi kendine: “Kızın içine Zeyna kaçmış,” diye düşündü, “O sessiz sakin kızdan böyle bir canavar çıkacağını kim tahmin edebilirdi ki?”

“Ee, n’apıcaksın peki?” diye sordu. “Oldboy filmindeki gibi elemanı kaçırıp senelerce bir yere hapsetmeyeceksin umarım…”

“Ne yapacağımı henüz bilmiyorum,” diye mırıldandı Ayça. “Ama her ne olacaksa San Young’un canını çok ama çok acıtacak bir şey olmalı! O benim canımı çok yaktı çünkü…”

Moon Jee ona üzüntüyle baktı. Genç kızın tüm öfkeli görüntüsüne rağmen gözleri nemlenmişti. Moon Jee onun kalbinin ne kadar kırılmış olduğunu anlayabiliyordu. Bu kadar öfkeli olması da o yüzdendi zaten.

Bu genç kız için bir şeyler yapmak istedi. Gitarına uzandı. Onun keyfini yerine getirecek bir şey biliyordu.

MGIG OST – Hoi Hoi song

Moon Jee bir yandan çalıp bir yandan söylerken Ayça’nın yüzündeki öfke bir anda silindi, genç kız elinde olmadan gülmeye başladı. My Girlfriend is a Gumiho’yu izlerken duyduğu bu şarkıyı tanımıştı. Moon Jee şarkıdaki “Mi Ho” lafını “Ay-ça” diye değiştirmişti:

“Arkadaşım Ayça çok tatlıdır – ve korkunçtur da,

Hoi hoi, arkadaşım Ayça çok yer,

Arkadaşım Ayça çok hızlı koşar

Hoi hoi, arkadaşım Ayça’nın süper güçleri vardır!”

Ayça bir yandan kıkır kıkır gülerken bir yandan da yerinde iki yana sallanarak Moon Jee’nin “hoi hoi”lerine eşlik ediyordu. Bu Moon Jee gerçekten süper bir çocuktu!

Akşam, Hae In’e iyi geceler diledikten sonra genç kızın kendisine verdiği odaya çekilmişti Ayça. Biraz önce onunla da son bir defa konuşup kararını vermişti: Han Seul’ün teklifini kabul edecekti.

O gün yeni edindiği telefonu açtı ve Han Seul’ün numarasını tuşladı.

“Alo? Kim Han Seul’le mi görüşüyorum?”

“Evet, ben Kim Han Seul,” dedi Han Seul karşıdan. Mavi gözlü meleğin sesini tanımıştı: “Ayça hanım? Sizsiniz, değil mi?”

“Evet benim,” dedi Ayça. “Ben, şey… Teklifiniz hâlâ geçerliyse kabul etmek istediğimi söylemek için aramıştım.”

“Elbette geçerli,” diye güldü Han Seul. “Kabul ettiğinize çok sevindim. O halde yarın sabah erkenden sizi kaldığınız yerden aldırıp bir günlük kısa bir bakım kürü ve eğitime dahil ediyoruz. Bunda bir sorun yok, öyle değil mi?”

“Ta-tabii,” dedi Ayça kekeleyerek. Eğitim tamam da… bakım kürü mü?

“Harika! Lütfen bana adresinizi söyleyin,” dedi Han Seul ve genç kızın söylediklerini önündeki kâğıda karaladı. “Size bu numaradan ulaşabilirim, öyle değil mi?”

Ayça “evet” deyince de yüzünde neşeli bir gülümsemeyle:

“Tamam o halde,” dedi genç adam. “Yarın sabah 8’de hazır olun lütfen. Sizi bizzat ben almaya geleceğim. Görüşmek üzere Ayça hanım!”

Telefonu kapattığı anda yüzündeki gülümseme daha da genişledi. Dublörlük işi başarıyla hallolmuştu! Üstelik bir de yarın gün boyu o güzel kızla birlikte olacağını düşündükçe içi içine sığmıyordu.

Han Seul bir an şaşkınlıkla düşündü: Böyle hissetmeyeli belki de yıllar oluyordu… Bu yürek çarpıntısını, yanaklarına hücum eden kan hissini, midesindeki karıncalanmayı hissetmeyeli çok ama çok uzun zaman olmuştu. Genç adam en son ne zaman böyle hissettiğini düşündü; ve cevap ince bir yürek sızısıyla geldi:

Jun Hee yanındayken…

Genç adamın yüzüne hüzünlü bir tebessüm düştü. Aradan geçen üç yılda yüreğinin acısı azalmıştı azalmasına; ama hâlâ Jun Hee’yi düşündükçe yüreğinde bir yer, eski bir yara izi gibi sızlıyordu… Zaten bu acı azalmasa, yaşayamazdı. Onun artık bir başkasının karısı olduğunu, her gece başka kollarda uyuduğunu düşündükçe şimdi bile içinden gelen ağlama hissini güçlükle bastırırken, bir de ilk zamanlardaki o korkunç acıyla baş edemezdi. “Zaman, iyi ki geçiyorsun…” diye geçirdi içinden. Zaman denen şey iyi ki vardı, ve böyle durumlarda kalp yaralarını onaran en etkili merhemdi.

Genç adam zihnini kuşatan hüzünlü düşüncelerden silkinmek ister gibi başını iki yana salladı ve telefonunu çıkarıp bir numara tuşladı. Telefon açılınca, kendinden emin bir sesle konuşmaya başladı:

“Alo? Ben Kim Han Seul. Yarın sabah saat 8 buçukta mağazanızı sadece ben ve çok özel bir misafirimiz için açmanızı istiyorum. Şimdi sayacağım koleksiyonları özellikle hazır edin lütfen…”

Take Care of the Young Lady OST –  Dash Girl

Bu bir rüya olmalıydı…

Ayça uyuyup uyumadığını anlamak için belki de onuncu kez kendini çimdikliyordu: Genç kız bir peri masalının içine düşmüştü! Sabahtan beri denediği elbiselerin haddi hesabı yoktu; mağaza görevlisi genç kızlar etrafında fır dönüyorlardı. Ayça’ysa elbise giyip çıkarmaktan artık bitap düşmüştü. Prensesin dublörü olarak geçireceği ilk gün için krem rengi Armani bir tayyör; ikinci gün için Prada marka bir ceket-pantolon takımı; son gün içinse Guess’ten biraz daha “casual” bir elbise alınmıştı. Ayrıca Versace’nin son kreasyonuna ailt bir gece elbisesi de eksik edilmemişti. Ardından her birine uygun rengarenk Manolo Blahnik, Christian Louboutin ayakkabılar, nihayet Fendi ve Louis Vuitton çantalar bulundu. Ayça’nın bu kadar ihtişamdan başı dönmüştü; genç kız az önce üzerinde denediği binlerce dolarlık elbise markalarının çoğunu tanımıyordu bile! Alışverişin bitmiş olduğunu umarak Han Seul’e sokuldu:

“Sanırım artık alınması gereken her şeyi tamamladık… değil mi Han Seul-sshi?”

Fakat Han Seul’ün pes etmeye niyeti yoktu anlaşılan.

“Şimdi sırada cilt bakımı var. Ardından size protokol kuralları ile ilgili bir brifing vereceğiz; medyaya görüntü verirken söylemeniz gerekenleri ezberleteceğiz. Şimdi lütfen benimle gelin.”

Ayça içini çekti. Hiçbir zaman fazla süslü bir kız olmamıştı. Bütün gününü kuaföre, saunaya, masajlara, cilt bakımlarına ayıramazdı, sıkıntıdan patlardı yahu! Ama madem bu işi kabul etmişti; çaresiz katlanacaktı…

Fakat biraz sonra Uzak Doğu masajları ile gevşeyen vücudu tatlı bir biçimde sızlarken ilk defa “la dolce vita”nın ne kadar hoş bir şey olabileceğini düşündü: Tatlı hayat… Evet ya, prenses olarak doğmuş olmak cidden güzel bir şey olabilirdi!

“Buyrun efendim, ananas suyunuz,” diye görevli kadınlardan biri, ona bir bardak buzlu, sarı içecek uzattı.

“Ah… Çok teşekkür ederim,” dedi Ayça ve bu yoğun ilginin tadını çıkarmaya karar verdi: Sonuçta yalancıktan da olsa tam üç gün boyunca prenses olacaktı, ho ho!

Biraz sonra masaj ve banyo, cilt bakımı, epilasyon, ve nihayet makyajı da yapılmış olarak Han Seul’ün karşısına çıkınca genç adam onu hayranlıkla süzmeden edemedi:

“Agasshi… Eğer karşımdakinin siz olduğunu bilmesem gerçekten prenses zannedebilirdim! Şu anda çok güzel ve soylu görünüyorsunuz.”

Ayça utanarak “teşekkür ederim,” diye mırıldanırken, her prensesin etrafında böyle yakışıklı şövalyeleri olmalı diye mutlulukla içinden geçiriyordu. (seni çakal seniii :P)

Biraz sonra 5 yıldızlı bir otelin yüksek tavanlı lüks konferans salonlarından birinde, uzun bir masanın bir köşesinde Han Seul’le birlikte oturuyorlardı. Tam karşılarında ise altı kişinden oluşan bir ekip projeksiyon makinesinin başında duruyordu, her biri farklı bir eğitim vermek üzere gelmişti. Önce gözlüklü, sarışın bir kadın, projeksiyondan beyaz perdeye yansıtılan resimler eşliğinde prensesin rutin günlük hayatını anlatmaya başladı:

“Prenses Josephine genellikle her sabah 7’de uyanıp önce sabah sporu yapar… Ardından kendisine gelen e-mailleri ve mesajları okur… Ardından…

Prensesin ailesinde dört kişi var: Annesi Kraliçe Stephanie, babası Prens Phillip, kardeşi Prens Eugene…

Bu da prensesin köpeği Golden Retriever cinsi Alex…”

Ardından Prenses’in Birleşmiş Milletler’deki görevine dair bilgiler verildi. Ayça dikkatlice dinleyip not tutuyordu.

Daha sonra genç kızın İngilizce’si ölçüldü; bazı kelimelerdeki aksanı düzeltildi. Ardından görüşme yapar gibi görüneceği Koreli devlet adamlarının listesi ve medyaya her görüşme sonrası neler söyleyeceği dikkatlice anlatıldı. Ayça hepsini kolaylıkla ezberlemişti. Han Seul bir kez daha kızın zekâsına hayran olmadan edemedi. Eh, karşısındaki kız bir doktordu ne de olsa; Han Seul Türkiye’de veya dünyanın herhangi bir başka yerinde tıp fakültesine girmek ne kadar zordur, tahmin edebiliyordu…

Nihayet sıra yemek yeme bilgisine gelmişti. Odaya kocaman bir yemek arabası girdi; tabak ve çatallar genç kızın önüne dizildi. Yaşlı, kibar görünümlü bir eğitmen ona her şeyi tek tek anlatmaya başladı:

“Bakın Agasshi, yemeğe başlamadan önce peçeteyi kucağınıza sermelisiniz… Aynen bu şekilde, evet… Yemek bitiminde ise zarifçe buruşturup tabağınızın soluna bırakmalısınız… Asla sandalyede bırakmayınız…

Şu büyük çatal et yemeği, bu soldaki daha ufak, ama sol dişi kalın olan çatal ise salata içindir. Şu öndeki çatal ise tatlı çatalıdır. Fakat kafanız karışırsa sadece tek bir şey hatırlayın: Her zaman en dıştaki çataldan başlayarak sıradaki yemeği yemelisiniz.

Bardaklarınız tabağın sağındadır. Şurdaki su bardağıdır. Şu kadehlerden daha bombeli olanı kırmızı şarap, daha az bombeli olansa beyaz şarap içindir. İkisi arasındaki ince uzun kadehinse şampanya için olduğunu zaten biliyorsunuz.”

Ayça dikkatlice dinliyordu. Tanrım, basit bir yemek yemek için bile ortamda ne çok çatal, bıçak, bardak vardı! “Sabahki lafımı geri alıyorum,” diye düşündü, “Prenses olmak hiç de öyle kolay falan değil!”

Nihayet günün sonunda genç kız kendisine öğretilenleri teker teker tekrar edip öğretmenlerinin karşısında sınav olurken, odaya orta yaşlı bir adam sessizce girip onu izlemeye başladı. Bu adam Han Seul’ün müdürü Ha Dong Sae’den başkası değildi. Dong Sae, genç kızın öğrendiklerini şakır şakır tekrar edebiliyor olmasını takdirle izlerken Han Seul’le göz göze geldi. Han Seul ona gururla Ayça’yı işaret edince Dong Sae keyifle gülümsedi. Bu genç adamın kendisini yanıltmayacağını biliyordu. Prensesin dublörlüğü için gerçekten en iyi adayı bulup getirmişti işte!

Bir süre daha izledikten sonra içi rahat bir biçimde konferans salonundan dışarı çıktı.

Jason Mraz – I’m Yours

Moon Jee neşeyle içeri girip bar taburesine oturmuştu. Barmene seslendi: “Hey Jin Ah! N’aber adamım?? Bana bir bira versene hacı…”

Barmenin hiç ikiletmeden doldurup önüne sürdüğü birasını yudumlarken az ilerideki masada oturan mini etekli, makyajlı iki genç kız beğenen bakışlarla onu süzmeye başlamışlardı bile. Kızlardan biri:

“Çok hoş çocukmuş,” dedi. “Bir yerden gözüm ısırıyor sanki…”

“Bizim bölümde görmüşsündür,” dedi diğer kız. “Bizim son sınıflardan. Ama bölüme pek uğramıyor.”

“Sen tanıyor musun?” dedi ilk kız heyecanla. Jae Hwa omuz silkti:

“Ekonometri dersini beraber alıyoruz… Ama dönemin başında bir-iki derse geldi, sonra hiç uğramadı.”

“Cidden çok hoşşş,” dedi ilk kız erimiş bir halde. Ve arkadaşını dürtmeye başladı: “Benle tanıştırsana Jae Hwa! Lütfen, lütfen!”

“Öff, saçmalama! Uğraşamam… Hem ben de doğru dürüst tanımıyorum. Tanışacak olsam, önce ben tanışırım!”

“Aşkolsun!” diye somurttu ilk konuşan kız. “Ne olurdu sanki benle tanıştırsan? Hem sen nişanlısın, sana ne artık diğer yakışıklılardan?”

Jae Hwa gülerek ayağa kalktı:

“Aaa, yeter ama Hee Jin! Sıkıldım valla! Ben bir lavaboya gidiyorum…”

Genç kız böyle deyip havalı bir biçimde saçlarını salladı, çantasını koluna takıp yürümeye başladı. Fakat az ileride, yere dökülmüş olan birkaç damla birayı fark etmemişti. Dikkatsiz bir garsonun hatası olan bu birkaç damla bira, genç kız için neredeyse bir felakete dönüşecekti: Tam Moon Jee’nin oturduğu taburenin yanından geçerken bu birikintiye bastı ve ince topuklu ayakkabıları yerle olan azıcık bağlantısını da kaybetti! Genç kız birdenbire dengesini kaybedip arkaya doğru düştüğünü hissedip bir çığlık kopardı!

Fakat, tuhaf şey! Yere çarpmamıştı. Jae Hwa korkuyla yumduğu gözünü hafifçe aralayınca, tam karşısında gözlerinin içine kaygıyla bakan Moon Jee’yi gördü:

“Agasshi?? İyi misiniz??”

Jae Hwa: “E-evet…İyiyim…” diye kekeledi. Bir yandan da hızlanan kalp atışlarının az önce yaşadığı korkudan mı, yoksa bu yakışıklı çocuğun kollarında olmaktan mı kaynaklandığını çözmeye çabalıyordu. Sonra, “teşekkür ederim…” diye mırıldandı.

Moon Jee ise onun ayağa kalkmasına yardımcı oldu, sonra şakacı bir tavırla:

“Benim için bir onurdu,” diye cevapladı, “Sonuçta böyle güzel bayanlar gökten kucağıma her zaman düşmüyor!”

Jae Hwa güldü. Hem yakışıklı, hem de çok sevimli bir çocuktu karşısındaki. Sonra:

“Yine de teşekkür ederim, düşüp de bir yerimi kırmamı engellediniz Moon Jee-sshi,” dedi. Moon Jee şaşkınca baktı kıza:

“Pardon, daha önce tanışmış mıydık?” Sonra şaşkınca bakışlarını yukarı kaldırdı, dudak büktü: “Böyle bir güzellikle tanışıp da unutmam pek mümkün görünmüyor, ama…”

Jae Hwa yine güldü. Moon Jee’nin söyledikleri fecii halde hoşuna gitmişti. Sonra:

“Hayır tanışmadık,” dedi. “Ama ben sizi tanıyorum. Sizinle aynı bölümdeyiz, ben sizden bir dönem aşağıdayım. Ekonometri dersini birlikte alıyoruz.”

Moon Jee başına vurdu: “Ah! Şöyle söylesenize… Eğer sınıfta sizin de olduğunuzu bilsem hiçbir dersi kaçırmazdım!”

Jae Hwa yine utangaçça güldü. Sonra genç adamı selamladı, arkasını dönüp yürümeden önce:

“Benim adım da Gu Jae Hwa,” dedi. “Eğer sınıfa gelirseniz beni görürsünüz! İyi akşamlar Moon Jee-sshi!”

Moon Jee onu elini kaldırarak selamladıktan sonra gülümseyerek önüne döndü. Barmen çapkın bir sırıtmayla:

“Ne şanslı herifsin Moon Jee-yah!” diye ona doğru eğildi: “Bütün güzel hatunları iki cümleyle tavlamayı beceriyorsun!”

“İyi laf yapan bir ağız her zaman iş yapar dostum,” diye sırıttı Moon Jee de. Aslında skor peşinde koşuyor değildi. Sadece kızlarla flört etmek ve onların güzel sözleri karşısında erimesini izlemek genç adamın hoşuna gidiyordu, hepsi bu. Yoksa kalbi Hae In’le dopdoluyken başka kızları yatağa atmakla uğraşacak biri değildi o. Genç adam kendini “eski zaman centilmeni” diye tanımlardı. Yani kadınlara karşı kibar davranan, iyi eğitimli ve yakışıklı bir erkekti sadece. Ve evet, böyle olunca fena halde popüler olmak da kaçınılmaz oluyordu…

“Yalnız o kıza fazla bulaşma derim: Babası milletvekilidir. Ayrıca daha geçtiğimiz ay nişanlandı.”

“Nişanlı mı yani? Hımm, bak bu ilginçmiş,” dedi Moon Jee. Sonra omuz silkti, “bana ne” diye geçirdi içinden. Nasıl olsa kızla herhangi bir işi olacak değildi.

Sonra birayı başına dikip bardağı yeniden barmene uzattı:

“Doldur şunu dostum! Daha içmeye yeni başlıyoruz!”

Ayça için uzun bir gün olmuştu bu: Önce alışveriş ve bakım, ardından eğitim… Gün bitip de genç kız 5 yıldızlı oteldeki iki gecesinden ilkini geçirmek üzere Han Seul tarafından odasına çıkarıldığı zaman, zavallının pili bitmek üzereydi. Han Seul’ün:

“Pijamalarınız şu dolapta hazır edildi Ayça-sshi… Banyoda tüm havlu ve şampuanlar küvetin yanında. Bense sizin hemen sağ tarafınızdaki odada kalıyorum; eğer bir şeye ihtiyacınız olursa hiç çekinmeden her saatte beni rahatsız edebilirsiniz…”

Diye kendisine son açıklamalarını yapmasını gözleri yarı kapalı dinleyebilmişti. Esneyerek:

“Çok teşekkür ederim Han Seul-sshi… Yarın sabah erkenden hazır olacağım…” diye mırıldandı.

Redd – Prensesin Uykusuyum

Han Seul’se odadaki son kontrollerini yapıyordu. Telefonun çalışıyor olduğuna emin oldu; perdeleri çekti; sonra:

“Son bir şey daha…” diye Ayça’ya döndüğünde genç kızın yatakta öylece uyuyakaldığını görüp lafı yarım kaldı. Yüzüne hafif bir tebessüm düşerken şefkatle genç kıza yaklaştı. Zavallıcık, üzerini bile değişemeden uyuyuvermişti! Han Seul, yatağın üzerindeki pikeyi aldı, genç kızın üzerine örttü. Sonra başucunda durup hafif bir tebessümle bir süre bu uyuyan kızı izledi. Han Seul bugün kendisiyle kontrat imzalanırken Ayça’nın pasaportunu ve bilgilerini incelemişti; genç kızın Ankara’dan geldiğini ve yirmi yedi yaşında olduğunu biliyordu mesela; ama şimdi uyurken olduğundan da küçük göründüğünü düşündü. Küçük masum bir melek gibiydi. Ayrıca şimdi kapalı olan gözlerindeki uzun kirpiklere hayran olmadan edemedi; ne güzel kirpikleri vardı böyle! Sonra bakışları kızın yanağındaki şeftali tüylerine, ordan da beyaz boynuna kayınca utanarak gözlerini kaçırdı, toparlanıp Ayça’nın başucundan uzaklaştı. Ayça hanımla iş için birlikteydi; yarın onları zorlu bir gün bekliyordu; böyle bir zamanda aklını başka şeylere kaptırmak olacak iş değildi!

Ama bu iş bitince, genç kızı güzel bir yemeğe çıkarmak için kendi kendine söz verdi.

BOF OST – paradise

Ayça ertesi sabah yedide, çalan saat alarmıyla uyandı: Bir an gözlerini kırpıştırıp nerde olduğunu anlamaya çalıştı; sonra otel odasının kocaman, king-size yatağında olduğunu anlayınca yüreği heyecanla pırpır etti: Prensesliğinin ilk günü başlamıştı!

Genç kız heyecanla kalktı, yatakta oturup çevresine bakındı: Dün gece yorgunluktan pek fark edememişti, ama odası gerçekten harikaydı. Altın rengi mobilyaları, kalın kadife perdeleri, beyaz tuvalet masasını beğeniyle inceledi; yatağının başında elini gezdirdi. Sonra derin bir nefes alıp gülümsedi: Belki de hayatının en büyük macerası başlamak üzereydi!

Banyoya geçip neşeyle duş aldı. Ardından odasına döndü, dün mağazalardan direkt olarak odasına gönderilen kıyafetlerden ilkini giydi. Saçlarını taramaya başlamıştı ki, odasının kapısı çalındı.

“Prenses! Uyandınız mı?”

“Ah, evet, bir saniye,” deyip kapıya koşturdu genç kız. Kapıyı açınca karşısında Han Seul’ün gülümseyen yüzü duruyordu:

“Oo, giyinmişsiniz bile!” dedi genç adam neşeyle, “Ben de makyözün geldiğini haber vermek için rahatsız etmiştim. İstediğiniz zaman makyaja başlayabiliriz.”

“Hemen şimdi başlayalım o halde,” dedi Ayça ve kapıyı açıp içeri girmeleri için kenara çekildi.

Biraz sonra genç kızın makyajı tamamlanmış, başına da sarı, düz saçlı bir peruk geçirilmişti. Han Seul şaşkınlıkla:

“Prenses Josephine’e bu kadar benzeyeceğiniz benim bile aklıma gelmezdi!” diye haykırdı. Sonra makyajı tamamlayan bayana döndü: “Ra Im-sshi, gerçekten çok ama çok teşekkür ederim. Harika bir iş çıkardınız.”

“Benim için bir zevkti Han Seul-sshi,” diye gülümsedi orta yaşlı bayan. Han Seul’le eskiden beri tanışırlardı. Aslında kocaman bir güzellik salonu sahibiydi, yani böyle ufak işlerle ilgilenmezdi; fakat Han Seul’ün ricasını kıramayıp gelmişti. Han Seul’se bu ağzı sıkı kadını ekibe dahil etmekten dolayı büyük bir memnuniyet içindeydi.

Ra Im’i yolcu ettikten sonra Han Seul çakma prensese döndü:

“Bundan sonra size Prenses diye hitap edeceğim. Biliyorsunuz ki otel çalışanları ve emrimdeki adamlar da dahil olmak üzere burada benden başka hiç kimse gerçek kimliğinizi bilmiyor. O yüzden birazdan kahvaltı masasındayken rolünüze başlamanızı rica edeceğim. Lütfen kim olduğunuzu aklınızdan çıkarmayın…”

Ayça ciddi bir yüzle başını salladı. Han Seul gülümseyerek elini uzattı:

“O halde eğer hazırsanız ilk günümüze başlıyoruz majesteleri!”

Ayça da gülerek elini uzattı. Han Seul onu valse kaldıran kavalyesi edasıyla saygılı bir biçimde odadan çıkardı, kapının önünde saygıyla genç kızın önünde eğildi. Dışarıda onları gören birkaç kat görevlisi heyecanla birbirlerini dürtüklediler. Sonra, her biri kenara çekilip eğilerek onları selamladı. Ayça hafifçe gülümseyerek baş selamı verdi, ve büyük bir zerafetle koridorda yürümeye başladı. Han Seul hemen arkasından geliyordu. Genç adam Ayça’nın bu işi hemen kapmış olmasından dolayı keyiflenmişti; yüzündeki memnuniyet ifadesiyle güneş gözlüğünü gözüne taktı.

Biraz sonra Han Seul ve çakma prenses bir kahvaltı masasının iki ucunda karşılıklı oturuyorlardı. Han Seul İngilizce olarak:

“İlk durağımız başbakanın makamı sayın majestleri,” dedi, “Orada Danimarka-Kore arasındaki ticari ve siyasi bağların güçlendirilmesi üzerine bir görüşme yapacaksınız. Ardından Koreli işadamları ve sanayiciler derneği tarafından düzenlenen bir brifinge katılacaksınız. Bunu bir fuar açılışı izleyecek. Akşam ise şerefinize verilen bir kokteylde onur konuğusunuz…”

Ayça dikkatle başını sallıyordu. Bunların hepsini önceden biliyordu esasında; bir gün önceden her birinde nasıl davranacağı ve neler söyleyeceği teker teker ezberletilmişti kendisine.

Biraz sonra kahvaltı masasından kalktılar ve otel kapısının önünde bekleyen limuzine geçtiler. Ayça arka koltukta camdan dışarıyı seyrederken düşünüyordu: Bu işin altından başarıyla kalkabilecek miydi acaba?

“Korkmayın, her şeyin yolunda gideceğine eminim,” dedi Han Seul güven verici bir sesle.

Ayça şaşkınlıkla ona döndü: Genç adam aklından geçenleri nasıl da bilmişti? Han Seul ise güvenle gülümsüyordu. Ayça birden: “Bu adam yanımda oldukça korkmama gerek yok…” diye düşündü. İçi ısınıverdi. O da aynı sıcaklıkla Han Seul’e gülümsedi.

Biraz sonra, limuzin başbakanlık binasının önünde durdu. Şoför hemen inip prensesin kapısını açmak üzere hamle yaparken binanın önünde onu bekleyen gazeteci ve televizyoncular hareketlenmişti bile. Ayça arabadan ayağını atar atmaz flaşlar patlamaya başladı:

“Prenses Josephine! Ülkemize hoşgeldiniz!”

“Ülkemizi nasıl buldunuz?”

“Kore-Danimarka ilişkileri hakkında ne düşünüyorsunuz?”

“Sizce Kore Avrupa Birliği’ne girebilecek mi?” (Bu soruyu soran muhabir daha sonra salaklığı sebebiyle işten atılacaktı!)

Ayça ise bir an durdu, sonra kendinden emin bir biçimde gülümseyerek el salladı. Kırık olmasına özen gösterdiği bir Korece’yle:

“Merhaba Kore!” diye halkı selamladı.

Gazeteciler ve etrafta birikmiş olan halk, birdenbire coştular! Herkes Kore’ye adım atar atmaz Korece selamlamayı öğrenen bu canayakın prensese resmen bayılmıştı! Han Seul’se şaşkındı; genç kıza böyle bir şey yapmasını önerdiklerini hiç hatırlamıyordu. Ama anlaşılan insiyatif kullanmış ve çok zekice bir hamle yapmıştı. Han Seul onu takdir dolu bakışlarla süzdü.

Bu arada prenses ve beraberindeki koruma heyeti ilerleyip başbakanlık binasına girmişti bile. Başbakan, arkasında başka yüksek dereceli devlet memurlarıyla birlikte onu kapıda bekliyordu. Gülümseyerek prensesin elini sıktı:

“Ülkemize hoşgeldiniz Prenses!” diye selamladı genç kızı. Ayça da gülümseyerek İngilizce:

“Hoşbulduk! Nasılsınız bay Lee Myung-Bak?” diye onu selamlamıştı. Başbakan:

“Teşekkür ederim Prenses. Yolculuğunuz iyi geçti mi? Umarız buradaki ilk gününüzde sizi iyi ağırlayabilme şerefine erişiriz…”

Ayça yine gülümseyerek:

“Yolculuğum çok iyi geçti, çok teşekkür ederim…” derken birdenbire gözleri, başbakanın biraz arkasındaki bir genç adama takıldı ve lafı yarıda kaldı. Genç kız şok olmuş gözlerle bu genç memura bakakaldı.

Başbakanla birlikte kendisini karşılamaya gelen devlet memurlarının arasında, San Young da vardı!

-Bölüm Sonu-

3. Bölüm’ için 20 yanıt

  1. nerden başlasam ki .yine çok eğlenceli bir bölüm olmuş ama hiç ipucu yok .hain çingu kafam hala karışık 🙂
    ilk sevdiğim sahne han seul ‘un hastanede hae in ‘e kur yapmasıydı ama sonra bir baktım bizim ki ayça’ya vurgun .ne olacak böyle bilemedim. moon jae var .hem hae in ‘e yanık hem diğer kızlara kur yapıyor .bunlar ailece çapkın 🙂

    moon ‘un hae in yerine ayçaya serenad yapması güzeldi.
    sang young ayça ‘yı tanır mı acaba? tanırsa sorun çıkarır mı ? han seoul ‘un eski aşkı kim neden ayrıldılar merak ettim .
    moon ile han seoul konuşurken ben ayçanın kimliği ortaya çıkar sandım ama olmadı. hikaye hala gizemini koruyor .meraktan öldürmeden ipucları versen 🙂 yoksa veriyonda bende mi anlamıyorum. ellerine sağlık .bu bölümde çok eğlenceliydi. hele han seoul ‘un kur yaptığında ki halini hayal etmek paha biçilemez 🙂
    yeni bölüm yeni bölüm lütfen 🙂

    • @winpohu: Hahaha, sen hâlâ kim kiminle’yi tahmin etmeye çalışıyorsun di mi çingum? Ama ben söylemiştim, çok pis twist’ler yapıcam, daha 3-4 bölüm bunu size tahmin ettirmiycem 😀 😀 Ağzınızı açık bırakacak çok pis planlarım var; hadi hayırlısı 😛

      “Bunlar ailece çapkın” ahaha, bu lafına bittim çingu 😀 Eee, öyle valla, ben de o kadar yakışıklı olsam… ehem, neyse 😛 😛 Bu arada Han Seul’ün cool ve soğuk hallerinden biraz daha farklı bir yüzünü gördük, öyle değil mi? Siz ne düşündünüz bilmem, ama ben onun Moon Jee’yle sahnelerini yazarken çok eğlendim. İnsan kardeşiyle bir aradayken çocuklaşır ya, işte öyle… Bu arada Moon Jee ve Han Seul’ün kardeş olduğunu herkes tahmin etmiş miydi acaba?? İlk bölümün sonunda Akira şıp diye bilmişti, ama ben o zaman başka kimse fark etmesin diye geçiştirmiştim 😛

      San Young Ayça’yı tanır mı, tanıyıp sorun çıkarır mı… Evet, bu sorunun cevabını ben de merak ediyorum 🙂 4. bölümde göriciğiz.

      Yorumun için tekrar teşekkürler çingucum, ellerin dert görmesin 🙂 Şimdi sıra sende, bir sonraki bölümde sokak lambası altında öpüşenlerin kimliğini açıklamanı merakla bekliyorum 😀

  2. hahaha çingu tabi ben hala tahmin aşamasında kaldım 🙂
    ilk bölümde onların kardeş olduğunu bende anladım sanırım herkes anladı .belli bir durumdu .bak ben bile çaktım 🙂
    şaşırt beni çingu merakla bekliyorum. sokak lambası altında ki çift belli zati çok merak unsuru yok ki orada 🙂 ama fena imrendim şöyle karman çorman kimsenin bilmediği ,süpriz dolu bir hikaye yazmak istedim 🙂 ellerine sağlık tekrar 🙂

  3. bures_mi dedi ki:

    3.bölümün geldiğini görünce zevkten dört köşe okuyunca da sekiz köşe oldum:) Aha aha bu hızla devam. Bölümlerin arası fazla açılmasın.O kadar çok şey yazılabilir ki .Bölümü baştan sona kadar ağzım açık hoş bir mutlulukla okudu.Valla bizim kız da az değil buldu yakışıklı uşağı yanıbaşında fırsatı kaçırmıyor.Böyle bir şövalye ben de istiyorum.Elinde varsa gönder:)Zavallı şaşkın gazeteci sorusuna bittim.Kore’nin Avrupa Birliği’ne girmesi ha ha haaa:)Abi-kardeş diyalogları çok sıcaktı.Bunlar ailecek kızların kanına giriyor genlerinde var herhal:)Çiftler benim gözümde belli Han Seul&Ayça Moon Jee&Jae Hwa J.Hwa nişanlı ama San Young gibi gıcık,kariyer düşkünü herife fazla katlanılmaz.Gene yapacağını yaptın zurnanın gık dediği yerde bitirdin.Bence Merhaba Kore ile artı puan alan ayça öfkesine yenilip de manyakça bir hareket yapmaz.Sabır çekip darbeyi zamanında indirecek hatta prensesliğini kullanıp intikam alımlarına başlayacak.San Young bizim kızı tanımayacak tanırsa da işler nereye varır kestiremiyorum .Ama ben tanımasını istiyorum şahsen.Öle acı çekmesi daha zevk verici olacak.Sadistliğim mi uyandı ne?Çekeceği var neler olacak merakım had safhada.Merak ögesini iyi tutuyorsun.Han Seul neden ayrıldı? Kız niye gidip başkasıyla evlendi? İnşallah adam gibi bir sebebi vardır .Yoksa kız Han Seul’u bıraktığı için okuyuculardan dayak yiyecek benden demesi.Acaba zaman denilen bu efsunlu şey bizim cepheyede uğrar mı?Çok da ihtiyaç duyuluyor hani.Han Seul’ü sevdim.Duygularının analizini çarçabuk yapıp sonuca çabuk ulaşabiliyor.Milleti oyalamıyor ne zaman hislerini anlayacak diye. Yaaaaaaaa bu bölümde Moon Jee ile Han Seul’un Ayça’yı tanıdıklarını anlamalarını bekliordum.Her an ortaya çıkar diyordum ama çıkmadı:S Moon Jee’nin mavi gözlü yenge istemem davaları da hoştu.Okumaya doyamadım keşke hemen bitmese diyerek okudum.Nese diyorum 4. bölüm de tez elden selam eder ellerinden öper 🙂

    • @bures_mi: ben de senin uzuuun yorumunu okuyunca sekiz köşe oldum tatlım, çok sağol 😀 Dediğin gibi bizim kız da az değil: Yakışıklı şövalyeyi buldu, keyfine bakıyor, haha 😀 Ama maalesef bu yakışıklılardan elimde başka kalmadı, olsa dükkan senin 😀 😀

      Gazeteci sorusunu ben de sırıtarak yazdım 😀 Biraz “Leyla ile Mecnun” tarzı bir absürtlük oldu, ama olsun 🙂 🙂

      Çiftler konusunda acele etmeyelim, her an her şey olabilir 😀 Ama Jae Hwa ve San Young da denklemin dışında kalmayacak, bunu söyleyeyim sadece.

      Ayça’nın karakterini iyi çözmüşsün. Bence de öfkesine kapılmak yerine başka planlarla gelecek esas kızımız. Han Seul’ün eski sevgilisi konusuna tekrar gireceğiz; hatta belli mi olur, belki bu eski sevgiliyi dizide görebiliriz bile. Han Seul’ün “adam gibi adam”, kararlı ve karakterli kişiliği benim de hoşuma gidiyor. Adam pat diye kendini çözdü, “ben bu kızdan hoşlanıyorum” dedi, bitirdi kafasında. Ama Ayça’nın henüz ne düşündüğü belli değil; ne de olsa çok yakın zamanda kalbi çok kırıldı… Bakalım o da zamanla bu yakışıklı şövalyeden hoşlanmaya başlayacak mı, yoksa çok başka şeyler mi olacak?? Sanırım bu soruların cevabı 4te biraz daha belli olacaktır 🙂

      Yorumun için tekrar teşekkürler bures_mi’ciğim 🙂 Dördüncü bölüm en kısa zamanda gelecek ^^

  4. Selam çingu!
    Nihayet okuyabildim. Kaç gündür elimde çıktılar ordan oraya dolaşıyorum. Bugün çay keyfi ve seçtiğin fon müzikleri eşliğinde okudum hikayeyi. Tam 18 sayfa(7,438 sözcük!) 😛 Üstelik sayfayı daraltıp, yazıları hafif küçültüp öyle çıktı aldım. Her hafta uzun uzun yazmak zahmetlidir heralde. Hikaye yazan çingular olarak epey emek veriyorsunuz, kolay gelsin hepinize:))

    Çok eğlenceli bir bölüm olmuş, ellerine sağlık!!~
    Han Seul’ün, Ayça’dan etkilenmesine, hoşlanmasına sevindim. Güzel bir ikili olacaklar:)) Moon Jee ve Han Seul aynı kişiden bahsetmelerine rağmen durumu pek kavrayamadılar gibi. Neyse bu durumu öğrenmeleri de güzel bir sahne olacaktır diye düşünüyorum 😛

    Moon Jee’nin Teoman’la, Emre Aydın’la ve daha bir çok güzel Türk şarkısıyla tanışmasına sevindim!! 😀 Bestesini tamamlayıp Ayça’ya serenad yapması da komik oldu. Neyse Ayça sayesinde belki de Hae In ile daha çok vakit geçirme şansını bulur, kimbilir.. Hae In ve Moon Jee arasındaki isim olayı güzeldi ama asıl Ayça’nın iç sesi güzeldi: Biraz zorlama olmuş ama.. :))

    Nedense Jae Hwa’nın pek iyi niyetli bir karakter olmadığını düşünüyorum 😛 Moon Jee’nin başına iş açmasa bari. Olası aşk üçgenine katılma olasılığı yüksek gibi geldi bana 😛 😛

    Son sahne hiç aklıma gelmemişti. Ayça çabuk toparlanır umarım. San Young bence farketmeyecek durumu bakalım tutacak mı tahminim.. Ayça’nın intikamı şekillenir belki bu karşılaşmayla birlikte..

    Müzikler çok güzeldi. İdil Üner’i ilk kez dinledim ve çok beğendim. Hemen face, twitter her yerde paylaştım:)) Aynı şekilde Jason Mraz’ı da keşfetmiş bulunuyorum. Güzel seçimler yapmışsın.

    Ellerine sağlık^^

    • @mydestiny: Selam çingucum! Ben de çooook teşekkür ederim güzel yorumun için! Valla ben emek veriyorum vermesine, ama siz okuyucularım da her hafta 18-20 sayfalık hikaye bölümleri okuyarak az emek vermiyorsunuz! Bazen kendime kızıyorum, bölümleri daha kısa tutmak geçiyor içimden; ama yapamıyorum bi türlü 😛 Ben de böyle uzun uzun yazmadan kafasındakileri tam olarak anlatamayanlardanım maalesef… 😛

      Han Seul-Ayça ikilisinin kimyasının tuttuğunu düşündüğüne sevindim. Moon Jee ve Han Seul aynı kişiden bahsettiklerini ne zaman ve ne şartlar altında anlayacaklarını göreceğiz 🙂 Moon Jee’nin sonunda kendi beğenisine yakın müzikler keşfetmesi benim bile içimi rahatlattı, haha 😀 Onun Türk müziğini arabeskten ibaret zannetmesine dayanamazdım! 😀 Bakalım Ayça da Berna’nın San Young’a yardım etmesi gibi Moon Jee ve Hae In için uğraşacak mı? 😉

      Jae Hwa henüz kapalı kutu. Evet, zamanla onun iç dünyasını daha çok göreceğiz.

      Ayça’nın intikamı gerçekten de bu son sahneyle şekillenmeye başlayacak! 😀 Bu da böyle bir spoiler olsun, fragman niyetine 😉 Hatta bir sonraki bölüm özellikle bu intikam üzerine kurulu desem yalan olmaz 😛

      Müzikleri sevmene çok sevindim canım! İdil Üner ve Güneşim yeniden karşımıza çıkacak. Jason Mraz da benim içimi kıpır kıpır eden, çok sevimli müzikler yapıyor, onu da bu vesileyle tanıtmış olalım. Sevgilerimle, yeni bölümde görüşmek üzere 😉

  5. selamlar hikarucum, su gibi bitiverdi bir bölüm daha.. yine çok tatlı harika bir bölüm olmuş.. artık söylememe de gerek yok gerçi 🙂

    bu hikaye sanırım görüldüğünden de karışık, o moon jae’den hoşlanan kız şu san young’un nişanlısıydı.. moon jae han seul’ün kardeşi.. han seul ayçadan hoşlanıyor.. her karakter birbirine bağlı bir yerde.. toparlaması çok zor bir hikaye seçmişsin canım.. tekrar tebrikler ne diyeyim 🙂

    ah o gong yoo’nun tatlı aşık halleri.. nasıl tatlı bir şey bu çocuk yaa.. hele dağılan karizmasını toplamak için yaptığı o cool konuşma 🙂 ah erkekler ya her hareketleri planlı! güzel bir tespit olmuş bu da 🙂

    Türkçe şarkı isteğimi my lovely roommate de de yazmıştım sana.. ve redd harika bir seçim olmuş, tebrikler! hele meleksin güzel, en sevdiklerimden..

    hoi hoi song da senin yaratıcılığının bir ürünü olmuş resmen 🙂 nasıl güldüm okuduğumda.. tabi ya bizim ayça’nın miho’dan nesi eksik? moon jae’yi de öyle şarkı söylerken düşününce güzel oldu bu şarkı güzel 🙂

    son olarak san young’un ayçayı görmesi beni şaşırttı, açıkçası bu andan sonra neler olabilir kestiremedim. ayça’yı tanıdı mı, tanısa bile bu iki günlük prenseslik macerası nasıl bir intikama vesile olacak? senin yaratıcılığına bırakıyorum her şeyi artık, harika şeyler çıkacak eminim..

    bu arada 4. bölümü atmışsın.. çok sevindim! bir an önce okumalıyım.. kendine iyi bak canım^^

    • @masalevi: sağol tatlım, yine harika bir yorum okudum senden, ağzım kulaklarımda 😀

      evet, sanırım ilişkileri epeyce karmaşıklaştırdım 😛 ama karakterlerin birbiriyle pek çok değişik yerden ilişkisi olması ilerideki planlarım için gerekli: okurlarımı ters köşe yapabilmek için bunlardan güç alacağım, haha 😀

      gong yoo’nun sahnelerini yazarken çok keyif alıyorum. onun karizmatik görünürken içten içe biraz acemi aşık halleri, kız tavlamak için planlar yapıyor olması çok hoşuma gidiyor! 😀 karizmasını konuşturması ve kızın bundan etkileneceğine duyduğu güven gibi mesela 🙂 o da az değil ha! 😀 😀

      şarkıları beğenmene sevindim! redd’in müzikleri gerçekten yakıştı hikayeye. sadece o değil, pilli bebek de kullanacağım ileriki bölümlerde.

      hoi hoi song, moon jee’nin ayça’yı mavi gözlü bir gumiho olarak görmesinden ilham alınarak akla geldi 😀 😀 moon jee’nin bu şarkıyı söylediği andaki şebek ve şirin suratını hayal edebiliyorum 😀

      ayça ve san young tekrar karşılaştılar… evet, bir sonraki bölüm ikisinin hikayesi olacak. bakalım alınacak olan intikam hakkında sen ne düşüneceksin? 😉 sevgiler, tekrar teşekkürler ^^

  6. Allah allah :D:D
    Moon Jae beni kaparıyor ya 😀 Bu kızın içine zeyna kaçmış bayıldım resmen.

    Ayça’nın bu işi hemen kıvırması çok iyi olmuş. Çünkü genellikle prenseslik işini öğrenen mal olur 😀 Neyse Ayça zeki bir kız güzel becerecek. Son sahnenin normalde endişelendirmesi gerekiyordu hani işi batırma potansiyeli olabilir diye ama ben endişelenmedim üstesinden gelecek ancak Han Seul Ayça’nın geçmişini merak edecek tabiki özellikle sanmıyorumki San Young ile olan durmu gözünden kaçsın kesin fark eder. Bu arada kesinlikle San Young ve nişanlısı ilişki çemberinin dışında kalsın. Hatta bence Jae Hwa ile Moon Jae arasında bir şeyler olma ihtimali yüksek mal gibi ortada kalacak olan San Young olsun lütfen. HAe In içinde üzülmeye razıyım çünkü Han Seul ile Ayça olsun çok istiyorum. Ha birde gözümden kaçması bu Han Seul’ün ex aşkları falan birde o çıkmasın yahu 😀 Kalbim dayanmaz 😀

    Ellerine sağlık çingu yine çok güzeldi 😉

    • @sermin: beni bilirsin çingum, salak esas kızlara tahammülüm yoktur! o yüzden ayça’nın da zeki ve iş bilen bir hatun olması kaçınılmazdı 😀 😀 gerçi ayça, berna’ya göre biraz daha çekingen ve utangaç; biraz daha sessiz sakin, ve berna gibi her şeyi kontrolünde tutan iş bitirici bir kız değil… ama o da sonuçta akıllı bir kız, ve prenseslik işini elinden geldiğince kıvırmaya çalışıyor 🙂

      dördüncü bölümü zaten çoktan okudun; ama daha okumadan yazdığın bu yorum çok yerinde olmuş: tam da dediğin gibi, han seul ayça’nın san young’la ilgisini keşfediyor ve bu kızın geçmişini merak etmeye başlıyor…

      San young ve nişanlısı çemberin dışında kalamazlar; çünkü ikisi benim joker elemanım 😀 onlar sayesinde çok enteresan aşk üçgenleri oluşturabilirim 😀 😀 ama sonunda esas kızı/erkeği kim kapacak; bu hiç belli olmaz; bir şey diyemiyorum 😀 😀

      Han Seul’ün eski aşkı ortaya çıkmazsa hikayenin tadı yeterince çıkmaz 😀 hatta bu kişinin kim olacağını bile kafamda belirledim 😀 cümleten sevdiğimiz bir aktris; o yüzden şimdi bu kadar karşı olduğun bu işe o zaman daha sıcak bakabilirsin 😉

      yorumun için çok teşekkür ederim tatlım! hemen diğer bölümdeki yorumunun cevabına geçiyorum ^^

  7. makinosev dedi ki:

    tentürdiyot da neymiş batikon sen bizim herşeymizsin! ben de hikayemde kullanacağım bunu mutlaka 😀

    “Han Seul ise odadan çıkarken kendi kendine sırıtıyordu. Güzel bir kızla flört etmeyeli uzun zaman olmuştu. Genç adam: “Ee, bayrağı artık bizim çapkın ufaklığa devrettik,” diye sırıttı. Yine de arada bir böyle ufak heyecanlar güzel oluyordu canım; insanın hayatına renk katıyordu!” gong yoo’nun ben çok yakışıklıyım havalarına öldüm, artist n’olcek! üstelik şu lafı etmese dicektim ki hae in’den hoşlancak ilerde, ama öylesine flört etmiş belli ki, yani ayça’mız kesin han seul ile çift olacak bence 😀
    ama moon jee’ye de yakıştırdım aslında :S yine de oyum han seul’e 😛

    “Etiket… derken?” … ayça ile aynı tepkiyi verdim ben de 😀 ama en çok o sahnelere bayıldım, zaten zavallı köprüden atlamadan önce bavullarının nerde olduğunu bile hatırlamıyordu, yeni cicileri de olmuş oldu böylelikle 😀 18binde az para değil hani 😀

    ayçayı gumihoya benetmeyen tek kişi han seul galiba 😀 melek deyip duruyor oğlan sürekli 😀

    “Aylaklık yüksek bir ahlâktır Hyung: Bütün dünyevi hırslarından arınmış olmak, çok çalışıp deliler gibi para kazanamayacağını kabullenmek ve sakince, tembelce yaşamak büyük bir erdemdir” 😀 😀 ohh valla dünya moon jee’ye güzel 😀

    idil üner’in şarkısı cuk oturmuş buarada, temmuzda filmini zaten çok severim bu şarkıdan dolayı 😀 teoman ve emre aydın ile de sonunda kendimizi beğendirebildik moon jee’ye 😀

    “Ayça birdenbire başını çevirip ona gözlerinde vahşi bir ışıkla bakınca da iliklerine kadar titredi genç adam: “Bırrrr! Valla fazla düşünmeye gerek yok; sen şu gözlerle iki dakika baksan eleman korkudan felç geçirir zaten!” “Onun ağzına s.çacağım!!!” diye bağırdı Ayça öfkeyle. ” allam allam ben bunu okdum ya yerlerdeyim, toki gumiho! resmen 😀

    “İyi laf yapan bir ağız her zaman iş yapar dostum,” diye sırıttı Moon Jee de. Aslında skor peşinde koşuyor değildi. Sadece kızlarla flört etmek ve onların güzel sözleri karşısında erimesini izlemek genç adamın hoşuna gidiyordu, hepsi bu. Yoksa kalbi Hae In’le dopdoluyken başka kızları yatağa atmakla uğraşacak biri değildi o. Genç adam kendini “eski zaman centilmeni” diye tanımlardı. Yani kadınlara karşı kibar davranan, iyi eğitimli ve yakışıklı bir erkekti sadece. Ve evet, böyle olunca fena halde popüler olmak da kaçınılmaz oluyordu…” yani adam kayırmanında bu kadarı, tamam sjk oynuyor bu karakteri ama böyle de adam aklanmazki 😀 külahıma anlat sen onu dedim okuyunca, hiç alınma çingum 😀 😀

    şarkı değişip jason mraz olunca olunca hikayeyi burakıp azıcık klip seyrettim buarada, ama hemen hikayeye döndüm valla ha bak 😛 😀 bu arada çok heyecanlı bir yerde bırakmıştın bölümü, gözümden uyku akıyordu yine de 4.bölümü okumadan yatmadım dün 😀

    • @makino: ahah, yine mi batikon kullanmışım? batikon sen bizim her şeyimizsin! 😀

      gong yoo’nun artist havaları adamı öldürür yav 😀 ama yakışır da kerataya haaa! 😀 ayça’mız han seul’le mi olacak, hep birlikte göriciğiz efemm 😛

      ayça’nın cicileri ve deli gibi para kazanacak olması tam peri masalı gibi, di mi? o kısımlarda uçtuğumu kabul ediyorum, ama kore dizilerini bu masalsı havalarından dolayı sevmiyor muyuz zaten deyip hemen kendimi aklıyorum 😀 😀

      moon jee’nin aylaklık felsefesini emre yılmaz – şeytanın fısıldadıkları’ndan çarptım. moon jee tembeline de çok yakıştı 😀 ayrıca evet, sonunda türk rock’ının güzel ezgileriyle kötü imajımızı koreli müzisyenlerin zihninden silmiş olduk böylece 😀

      hahaha, çok pis adam kayırırım, hele bu adam sjk ise! 😀 napiyim oğlum, ona playboy imajını yakıştıracağımı düşünmedin de mi?! sjk’yı playboy yapacağıma gay yaparım daha iyi! 😀 😀 kıskanç bir hayranım ben 😛

      ah benim fedakar çingucum, sağolasın valla, ne diyim 🙂 günümü şenlendirdin şu son lafınla. ama sen gene de uykundan olma; artık bölümler yavaş yavaş geleceği için sen de yavaş yavaş okuyabilirsin 😀 öptüm, bir sonraki yoruma geçiyorum ^^

  8. acaip durum dedi ki:

    yaa ama hep bölümü bitirdiğimde ağzım bir karış açık kalıyor 😀

    ayy hadi moon jee’nin düşerken kurtardığı kızı tahmin etmiştim ama şu son olay acaip şok yaşattı bana !!

    tam şarkıya da iyice kaptırmış, mutlu mesut yüzümde kocaman bir gülümsemeyle okumaya devam ederken başbakanın arkasındaki genç adam deyince.. ahh resmen kalp ritmim değişti, üzerimden soğuk bir dalga geçti.. :S

    ve hala şoklardayım..

    ya birde ben bu bölümü okurken han seul’e karşı kendimi çok üzgün hissettim -bana noluyorsa :)-.. yani bu adama sonradan çoook üzülücem gibi geliyor.. zaten genelde ikinci adama üzülmekten dizilerden zevk alamıyorum ama neyse ki burda bir numara dünya tatlısı moon jee 😀 o yüzden benim tarafım net belli..

    gong yoo hayranları tasalansın 😛 😀

    tabi birde senin bu iki kardeşi fazla kapıştırmayacağını düşünüyorum.. gerçi biraz rekabet de fena olmaz 😉 ama o hae in de iyi gibi ya çok yılanlaşmasa bari..
    ayy yada vazgeçtim, tahmin falan yürütmeden, germeden okumaya devam ediyorum 😀

  9. acaip durum dedi ki:

    aa birde nihayet zeki bir başrol !! mal -sakar-şaşkın prenseslerden sonra esaslı türk kızı çok iyi geldi 😀

    • @acaip durum: hahah, bunu defalarca başka yerlerde tekrarlamıştım; ben de sakar-şaşkın esas kızlardan fenalık geçirdiğim için akıllı bir kız yaptım esas kızımızı. tabii türk olmasının da etkisi var; oralara kadar gitmişken bizi iyi temsil etsin, öyle değil mi? 😉

      san young’un 4. bölümde ayça’nın elinden neler çekeceğini zaten okumuşsun, o yüzden o konuya girmiyorum 😀 han seul’e ise üzülmek için henüz çok erken. ayrıca olaylar hiç beklemediğin biçimde gelişebilir, sen kendini belli bir şeye şartlandırma derim 😉 bu arada hae in de iyi gibi ama yılanlaşmasa bari derken çok güzel bir tahminde bulunmuşsun, bakalım neler olucek? 🙂 yorumun için teşekkürler tatlım, bir sonraki yorumuna geçiyorum ^^

  10. Ahh çok eğlenceli bir bölümdü. Etrafta salak salak sırıtarak bu hikayeyi okumak cidden çok eğlenceliydi.

    İki kardeşin bu kadar çabuk yanyana gelmelerini beklemiyordum gerçi. Baba parasından bahsedince Hanseul bir duraksadım noluyoruz diye. Bu çocuklar ezilmiş halktan kendi güçleriyle sıyrılıp ayakta duran tipler değiller miydi? Hayalgücüm oyun mu oynamıştı bana bunca satırdır?

    Zavallı Moon Jee en sonunda aşk şarkısını bitirip muhteşem bir serenat yaparken karşısında Çaaat! diye Ayça’yı görünce ne içim burkuldu 😀 Tipik türk kızı olmadık yerlerde olmayacak şekilde kadraja dahil oluveriyor pöööf 😦 Üzülme Moon kalbimiz seninle 😉

    Hae İn ve Hanseul birbirlerine kalp hızlandırıcı hap muamalesi yapmaya deva etsinler ama Ayça’da artık biraz daha aktif olsun diyorum anacım ^^

    Ayça karşısında nappınnamcayı gördü ya son dakika golü olarak 😀 Sırıttığımı belirtiyorum sadece vereceği tepkiler bütün Türk kızlarından tüm nappın namcalara gelsin anacım ^^

    Okadar detay var ki yazılacak ama okumam gereken o kadar güzel bölümler beni beklerken burada kalmak çok zor (: Mianhe çingu Ellerine sağlık bir kez daha (:

    • @OhYoonJoo: İki kardeşin bir araya gelme zamanı gelmişti 😉 Aslında herkes çoktan onların kardeş olduğunu anlamıştı ama satır aralarını kaçıranlar için yine de sürpriz olmuştur belki 😉 Bu arada baba parası kısmını hemen açıklayalım, yanlış anlaşılmasın: İki gencin ailesinden gelen yüklü miktarda paraları var. Han Seul çalıştığı için bu paraya ihtiyacı yok, ama Moon Jee henüz öğrenci; barlarda çalarak kazandığı yaşamasına yetmiyordur haliyle 😉 İleride bu konuya kısaca tekrardan değineceğiz ama şimdiden böyle anlatayım da gül gibi çocukları hazır para yiyicisi zannetme 😀 😀

      Moon Jee’nin serenat yaparken karşısında Ayça’yı bulup afallamasını gözümün önüne getirince acayip komik bir sahne olacağına inanıyorum 😀 😀 Tipik Türk kızı, ahahah, çok hoşsun Ohyoonjoo! 😀 Moon Jee’nin aşkını açacağı bir fırsat pek yakında gelecektir, merak etme sen 😉

      Hae In ve HanSeul’ün arasında olan bitene Ayça da yakında dahil olacak 😉 Bu arada kulaklarımı bol bol çınlatacağını nerdeyse şimdiden duyar gibiyim! 😀 😀

      Ve de Ayça’nın San Young’la yüz yüze gelmesi: Evet, büyük şeyler olacak, yeni bölümü bayinizden ısrarla isteyiniz! 😀 Yorumun için teşekkür ediyorum canım ^^

  11. İnanmıyorum… Ayça umarım bir çuval inciri berbat etmez bu siniriyle 😀
    Her neyse benim takıntılı olduğum konu sonunda aydınlığa kavuştu ya artık içim rahat 😀
    Han Seul ‘ün eski sevgilisi de kim ola ki? Sonradan peydah olmamasını umuyorum Adamcağızın başında bir aşk üçgeni var zaten (yani olacak diye düşünüyorum ) ( Hae In – Han Seul – Ayça )
    Hoi Hoi şarkısı ne yakıştı bu kıza bu arada 😀
    Moon Jee’nin de sürpriz güme gitti ona da çok üzüldüm kıyamam moon jee sana 😦
    Ellerine sağlık @hikaruivy Harika bir bölümdü 🙂

    • @Selin: Ben cevap yazana kadar sen cevabı çoktan öğrenmiş oldun ama yine de söyleyeyim, merak etme, Ayça akıllı kız! 😉 Ayrıca evet, abi-kardeş ilişkisi sonunda açıklanmış oldu 😉 😉 Han Seul’ün eski sevgilisi gelir mi gelmez mi bir şey diyemeyeceğim, ama aşk üçgenini şimdiden çözmüşsün. Gerçi dörtgen, hatta beşgen mi demeliyim bilemiyorum 😛

      Hoi hoi süper şarkı değil mi? Mavi gözlü kızlara özel servis! 😀 😀

      Moon Jee’nin sürprizi güme gitti ama Moon Jee-Ayça arasında güzel bir arkadaşlık başladı, bu da iyidir bence 🙂 Teşekkür ederim tatlım, bir sonraki yorumuna geçiyorum ^^

mydestiny için bir cevap yazın Cevabı iptal et