On Altıncı Bölüm (FİNAL): Başka bir bedende, başka bir yüzde…

My Best Friend’s Wedding OST: Amanda Marshall – I’ll Be Okay 

Kang Hyuk üzerine yağan kar taneleri arasında yürüyordu… Yüzünde bazen hafif bir gülümseme beliriyor, bazense koyu bir hüzün kaplıyordu gözlerini. Az önce Ji Ah’yı Min Woo’ya sarılırken görünce tek kelime etmeden dönmüş, gerisin geri yürümeye başlamıştı. Onları rahatsız etmek istemiyordu. Belli ki Ji Ah’yı teselli etmek için söyledikleri gerçek olmuş, Min Woo onu affetmişti. Ji Ah da ona geri dönmüştü…

Zaten dönmeyip ne yapacaktı ki? Orada, Min Woo’nun yanında ışıltılı bir hayat onu bekliyordu: Muhteşem evlerde yaşayacak, ünlülerle kanka olacak, tüm dünya kadınlarının kıskandığı bir hayat sürecekti. Min Woo’nun ona verebileceklerinin yanında Kang Hyuk’un aşkı o kadar zavallı görünüyordu ki, genç adam yüreğindeki tüm acıya rağmen kendi kendine alayla gülümsemeden edemedi: “Bir kitapçı dükkanı, üzerinde de iki odalık bir ev… Hahaha, Ji Ah’yı bunlarla ikna edebileceğini düşünüyorsan tam bir aptalsın sen oğlum!”

Kang Hyuk sinirli sinirli güldü. Ancak hemen sonra gülüşü söndü, yüzüne acıklı bir ifade geldi. Başını kaldırdı, kar taneciklerinin usul usul yağdığı gökyüzüne dikti yaşarmış gözlerini. Kar tanelerinin ıslaklığı, gözlerinden süzülen yaşlara karıştı.

“Sen mutlu ol, yeter… O zaman ben de mutlu olurum prenses…” diye mırıldandı, Ji Ah’yla konuşur gibi. Kendini rahatlatmak istercesine elini kalbine götürdü, hafifçe pat patladı: “Her şey yoluna girecek, tamam mı Kang Hyuk? Her şey iyi olacak… Aal iz well… ”

Ama yararı yoktu. Kalbindeki ağırlık an be an daha da artıyordu. Bir an öylesine ağırlaştı ki yükü, Kang Hyuk daha fazla dayanamayacağını hissetti, oracıkta bir kaldırım kenarına çöküverdi.

Ve ellerini yüzüne kapatıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı…

*********************************

Ji Ah’nın başı dönüyordu. Kısacık bir sürede o kadar çok duygu değişimi yaşamıştı ki, beyni uyuşmuş gibiydi, kendi hislerini bile artık çözemiyordu. Dün gece Min Woo hiç beklenmedik bir anda gelip ona sarıldığında şok geçirmişti. Min Woo’nun jesti küçümsenecek gibi değildi, adam Taeyang’ı getirip kendisi için şarkı söyletmişti yahu! (Zaten Ji Ah o sırada Min Woo’yu bırakıp Tae’nin kollarına atılmamak için kendini zor tutmuştu…) Ancak tam da Min Woo ona kendilerinin geçmişte yarıda kalmış bir aşkın devamı olduklarını açıklarken köşe başında, elindeki kahveleri düşürüp şok içinde açılmış gözlerle kendilerine bakan Kang Hyuk’u görmüştü ve…

Ji Ah birden “Arghhh!” diye bağırıp hınçla kısa saçlarını karıştırdı. Ne hissettiğini, daha doğrusu ne hissetmesi gerektiğini bir türlü çözemiyordu! Gece boyu düşünmüş, düşünmüş, bir yere varamamıştı. Sabah olunca da ilk iş Young Hee’yi arayıp onun karşısında bulmuştu kendini. Onu yargılamadan dinleyip tüm bunlara bir anlam vermesine yardımcı olacak birine öyle ihtiyacı vardı ki…

Ama zavallı Young Hee’nin de kafası bir dünya olmuştu dinlediklerinden:

“N-nasıl yani?? Min Woo-şi sana âşık mı?? Hem de Taeyang’ı getirip sana serenat mı yaptırdı? Ji Aaaaaahhhh, ne kadar şanslısııııııınnn!”

Ji Ah hafifçe gülümsedi.

“Evet ya… Çok şanslıyım, hatta böyle bir şeyden sonra ayaklarımın yere basmaması, bulutlarda geziyor olmam falan lâzım di mi…” Sonra yüzü bulutlandı: “Ama ben neden böyle hissedemiyorum Young Hee?! Neden Kang Hyuk’un bizi gördüğü andaki yüzü gözümün önünden gitmiyor?? Bana “sizin birlikte olmanız kader, bak görürsün Min Woo sana geri dönecek…” falan derken bana olan duygularından kurtulmuş gibi görünüyordu, ama dün gece sokağın köşesindeki o hali… Ellerinden kahveleri düşürmesi… Offf….”

Ji Ah birden Young Hee’nin gözlerinin dolmaya başladığını fark etti ve dudaklarını ısırdı: Arkadaşının duygularını düşünmeden konuştuğu için kendini tokatlamak istiyordu!

“B-ben özür dilerim,” diye kekeledi, “Düşünmeden konuştum, Kang Hyuk’un senin için çok değerli olduğunu biliyorum, çok özür dilerim!”

Young Hee çabucak dolan gözlerini elinin tersiyle silip gülümsedi:

“Yooo, özür dileme… Onun beni değil seni seviyor olduğunu uzun zamandır, taa doğumgünümden beri biliyorum ben… Bunun için seni suçlayacak değilim ki…”

Ama hemen sonra, yeniden hüzünlendi genç kız:

“Sadece… sadece onun mutsuz olması, ve benim bu konuda bir şey yapamamam canımı çok yakıyor… Kang Hyuk da mutlu olsun istiyorum… Ama onu ben mutlu edemem ne yazık ki…”

Ji Ah birden: “Onu sadece ben mutlu edebilirim, öyle değil mi…” diye düşündü acıyla. Ancak Young Hee arkadaşının ne düşündüğünü anlamıştı, hemen atıldı:

“Ji Ah, sen de bu konuda bir şey yapamazsın, sakın kendini suçlama! Yani Min Woo-şi gibi bir yıldız dururken zavallı Kang Hyuk’un ne şansı olabilir ki, kendisi de bunu biliyordur… Sen de seni mutlu edecek olan insanı, asıl sevdiğin kişiyi seçmelisin sonuçta…”

Ji Ah burukça gülümsedi ve uzanıp Young Hee’nin masanın üzerinde duran elini tuttu. Young Hee de onun elini sıkıp hafifçe gülümsedi. “Seni anlıyorum,” demenin bir yoluydu bu ikisi için de…

Biraz sonra Ji Ah arkadaşının yanından ayrılıp yılbaşı hazırlıkları ile cıvıl cıvıl olmuş sokaklara atmıştı kendini. Etrafında yılbaşı alışverişi için neşeyle koşturan insanları bile fark etmeden dalgın dalgın yürürken düşünüyordu: Young Hee “Min Woo-şi dururken Kang Hyuk’un ne şansı olabilir ki?” demişti. Tüm dünya da böyle düşünüyor olmalıydı. Ama Ji Ah’nın içinde bir yer isyan ediyordu bu düşünceye. “Kang Hyuk sıradan bir adam olabilir, ama o bir kadını tüm bu şöhretli yıldızlardan, yakışıklılıkları ile baş döndüren adamlardan çok, ama çok daha mutlu edebilir!” diye bağırmamak için kendini zor tutuyordu. “Çünkü bayanlar baylar, bir kadını mutlu etmek için mücevherlere, pahalı tatillere, boy boy fotoğraflarının dergileri süslemesine gerek yoktur: Onu çok sevmeniz ve bu sevginizi gösterecek biçimde hareket etmeniz yeter de artar bile… Ve benim sevgili Kang Hyuk’um, sevdiği kadını dünyanın en mutlu insanı yapacak kadar geniş bir gönle sahiptir…”

Ancak diğer yandan Min Woo’nun anlattıkları vardı ki, genç kızın kafasını allak bullak ediyordu. Min Woo’nun rüyasında Jong Hwa’nın prensese yazdığı mektupları vermesi nerdeyse tüm gerçeği açık etmişti. Min Woo son rüyasını ona bir çırpıda anlatmış, sonra da gözleri parlayarak eklemişti:

“Nasıl ki Jong Hwa benim büyük büyük dedemse, prenses He Ran’ın da senin büyük ninen olduğuna hiç şüphe yok Ji Ah! Ve biz, onların yarıda kalan aşkını devam ettirmek için dünyaya geldik! Düşünsene, tüm bunların, benim gördüğüm rüyaların, senin benim yanımda çalışmaya başlamanın, hepsinin, hepsinin bir anlamı olmalı!”

Ji Ah ona hak veriyordu vermesine, hatta tüm bu olanlardan dolayı başı dönmüştü kızın. Ama…

Ama içinde ufak bir kıymık vardı ki, ne olduğunu kendi de adlandıramıyordu bir türlü. İhtiyatlı bir biçimde:

“Diyelim ki mektupları gerçekten senin büyük deden benim büyük nineme verdi,” demişti, “İyi ama, mektuplarla birlikte gelen yeşim taşı kolyeye ne oldu peki? Onun da bizde olması gerekmez mi?”

Min Woo aldırmazca omuz silkti:

“Belki bir zamanlar o da sizdeydi; ama bir şey oldu, düştü kırıldı mesela… Bunun bir önemi yok ki… Mektuplar yeterince büyük bir delil değil mi?”

Ji Ah gönülsüzce de olsa başını sallamıştı. Evet, mektuplar büyük bir delildi; Min Woo’nun rüyasının gerçeği yansıttığı konusunda Ji Ah’nın şüphesi yoktu. Ama… yine de gerçeğin bir parçası hâlâ eksik gibiydi işte…

Ji Ah aklı düşüncelerle dopdolu yürümeye devam ederken birden telefonu çaldı. Genç kız aleti çıkardı ve ekrandaki bilmediği numaraya şüphe içerisinde baktı. Sonra ihtiyatla kulağına götürdü:

“Alo?”

“Ben Wang Hyo Rim,” dedi karşıdaki ses. “Ji Ah, mümkünse seninle bir an önce konuşmak istiyorum. Lütfen…”

*********************************

Suju – Someday

Bir saat sonra Ji Ah Hyo Rim’in evinin görkemli salonunda, birkaç hafta önce Kang Hyuk’un oturduğu koltukta oturuyordu. Genç kız huzursuzca kıpırdandı ve gözlerini çevrede dolaştırmaya başladı. Hyo Rim’in hizmetçisi onu içeri almış, salonda beklemesini, hanfendinin birazdan yanında olacağını söylemişti. Ji Ah beklemeye başladı. Bir süre sonra sıkılınca ayağa kalkıp odadaki pahalı eşyalara göz gezdirmeye koyuldu: Duvardaki soy ağacı tablosunu görünce bir an afalladı ve bıyık altından güldü: Hyo Rim’in ailesi soylulukları ile övünen bir aileydi demek… “Eh, sen de kral soyundan gelsen belki sen de böyle olurdun Ji Ah, kınama bence,” dedi iç sesi ona. Sonra bir an durdu: “İyi de… Min Woo’nun rüyalarına bakılırsa ben de kral soyundan geliyorum zaten… Hatta Hyo Rim-şi’yle onuncu göbekten kuzen filan olabiliriz!”

Ji Ah kendi kendine sırıtırken birden kapıda Hyo Rim belirdi. Ji Ah birden düşüncelerinden sıyrıldı.

“Özür dilerim… Beklettim mi?” dedi genç kız ve gelip elini uzattı.

Ji Ah onun elini sıkarken şaşkınlık içerisinde: “Ne kadar… zayıflamış!” diye geçti içinden. Daha kısa bir süre önce kayak tesisinde gördüğü canlı, hafif asabi ve alaycı kız bu muydu? Şimdi Hyo Rim bir deri bir kemik kalmıştı, gözlerinin altında koyu halkalar belirmişti, sapsarı ve son derece sağlıksız görünüyordu.

“Siz… iyi misiniz?” dedi Ji Ah sesinde belli bir endişeyle.

Hyo Rim kederle gülümsedi.

“İyi değilim,” dedi dürüstçe. “Günlerdir uyuyamıyorum… Yemek yiyemiyorum… Canım öyle acıyor ki…” Derin derin içini çekti ve acıklı bir ifadeyle Ji Ah’ya baktı: “Dün gece Min Woo’nun senin evine geldiğini, sana seranat yaptığını biliyorum… Nasıl olduysa olayı kimse cep telefonu kamerasıyla çekmemiş, herkes şoktaydı heralde…  Ama fısıltı gazeteleri çalışmaya başladı bile, herkes senin kimliğini merak ediyor… Ben… bense duyar duymaz sen olduğunu anladım!”

Hyo Rim bir an durakladı. Gözlerinde yaşlar birikmişti. Elinin tersiyle sildi bunları.

“Kaybettiğimi biliyorum,” diye fısıldadı. “Min Woo’yu ne kadar sevsem de bu yarışı kazanmamın imkânı yok… O seni seçti, seni seviyor!”

Sonra yaş içerisindeki gözlerini kaldırdı, acıyla Ji Ah’ya baktı:

“Ama… ama yine de hiç umut yok mu?!” dedi fısıldar gibi bir sesle. “Ji Ah, sana yalvarıyorum, istersen önünde diz çökerim, n’olur söyle bana: Hiç… hiç umut yok mu?? Onu bana bırakmaz mısın?” Genç kız histeri krizi geçirir gibi feyat etti: “Sana istediğin kadar para veririm! İstersen, en iyi projelerde rol alman için bütün gücümü kullanırım! Ne istersen yaparım, yeter ki… yeter ki Min Woo’yu bana bırak!”

Ji Ah’nın resmen dili tutulmuştu: Karşısındaki kıza hayretler içerisinde bakıyordu. Hyo Rim’in Min Woo’ya bu kadar âşık olduğunu asla tahmin edemezdi. Ve onun MinWoo’yu kendisinden alabilmek için bu kadar küçülebileceğini de! Yine de kızın bu perişan hali içini acıtmıştı. Karşısındaki kız bu ülkenin yıldız aktrislerinden biriydi, güzelliği, yeteneği ve zekâsıyla milyonlarca erkeğin başını döndüren bir kadındı ve şimdi karşısında diz çöküp yalvarıyordu, öyle mi??

Ji Ah birden kendini toparladı. Yürüyerek geldi, Hyo Rim’in tam karşısında durdu. Genç kızın kolunu tuttu, gözlerinin içine hüzünle baktı:

“Ben bunu yapamam… Yapmak istesem de yapamam… Neden biliyor musun? Çünkü bir insanın kalbine hükmedemezsin Hyo Rim-şi: Ben ne yaparsam yapayım, Min Woo’nun seni sevmesini sağlayamam…”

Hyo Rim’in kolları iki yana düştü. Genç kız önce yavaş, sonra hıçkırarak ağlamaya başladı. Ellerini yüzüne kapatırken:

“Ah… acınacak durumdayım, öyle değil mi?” diye fısıldadı. “Ama… elimden hiçbir şey gelmiyor Ji Ah-şi… Ne yaparsam yapayım Min Woo’yu gönlümden çıkaramıyorum… İçimdeki bu hissi söküp atamıyorum, anlıyor musun?! Sanki… sanki içimden bir ses: “O senin kaderin!” diye fısıldayıp duruyor, o kendini beğenmiş, pislik herifi kalbimden atmamam için bütün gücüyle direniyor! Ne yapsam da bir türlü onu unutamıyorum, unutamıyorum işte!”

Ji Ah sıkıntı içerisinde kıpırdandı. Sonra, durumun tuhaflığına aldırmadan, hâlâ kolunu tuttuğu Hyo Rim’e beceriksizce sarıldı. Hyo Rim hiç çekinmeden başını onun omzuna gömüp bağıra çağıra ağlamaya başladığında Ji Ah üzüntü içerisinde onun sırtını bir abla edasıyla patpatlamaya koyuldu, bir yandan da gözlerini sıkıntı içerisinde evin duvarlarında ve orda-burdaki pahalı süs eşyalarında gezdiriyordu…

Tüm bu olanlar çok tuhaftı gerçekten, hem de çok…

*********************************

Plain White T – 1234

Min Woo çekim için geldiği stüdyonun kapısında ellerini yüzüne kapatmış, çökmüş vaziyette oturan menajerini görünce hayret içerisinde yanına gitti, omzundan sarstı onu:

“Hyungg?? İyi misin, bu halin nedir?!”

Soo Hyun ellerini yüzünden çekti, karşısındaki çocuğa boş gözlerle baktı. Sonra bitkin bir sesle:

“Sun Ah-şi’nin So Ji Sub’la oynayacağı reklam filmi projesini hatırlıyor musun?” dedi. Min Woo başını sallayınca da: “Sun  Ah-şi beni dinlemedi,” diye mırıldandı. “Ona senaryodan sapmamasını söylemiştim: Yapması gereken tek şey, So Ji Sub’a elleriyle cips ikram ederken “yiyin gari!” demekti! Ama o ne yaptı biliyor musun? Çekim sırasında üstündeki köylü kadın kıyafetini parçalayıp altındaki seksi elbise ile Ji Sub’un kollarına atıldı! Bir yandan da “Sen boşver cipsi falan, bandıra bandıra ye beni, doyamazsın tadıma!” diye bağırıyordu!”

Min Woo’nun ağzı çenesine düştü. Şaşkınlık içerisinde:

“Eeee? İkiniz birden kovuldunuz o zaman, öyle mi?”

“Ne yazık ki hayır…” dedi Soo Hyun boş gözlerle. “Reklamı veren şirketin sahibi de tesadüfen çekimleri izliyormuş. Sun Ah-şi’nin ani coşkusunu ve So Ji Sub’ın şok olmuş halde kalakaldığı görüntüleri o kadar eğlenceli bulmuş ki reklam sloganı değiştirildi: “Eğer yanınızda Ji Sub varsa, o dururken başka bir şey yemeyin zaten. Geri kalan her şey için patates cipsi…” Ve serinin devam filmleri için anlaşma imzalandı.” Soo Hyun gözlerini Min Woo’ya dikti ve hâlâ olanlara inanamadığını belirtir gibi inleyerek ekledi: “Üç tane! Tam üç tane daha reklam filmi! Üstelik Sun Ah-şi’nin ücreti ikiye katlandı!”

Min Woo neşeyle: “Bu harika bir haber!” diye bağırdı, “Eee, sen neden böyle arpacı kumrusu gibi düşünüyorsun peki?” Genç adam, beyni durmuş bir zombie gibi karşısındaki duvara boş boş bakan menajerini şüpheyle süzdü. Soo Hyun’sa hiç beklemediği anda Mısır’daki uzak akrabasının kendisine milyonlarca dolarlık servet bıraktığı haberini alan bir adam kadar şaşkın ve dünyadan bihaber görünüyordu. Yüzündeki büyük şok ifadesi ile Min Woo’ya döndü:

“Ben… ben sanırım Sun Ah’şiye âşık oldum…”

“HAAAA??!!”

Min Woo’nun gözü seğirmeye başladı: “N-nasıl yani??” Menajeri omzundan tuttu, heyecan ve öfkeyle sarsmaya başladı: “Sen… sen ne dediğinin farkında mısın Hyung?? Benim görümcem mi olacaksın yani?!”

“OHA! Yok artık, baldızın olacağım, tövbe tövbe!” Min Woo’nun onu sarsması (ya da saçmalaması) Soo Hyun’u daldığı büyük şoktan çıkarmış gibi görünüyordu. Orta yaşlı menajer kafasını iki yana salladı: “Ona bacanak derler oğlum… Neyse…” Acıklı gözlerle Min Woo’ya baktı: “Min Woo, ben cidden kafayı yedim galiba: Sun Ah-şi’yi şu anda gerçekten de bambaşka görüyorum, ona bakınca kalbim hızlı hızlı atmaya başlıyor, ellerim terliyor, kafayı yiycem! Bana ne oldu böyle??”

Min Woo menajerine acıyarak baktı: Zavallıcık gerçekten ümitsiz vaziyetteydi. “Sun Ah-şi, ha? Bizim bildiğimiz, Ji Ah’nın ablası olan Sun Ah’dan bahsediyoruz, değil mi?” dedi inanamayarak. O cadı kadına birisinin, hele de kendi cool menajeri Soo Hyun’un âşık olabileceğini rüyasında görse inanmazdı!

“Evet, biliyorum, bu çok aptalca…” dedi Soo Hyun bitkince. Fakat deli olmadığını ispat etmeye çalışan bir adam gibi can havliyle atıldı: “Ama git içeri bir bak ne olur, Sun Ah’nın seksi elbiseler giyince gerçekten de Kim Sun Ah’ya benzediğini göreceksin.”

Min Woo içini çekip başını salladı. Çekimin sürdüğü platoya doğru yürürken: “Zavallı Hyung… Gerçekten de kafayı yemiş, Sun Ah noona kim, Kim Sun Ah kim??” diye düşünüyordu.

Aralık duran kapıdan bakınca Sun Ah’yı ve Ji Sub’ın bir motosikletin üzerinde gördü: İkinci reklam filminin konsepti, Ji Sub’ı görünce köylü teyzeden seksi hatuna dönüşen bir kadının Ji Sub’la birlikte dünyayı gezmesi falan olmalıydı galiba: Sun Ah, bir eliyle Ji Sub’ın beline sarılmışken halinden epey memnun görünüyordu. Sun Ah birden Ji Sub’a sarıldığı elini olduğu yerden biraz daha aşağı indirince böyle fantezilere alışık olan Min Woo bile ufak bir çığlık atıp gözlerini kapamadan edemedi! Ama neyse ki durum bambaşkaydı; reklam filmi izleyiciyi ters köşeye yatırıyor, izleyenler Sun Ah’nın hain emelleri olduğunu düşünürken onun yalnızca Ji Sub’ın hemen önündeki sepete sabitlenmiş patates cipsini yemek için o hareketi yaptığını sonradan fark ediyorlardı. Sun Ah ağzına bir cips attı ve aynı anda yönetmen: “Kestik! Harikaydınız Sun Ah-şi, Ji Sub-şi!” diyerek onları tebrik etti.

Çekim bitmişti bitmesine, ama Sun Ah’nın motosikletten inmeye pek niyeti yok gibi görünüyordu! Ji Sub kadının kendi belindeki ellerini nazikçe indirmeye çabalarken:

“Sun Ah-şi… Çok iyi bir iş çıkardınız, tebrikler… Yalnız şu eli biraz gevşetirseniz…”

“Sahi miiii! Omo omo, çok teşekkür ederim Ji Sub-şi!” dedi Sun Ah ve adama iyice sarıldı. Ji Sub’sa suratında “tanrım, neydi günahım??” bakışı ile derin bir nefes verdi. Min Woo ise uzaktan ikisini izleyip kıkırdamadan edemedi: Ji Sub’ı günahı kadar sevmezdi, ama şu durumda adamcağıza acıyordu.

Tam da o anda So Ji Sub kendisini gördü ve can havliyle atıldı:

“Cha Min Woo! Nasılsın dostum?”

Sun Ah’dan bir hamlede kurtulup çocuğun yanına koşturdu. Min Woo’nun yüzü asıldı, az önce ona biraz acımış olabilirdi ama burda durup So Ji Sub’la muhabbet edecek değildi. Ji Sub ise Sun Ah’nın yine kendisine musallat olmasından endişe edercesine Min Woo’yla kırk yıllık dostu gibi takır takır konuşuyordu:

“Naber, diziniz nasıl gidiyor? Her şey yolunda, değil mi? Bizim kız seni üzüyor mu? Eğer öyle bir şey varsa söyle, hemen kulağını çekeyim! Gerçi uri Hyo Rim birtanedir, candır o, can! Hem çalışkan, hem de çok hanımefendidir, benle çalışırken bile öyleydi. Daha on yedi yaşındaydı ama cin gibiydi. Nasıl da peşimde dolanırdı “oppa oppa” diye!”

Min Woo dişlerini gıcırdattı. İçinde büyük bir öfke dalgası büyüyordu. Ji Sub’ın gözlerinin içine vahşice bakıp:

“Yaa, demek oppa oppa diye peşinde dolanırdı!” dedi nefret dolu bir sesle. “Sen de hazır bana hayran, çıtır kızı bulmuşum, faydalanayım diye düşündün, öyle değil mi?”

Ji Sub birden şaşaladı. Şaşkınlık içerisinde gözlerini kırpıştırdı:

“Ne?! Anlamadım… Nasıl yani?”

“Nesini anlamadın, Hyo Rim’le ikinizden bahsediyorum! Siz birlikte dizi çekerken sevgili değil miydiniz?”

Ji Sub bir-iki saniye daha boş gözlerle Min Woo’ya baktı. Sonra birden gürültülü bir kahkaha kopardı!

“Hyo Rim ve ben mi?? Senin aklın başında mı dostum? Hyo Rim benim kardeşim gibidir be!”

Gülerek Min Woo’nun omzunu patpatladı. Şimdi şok olma sırası Min Woo’daydı. Genç yıldız aptallaşmış bir biçimde bakıyordu Ji Sub’a:

“N-ne yani, siz hiç çıkmadınız mı?”

“Tabii ki hayır!” diye bağırdı Ji Sub. “Hyo Rim benim için kardeş gibidir dedim ya! Bildiğim kadarıyla o kimseyle çıkmadı… senle çıkmaya başlayana kadar yani…” Eğlenerek göz kırptı: “Hatta senle çıkmaya başlayınca camiada birçok insan hayal kırıklığına uğradı… Ama ben ikinizin sevgili olmasına çok sevinmiştim, birbirinize çok yakıştığınızı düşünüyordum. Üstelik o günlerde Hyo Rim’in acayip mutlu olduğunu hatırlıyorum, gözleri ışıl ışıldı sanki…” Ji Sub içini çekti, burukça gülümsedi. “Ne yazık ki aşklar da bitmeye mahkum, öyle değil mi?” Yakışıklı aktör abi tavrıyla Min Woo’nun omzunu patpatlarken genç yıldız şaşkınlıktan aptala dönmüştü.

O sırada Sun Ah yanlarında belirip bir ahtapot edasıyla Ji Sub’ın koluna yapıştı:

“Ji Sub-şiiii! Benle bir kahve içmeye ne dersiniz?”

Zavallı Ji Sub kibarlık edip: “Eee… Tabii, neden olmasın?” dediği anda Sun Ah miyavlayarak genç adamı çeke çeke götürmeye başlamıştı bile. Onların uzaklaştığını gören Soo Hyun da arkalarından koştururken bağırıyordu: “Sun Ah-şi! Bekleyin, sizin için bir başka iş daha ayarlamak üzereyim! Önce onun detaylarını konuşalım! Sun Ah-şi!”

Min Woo önde Sun Ah-Ji Sub, arkada kendi zavallı menajeri, koridorda uzaklaşan üçlünün arkasından boş gözlerle birkaç saniye baktı. Sonra başını iki yana salladı: “Her neyse!” Bir süre sonra Soo Hyun’un aklı başına gelirdi mutlaka…

Genç adam elleri ceplerinde, kendi çekim stüdyosuna doğru ilerlerken hâlâ dalgındı: Aklı, So Ji Sub’ın söylediklerine takılmıştı…

Olabilir miydi? Ji Sub doğruyu söylüyor olabilir miydi? Peki ama o zaman…

Aklına, üç sene önceki o gün geldi: Hayatının en… en tuhaf günü.

Even After 10 years 

Hyo Rim’le birbirlerinin oldukları o gece, gerçekten de müthiş bir deneyimdi. Min Woo hayatında ilk defa sevildiğini hissediyordu…. ve galiba… sevdiğini de. Hyo Rim’le çıkmaya başladıklarında onun gibi bir yıldızı tavladığı için başı dönmüştü ve önemli olan şey, yanındaki kızın müthiş güzelliğiydi. Ama sonra… o gece, Hyo Rim’in gözlerinde yıldızlar yanıp sönerek kendisine:

“O zaman… birbirimizin ilki olmaya ne dersin?”

Dediği o an…

O an, ona gerçekten âşık olmuştu işte… Boğazı kurumuş, kalbi taşıp gelen duygularla patlayacak gibi olmuştu. Binlerce şey söylemek istemişti karşısındaki ve kalbindeki kıza. Ama dudaklarından yalnızca:

“Çok isterim…” sözleri dökülmüştü. Sonra… sonrası muhteşem bir cennetti…

Ama ertesi gün…

O gün Hyo Rim’in çekimi vardı; çekimden sonra buluşmak üzere sözleşmişlerdi. Min Woo kocaman bir buket yaptırıp gelmişti buluşacakları kafeye. Yüzünde hâlâ bir gün öncesinden kalan gülümseme dudağının kenarında duruyordu; genç adam gün boyu salak salak sırıtıp durmuştu zaten. Kafeye girdiğinde Hyo Rim’i bir masada arkası dönük oturmuş, neşeyle telefonda konuşurken buldu. Suratında kocaman bir gülümseme, hiç ses çıkarmadan parmak uçlarında ona yaklaştı. Hyo Rim neşeyle cıvıldıyordu:

“Yaaa, ama çok terbiyesizsin Shi Won! Bu da sorulacak şey mi? Omooo, anlatamam, olmaz, ottukeee??” Hyo Rim utangaçlık ve neşe karışımı sesler çıkararak oturduğu yerde kıpırdanırken Min Woo kıkırdamasını bastırmak için elini ağzına götürdü. Biraz utanmıştı ama kız milletinin bu türden şeyleri en yakın arkadaşlarına anlatmalarını doğal karşılıyordu. Hyo Rim’in kendisi ve dün gece hakkında gerçek düşüncelerini de merak ediyordu elbette. O yüzden nefes bile almadan kızın konuşmasına kulak kabarttı.

Ancak Hyo Rim’in ağzından çıkacak olan sözlere hiç hazırlıklı değildi:

“Evet evet… Doğru tahmin: Dün geceyi Min Woo’yla birlikte geçirdim.” Hyo Rim kıkırdadı ve Min Woo’yu kalbinden vuran o sözleri ekledi: “Böylece Min Woo-şi, Ji Sub ve Jun Ki’den sonra yatağıma giren üçüncü erkek oldu!”

Min Woo birden buz kesti. Olduğu yerde kalakaldı. Yüzündeki gülümseme maske gibi dondu dudaklarında.

Üçüncü erkek…

Normalde olsa sorun etmezdi bunu. Gerçekten etmezdi. Yeter ki Hyo Rim kendisine en baştan açık açık söylemiş olsun…

Ama şimdi… Dün gece kendisine: “birbirimizin ilki olalım” demiş olduğu halde…

Genç adam yumruklarını sıktı. Dişlerini öyle bir kasmıştı ki kırılmamaları bir mucizeydi. Kendine zorlukla hakim olurken gerisin geri döndü, kafeden çıktı. Hyo Rim her şeyden habersiz, hâlâ neşeli neşeli telefonda konuşuyordu.

Min Woo bütün gün sinirden titrediğini anımsıyordu. Jun Ki ve Ji Sub… Bu isimlerin kimler olduğunu tahmin etmek zor değildi: Hyo Rim kariyeri boyunca iki ünlü aktörle, So Ji Sub ve Lee Jun Ki ile birlikte dizilerde rol almıştı.

İşte o gün kadınlara olan tüm güvenini kaybetti Min Woo. Kalbini açtığı ilk seferde böylesine büyük bir ihanete uğramak onu mahvetmişti. Kadınları zaten çok tanımazdı; onlardan, hatta tüm insanlardan uzak büyümüştü. Şimdi ise bütün kadın milletinden nefret ediyordu: Hem işte hem aşkta kendisini aldatan, aptal yerine koyan, yalan söyleyenler hep kadınlardı çünkü.

Hyo Rim’le ilişkisini, soğuk bir telefon konuşması ile bitirdi. Genç kızın ağlamaları, neyi yanlış yaptığını sorup duran yalvarmaları bile umrunda değildi. Yeterince aptal yerine konmuştu, bir daha bu yalandan bahsedip kendini iyice küçültecek değildi. Zaten Hyo Rim’in azıcık aklı varsa neden bahsettiğini anlardı.

Bundan sonra yaşadıkları hep gelir geçer ilişkilerdi işte… Min Woo artık hiçbir kadına güvenmemeye kararlıydı. Ta ki…

Ji Ah’nın hayali aklına düşünce hafifçe gülümsedi. O da kendisini kandırmıştı, eh, orası doğru… Ama içinde kötülük yoktu onun. Hem üstelik onları birbirine bağlayan daha önemli bir şey vardı: Tam üç yüz elli yıl öncesinden gelen bir kaderdi bu…

Bu düşünceler arasında sete girdi, set elemanlarıyla selamlaştı. Makyajı yapılırken aklında hâlâ Ji Ah vardı. Yılbaşı yaklaşıyordu, acaba sevgilisine nasıl bir sürpriz hazırlamalıydı? Acaba Bigbang’den kendilerine özel mini bir konser vermelerini rica etse miydi? Ama geçen gece Ji Ah’nın Taeyang’a olan bakışları aklına gelince bu fikirden çabucak vazgeçti; sanatçı egosu bu kadarını kaldıramazdı!

“Set hazır Min Woo-şi… İstediğiniz zaman çekime başlayabiliriz.”

Rooftop Prince – Ali Hurt 

Yönetmen yardımcısının sesiyle daldığı hülyalardan sıyrıldı genç adam. “Hemen geliyorum,” deyip doğruldu yerinden. Bugün, Hyo Rim’le son sahnelerini çekeceklerdi. Min Woo’nun canlandırdığı karakter, general Si Yoon, yeni evlendiği ve yalnızca tek bir geceyi birlikte geçirebildiği karısı ile vedalaşıp ölümün mutlak olduğu bir savaşa gitmek üzereydi.

“Evet Hyo Rim-şi, şimdi çok üzgün görünmeniz gerekiyor: Bu, sevdiğiniz adamı son görüşünüz… Bütün duygularınızı gözlerinizden okumak istiyorum.” Yönetmen Hyo Rim’e direktifler verirken Min Woo kızın yüzüne baktı ve bir an hafif bir şok yaşadı: Hyo Rim gerçekten ne kadar da solgun görünüyordu! Acaba kendini role fazla mı kaptırmıştı? O sırada yönetmen: “Siz de üzgün olmasına rağmen metin olmaya çalışan, soğuk yüzlü bir savaşçıyı oynayacaksınız Min Woo-şi,” diye kendisine dönmüştü. “Evet, hazırsanız başlıyoruz. Üç, iki, bir, motor!”

Kamera çalışmaya başlar başlamaz Min Woo konuşmaya başladı: Soğukkanlı olmaya çalışan, ama içten içe çok üzgün bir adamdı şimdi.

“Bugünün geleceğini en baştan beri biliyorduk…” dedi ağır ağır. “Sizden ricam, metin olmanız: Biliyorsunuz ki bu benim görevim. Kralımız majestelerine bir söz verdim, ve bu sözü tutmak zorundaydım.”

Böyle dedi ve ağır ağır karısına döndü. Hyo Rim’in gözleri yaşarmıştı, dudakları titriyordu. Yüzündeki ıstırap o kadar gerçek görünüyordu ki, bütün ekip büyülenmiş gibi bakıyorlardı genç aktrise. Min Woo da etkilenmişti. Hyo Rim’in yeteneğini (kendisine tam tersini söylemekle beraber) takdir ederdi ama onu hiç bu kadar iyi oynarken görmemişti.

Hyo Rim gözlerinde yaşlarla ağır ağır yaklaştı kocasına. Vakur olmaya çalışıyordu, ama sesinin titremesine engel olamayarak:

“Majestelerinin emri her şeyden önce gelir,” dedi ağır ağır. “O yüzden gideceksiniz… Gitmelisiniz de… Bunu anlıyorum…”

Sonra birden, bütün gücü tükenmiş gibi dizlerinin üzerine çöktü. Artık gözyaşlarına engel olamıyordu. Gözlerini genç adamdan ayırmadan, sağ eliyle göğsüne vurdu:

“Ama kalbim… Kalbim bunu anlamıyor Si Yoon-şi!” diye hıçkırdı. “Sizi bir daha göremeyecek olmayı kabullenemiyor! Biz… biz bunu hak etmedik Si Yoon-şi!”

Min Woo yere çöküp kalan karısının başına koşturdu, onu kollarının arasına aldı ve başını sıkıca göğsüne bastırdı. Kendi gözleri de yaşarmıştı. Onu teselli etmek ister gibi başını okşarken:

“Hişşş, tamam, tamam…” diye fısıldadı. “Ben geri gelemesem bile biliyorsunuz ki bu yürek son an’a kadar sizin isminizle çarpacak: Ga In… Ga In…” Kızı kendisinden uzaklaştırdı, onun yaşlarla dolu gözlerinin içine baktı, ve hafifçe gülümsedi: “Bu yürek yalnızca sizin isminizle çarpacak…”

Bunun üzerine Hyo Rim de hafifçe gülümsedi. Ama acıklı bir gülümsemeydi bu. Hafifçe elini uzattı, titreyen parmaklarını genç adamın yüzünde gezdirdi. Ve nefes gibi hafif bir sesle:

“O halde… güle güle…” diye fısıldadı. “Sizin kalbiniz çarptığı sürece, benim kalbim de çarpmaya devam edecek… Sizinki durduğu anda benim hayatım da sona erecek…” Ve yüzünü genç adamın yüzüne yaklaştırıp kulağına hafifçe fısıldadı: “Bir gün kalplerimiz atmayı kestiğinde bile, başka bir bedende, başka bir yüzde bu aşk devam edecek…”

Ve Min Woo’nun dudağının yanına hafif bir öpücük kondurdu. Min Woo’nun tüyleri ürperdi birden. Bu öpüş, bu veda, ne kadar da gerçekti!

Hakikaten, Hyo Rim bütün hisleri yüreğinden taşar gibi oynuyordu bugün: Bunlar Min Woo ile son sahneleriydi. Genç adamın canlandırdığı karakter savaş alanında ölürken, aynı anda bu korkunç sonu hisseden genç eşi de evinde zehir içerek intihar ediyordu. Dizi acıklı bir sonla bitiyordu. Tıpkı kendi öyküleri gibi…

Hyo Rim, Ji Ah’yla olan son konuşmasından beri bir şeyi olanca açıklığı ile anlamıştı: Min Woo onun olmayacaktı. Ne yaparsa yapsın olmayacaktı işte… Bu gerçeği kabullenmesi, ve artık buna göre yaşaması gerekiyordu.

O yüzden bugün bu genç adama, ilk aşkına, kendince veda ediyordu işte…

“Kestik!” diye bağırdı yönetmen ve coşku ile  yerinden fırlayıp sete daldı: Hyo Rim’in yanına koşturdu, genç kızın ellerini hararetle sıkmaya başladı: “Muhteşem, şahane, harika bir performanstı Hyo Rim-şi! Nasıl tebrik etsem bilemiyorum, gerçekten müthiştiniz!”

Hyo Rim kibarca gülümseyip tüm övgüleri mütevazı bir biçimde kabul ederken Min Woo da göz ucuyla onu süzüyordu. Bugün gerçekten de kızda bir başkalık vardı. Harika oyunculuğu bir yana, melekler kadar masum görünüyordu Hyo Rim bugün. Şu haliyle bu soluk yüzlü kız büyük çileler çekmiş, tüm günahlarının bedelini ödemiş, tertemiz bir azize gibiydi.

Aklına yeniden Ji Sub’ın söyledikleri geldi. Kafası allak bullak olmuş vaziyette durdu genç adam. Aklına müthiş bir şüphe düşmüştü. Acaba… acaba Hyo Rim’e haksızlık etmiş olabilir miydi?

Sonra birden telefonu çalmaya başladı ve Min Woo düşüncelerinden sıyrıldı: Soo Hyun arıyordu.

“Alo, n’aber Hyung? Evet, işim bitti… Ne?! Sun Ah-şi’ye yüzük mü alacağım dedin?!?! Biçosso?!”

Min Woo duyduklarının şokunda bir anda geri kalan her şeyi unutup sövüp sayarak setten çıkarken Hyo Rim hüzünlü gözlerle arkasından bakıyordu… Dudaklarından iki sözcük döküldü:

“Elveda aşkım… Elveda…”

*********************************

Suju – Bittersweet

Ji Ah gerinerek uyandı. Yüzünde mutlu bir gülümseme vardı. Uzun saçları yüzüne dökülürken gözlerini açmadan elleriyle yatağın yan tarafını yokladı.

Yatak boştu. Genç kadın hafifçe gözlerini araladı.

Aynı anda odanın kapısı açıldı ve bir kız, bir oğlan çocuğu büyük bir şamata yaparak ona doğru koşturdular.

“Anneeee!”

“Anneciiim!”

Ji Ah’nın gözleri açılırken yüzüne kocaman bir gülümseme yerleşmişti bile. Hemen yatakta doğruldu, üzerindeki pikeyi açıp kızla oğlana kucağına zıplamalarını işaret etti. İki ufaklık yatağa tırmandı, annelerinin birer koluna yerleştiler. Ji Ah ikisinin de saçlarının üzerine birer öpücük kondurdu:

“Benim meleklerim uyandılar mı demek? Yüzünüzü yıkadınız mı bakayım?”

“Evet, babam bizi kaldırdı, üzerimizi bile giydirdi, baaak!” dedi küçük oğlan, üzerindeki minik ceketini işaret ederken. Küçük kızsa annesinin kolunu çekiştiriyordu:

“Annee, bak benim kurdaleme. Babam pembe kurdale taktı.”

“Ovv, ne güzel kurdele o öyle! Kızımın pembe eteğiyle de ne çok yakışmış!” Ji Ah bunu deyip oğluna döndü: “Oğlum da delikanlı olmuş: Şu cekete, şu papyona bakın! Düğünün en yakışıklı erkeği sen mi olacaksın bakayım?”

“Evet ama yine de Young Hee teyze benimle değil o adamla evleniyor,” diye somurttu ufaklık. Ji Ah istemsizce bir kahkaha attı. Ama küçük oğlunun bozulmuş suratını görünce hemen:

“Young Hee teyzen ne çok şey kaçırdığının farkında değil,” deyip onun saçlarını karıştırdı. “Ama üzülme bitanem, sen büyüyünce en az Young Hee teyzen kadar güzel bir kız bulacağım ben sana!”

Böyle deyip oğlunun saçlarının üstüne bir öpücük kondurdu. Küçük kızı: “bana da bana da!” diye cıvıldayınca bir defa da onu öptü. Yüreğine kocaman bir mutluluk dolduğunu hissediyordu, içinden: “Tanrım sana şükürler olsun,” diye geçirdi. “Bana bu güzellikleri bağışladığın için sana şükürler olsun…”

O sırada yatak odasının kapısı aralandı. Dışarıdan:

“Ufaklıklar, annenizi biraz da bana bırakın, olmaz mı?” diye neşeli bir erkek sesi geldi.

Ji Ah başını çevirip kapıya baktı…

Aynı anda, 2011’in aralık ayının soğuk gecesinde, genç kızın gözleri faltaşı gibi açıldı. Derin derin soluklar alarak yattığı yerde, odasının karanlık tavanına dikti gözlerini.

Az önce gördüğü rüya yüzünden yüreği hâlâ pırpır ediyordu. O ışıklı odanın hayali, nevresim takımlarının desenine kadar tüm açıklığı ile gözlerinin önündeydi hâlâ. Ve elbette, o şirin mi şirin ufaklıkların yüzleri de.

Gerçekten de onlar kendi çocukları mıydı? Ji Ah acaba gelecekten bir sahne mi görmüştü? Her şey öyle canlı, öyle keskindi ki, Ji Ah o dünyanın gerçek olduğuna yemin edebilirdi. Ve o miniklere karşı içinden yükselen sevgi o kadar büyüktü ki, Ji Ah anne olmanın ne demek olduğunu bu duyguyu hiç tatmadığı halde çok iyi anlamıştı.

Ve elbette, kapıda duran o adam… İki miniğin babası…

Ji Ah birden her şeyi anladı: Bir gün önce aklını meşgul eden tüm kafa karışıklığı kuvvetli bir akıntıya kapılmış süprüntüler gibi aktı gitti. Geriye, berrak bir zihin kaldı.

Aklının karışmasına gerek yoktu: Her şey aslında öyle açıktı ki… Ji Ah, rüyasındaki adamın yüzünü görmeden bile biliyordu bunu. Kapıda o göründüğü anda titreyen yüreğinden: “Tanrım, lütfen kocam, çocuklarımın babası o olsun…” diye bir düşünce geçmiş, genç kız o yüzü görünce içine büyük bir rahatlama ile karışık kocaman bir mutluluk yerleşmişti.

Aklına Young Hee’nin sözleri geldi: “Sen de seni mutlu edecek olan insanı, asıl sevdiğin kişiyi seçmelisin sonuçta…”

Ji Ah hafifçe gülümsedi: Kimi seçmesi gerektiğini artık çok iyi biliyordu…

*********************************

Living Like A Dream

“Kraliçe hazretleri bu akşam gün batımında sizi pınarın yanında bekliyor… Mutlaka gelmelisiniz!”

Kraliçenin odalıklarından biri bana bu mesajı getirip geldiği gibi hiç görünmeden kaybolduğunda henüz öğlen olmamıştı. Koşturarak uzaklaşan genç kızın arkasından şaşkınca bakakaldım. Bir şey dememe bile fırsat bırakmamıştı. Ayrıca tavrı pek tuhaftı; birilerinden ya da bir şeylerden korkar gibiydi. Onun bu davranışı içime kurt düşürmüş, başka zaman olsa bu haberi mutluluktan uçarak karşılayacakken, nedense şimdi içime bir sıkıntı gelmiş oturmuştu…

Kraliçeyi en son görüşümün üzerinden tam iki ay geçmişti… Bu süre içerisinde saraya pek az uğramış, sevgili kralım ve dostum Hyojong’un nazik davetlerini bile bozuk olan sağlığımı bahane ederek pek çok kez geri çevirmiştim.

Kraliçe ile son görüşmemizde yaptığım delice hareketten sonra, ne onu, ne de kraliçeyi görmeye gücüm yoktu…

Şimdi ise kraliçenin beni gizlice görmek istemesi hiç beklenmeyen bir şeydi. Heyecandan kalbim ürkek bir kuş gibi yerinde çırpınmaya başladı. Acaba bir önceki görüşmemizde yaptığım küstahlığı bağışlamış, mektuplarımı okuyunca bana karşı yumuşamış mıydı? Benimle buluşma isteğinden bunu mu anlamlıydım? Öte yandan içimdeki şüphe – kötü bir şeyler olduğu şüphesi- bir türlü silinmiyordu. Akşama dek evin içinde kâh hülyalara dalarak, kâh uğursuz şeyler düşünüp huzursuzlanarak gezindim durdum.

Güneşin kızıl ışıkları verandaya düştüğünde ağır ağır giyinip evden çıktım. Son bir kez daha, aşkımızın başladığı yere, Hunchai Ormanı’na gidiyordum.

Oradaydı… Her zamanki yerimizdeydi… Onu görünce bir defa daha kalbim delirmiş gibi çarpmaya başladı.

Ağır adımlarla ona yaklaştım. Ayaklarımın altında çıtırdayan kuru dalların sesini duyunca döndü ve bana baktı. Hafifçe gülümsedi. Ancak güzel gözleri hüzün doluydu.

“Hoşgeldiniz Jong Hwa-şi,” dedi. “Davetimi kırmayıp geldiğiniz için teşekkür ederim.”

Saygıyla diz çöktüm: “Majestelerinin isteği, benim için bir emirdir…”

Bana doğru yürümeye başladı. Tam yanıma gelince durdu.

Şaşkınca bakışlarımı ona kaldırdım. Bana doğru elini uzatmış olduğunu, ancak dokunmaya cesaret edemediğini gördüm. Eli, omzumun biraz üzerinde titreyerek havada dururken He Ran hüzünlü bakışlarla gülümsemeye devam ediyordu. Birden, yüzündeki gülümsemeye rağmen gözlerinin yaşarmış olduğunu fark ettim ve hayretle ayağa kalktım. O da aynı anda hızla elini geri çekti ve arkasını döndü. Gözyaşlarını görmemi istemiyor olmalıydı.

“Ben… Mektuplarınızı size geri getirdim,” dedi.

Kulaklarım uğuldamaya başladı. Hayalkırıklığı içinde yutkundum. Fısıltı gibi çıkan bir sesle:

“Neden…” diye sordum. “Yoksa… size karşı saygısızlık yaptığımı mı düşünüyorsunuz?”

“Hayır,” dedi kraliçe ağır ağır. “Hayır o yüzden değil… Mektupları geri veriyorum, çünkü… çünkü bu mektupların bende bulunması sizin için de, benim için de çok tehlikeli!”

Hayret içerisinde kaşlarımı kaldırdım. He Ran yavaşça bana doğru döndü. Gözleri yaşarmış, dudakları titriyordu. Acı çeker bir sesle:

“Sarayda hakkımızda dedikodular dolaşıyor,” dedi zorlukla. “Daha önceki görüşmemizi görenler olmuş! Sarayda sizi çekemeyen birileri hakkımızda yalan yanlış şeyler uydurmaya başlamışlar! Canınız tehlikede olabilir Jong Hwa-şi!…”

Hafifçe gülümsedim. Canım tehlikede olmuş, ne önemi vardı? Dilerse kral dedikodulara inanıp canımı alsın, ne önemi vardı?

Ancak He Ran:

“Ben… şerefime böyle bir leke düşmesine katlanamam…” dediği anda birdenbire kendime geldim. Kraliçenin sesi o kadar keder doluydu ki, az önceki umursamazlığımdan dolayı büyük bir utanç duydum: Evet, benim canımı almalarının bir önemi yoktu. Ama sevgili kraliçemin, tertemiz He Ran’ın onuruna dil uzatılırsa… işte buna katlanamazdım.

Başımı eğdim ve kraliçenin huzurunda bir kez daha eğildim:

“Siz hiç merak buyurmayın majesteleri,” dedim. “Yarın ilk iş, kral hazretlerinden bir görüşme talep edeceğim… Sağlığımı bahane ederek kendilerinden beni taşraya, Jeju ya da Busan’a göndermesi için izin isteyeceğim… Ve yaşamımı orada devam ettireceğim…” Bir an durakladım, sonra fısıltıyla ekledim: “Sizi bir daha asla görmeyeceğim sevgili kraliçem…”

He Ran bana baktı. Ben ona baktım. Bakışlarımız çarpıştığı anda ormandan tüm gök yüzüne aynı anda binlerce kırlangıç kanatlandı… İçimizde yankılanan çığlıklar, kuşların kanat sesine karıştı.

“Evet… En doğrusu bu olur…” dedi He Ran vakur bir sesle. Aynı anda, gözünden bir damla yaş süzüldü.

“Evet… Öyle olacak…” dedim ben de zorlukla. Benim de gözlerim doldu. Savaş meydanlarındaki acımasız sahnelerde gözümü bile kırpmayan ben, eski kraliyet muhafızı ve ordu komutanı Cha Jong Hwa, şimdi bir kadının karşısında ağlamamak için dudaklarımı ısırıyordum.

He Ran elini hanbokunun kıvrımlarının arasına soktu, özenle bağlanmış bir deste parşömen çıkardı: Hemen tanıdım. Bir önceki görüşmemizde ona verdiğim mektuplardı bunlar…

“Her birini satır satır okudum…“ diye fısıldadı. “Bir kez de değil: Defalarca… Hepsini yüreğime yazdım…”

Acıklı gözlerini gözlerime dikti, burukça gülümsedi:

“Ancak ne kadar istesem de bunları alamam…” Elini boynuna götürdü. Zincirin ucundaki yeşim taşından kolyeyi görünce yüreğim bir kez daha hopladı. He Ran hüzünle gülümsüyordu: “Sizden kalan bu hatırayı ömür boyunca saklayacağım… ama mektuplar, işte onları saklamam bir hata olur… O yüzden yüreğinizden kopan bu güzel nağmeleri yine ait oldukları yere, sizin yüreğinize teslim ediyorum…” Böyle dedi, ve diğer elindeki mektupları yavaşça bana doğru uzattı. Titreyen ellerle onları teslim aldım. He Ran yine yumuşacık, hüzünlü sesiyle:

“Bizim bu hayatta kavuşmamız kaderimizde yokmuş,” dedi ağır ağır… “Ama kim bilir? Belki bir başka hayatta kavuşabiliriz… Ya da belki torunlarımızın torunları birbirine âşık olur, ve bir araya gelirler… Kim bilir?”

Bir defa daha yüzüme baktı. Gülümsüyordu, ama gözyaşları artık ırmak gibi iniyordu gözlerinden. Benim de öyle: Yağmur gibi yağıyordu yaşlar yanaklarıma, yüzüme…

“Sizi asla unutmayacağım,” dedim boğuk bir sesle. “Sizden başka hiçbir kadını bu kadar çok sevmeyeceğim… Artık sizi dünya gözüyle bir daha asla göremeyecek olsam da bu kalp çarptığı sürece yalnızca size ait olacak…”

He Ran usulca gözlerini kapattı. Kapalı göz kapaklarının ardından yaşlar süzülmeye devam ediyordu. Zorlukla:

“Ben de sizi unutmayacağım…” diye fısıldadı. “Ve bütün kalbimle inanıyorum ki, günün birinde başka bir bedende, başka bir yüzde bu aşk devam edecek…” Ve son bir defa gülümsedi: “Haydi şimdi gidin artık…”

Ona acıklı gözlerle baktım. Gitmek istemiyordum. Ondan ayrılmak istemiyordum. He Ran da öyle. Acıyla kırışmış alnında, hüzünle çarpılmış güzel yüzünde burada sonsuza dek kalma isteğini bütün açıklığı ile okuyabiliyordum. Ama burada kaldıkça hem ona hem de kendime ızdırap çektireceğim, üstelik ikimizi birden tehlikeye atmış olacağım düştü aklıma. Ona son bir defa daha baktım. Ve son görüntüsünü zihnime kazırcasına gözlerimi sımsıkı kapattım, arkamı dönüp koşmaya başladım: Hâlâ güçsüz olan bedenimin, zayıf bünyemin müsaade ettiğince hızlı, bütün gücümle koştum, koştum, koştum…

En sonunda nefesim tıkanarak durduğum zaman gözyaşlarından üzerimdeki giysinin yakası sırılsıklamdı. Durdum, derin derin nefes aldım ve… katıla katıla ağlamaya başladım.

Bitmişti… Güzel kraliçem, ahu gözlü He Ran’ım, artık uzaktan da olsa hayatımda olmayacaktı… Hayat uzundu, ama onu bir daha asla göremeyeceğimi yüreğimde büyük bir sızıyla şimdiden biliyordum. Bizim hikâyemiz bu kadardı. Bu büyük aşk, asla kimselere anlatılamadan burada bitecek, sanki hiç var olmamış gibi tarihin sonsuz karanlıklarına gömülecekti…

TVXQ – Bolero

Birden hemen arkamda bir at kişnemesi duyuldu ve ben bir adamın yere atladığını işitir işitmez bir el omzuma dokundu. Gözyaşları arasında dönüp baktım.

Ha Rim’di: Vefalı dostum acıklı gözlerle bana bakıyordu.

“Her şeyi gördüm,” dedi soluk soluğa. “Seni teselli etmek isterdim, ama şimdi buna vakit yok: Çünkü kraliçenin peşine düşmüş casuslar da her şeyi gördüler!”

Şaşkınlık içerisinde ona baktım: Ha Rim neden bahsediyordu?

“Başbakan Eun Yoon Jae, majesteleri kraliçenin açığını kollayıp duruyor: Onu tahtından edip yerine kraliçe olarak kendi kızını geçirmek istediğini, doğacak veliaht prenslerin dedesi olarak tahtta daha çok hak sahibi olmak istediğini söylüyorlar… Kraliçenin seninle görülmüş olması bu haine büyük bir koz verdi Jong Hwa: Eğer şimdi de ikinizin buluştuğunu kanıtlarlarsa bu kraliçe hazretlerinin sonu olur!”

Şok içinde arkadaşıma bakakalmıştım. Sonra birden üzerimdeki mektupları hatırladım ve soluğum kesildi: Bunlarla yakalanırsam He Ran’ın başı büyük derde girecekti!

Titreyen ellerle mektup destesini çıkardım, arkadaşımın ellerine tutuşturdum:

“Bunları ona yazmıştım,” diye açıkladım. “Bunları al ve çabuk buradan uzaklaş!”

Ha Rim bir an “seni onların ellerine bırakamam,” diyerek itiraz edecek oldu. Ancak aynı anda yaklaşan atların ayak sesleri duyuldu. Heyecandan tıkanarak:

“İkimizin birden onlardan kaçabilmesine imkân yok! Çabuk bunları al ve burdan toz ol! Ve beni bir daha görmeye bile gelme!” diye bağırdım.

Ha Rim bu sefer itiraz edemedi. Yalnızca bana son bir kez acıklı gözlerle baktı, ve birden kendine çekti. Kulağıma:

“Emanetine gözüm gibi bakacağım,” diye fısıldadı. “He Ran-şi ile büyük aşkınızın en yakın tanığı benim: Bu tertemiz aşkınızın önünde saygı ile eğiliyorum ve sana burada söz veriyorum: Bu büyük aşkın böylece yok olmasına izin vermeyeceğim dostum! Ne olursa olsun bir gün bütün dünyanın birbirinizi ne çok sevdiğinizi bilmesi için elimden geleni yapacağım! O güne kadar kendine iyi bak dostum…”

Ve bana sıkıca sarıldı. Ben de ona sarıldım. Umutsuz aşkıma şahit olan tek insanın, Ha Rim’in bu sadakati beni aşırı derecede duygulandırmıştı. Ha Rim son bir defa sırtımı yumrukladı, ve tek bir hamlede atına atladı. O dörtnala uzaklaşırken, ormanın öteki ucunda dört atlının silüeti göründü. Dişlerimi sıktım: Bunlar başbakanın adamları olmalıydı.

Gerçekten de atlılar hızla bana doğru yaklaşıp tam önümde durdular. Liderleri olduğu anlaşılan adam atının üzerinden düşmanca bağırdı:

“Eski komutanlardan Cha Jong Hwa! Az önce kraliçe hazretleri ile gizli bir görüşme yaptığına kendi gözlerimizle şahit olduk! Başbakanın emri ile seni tutukluyoruz!”

Belli belirsiz gülümsedim. Mektuplar olmadığı sürece hiçbir şey ispatlayamazlardı. Ayrıca ispatlanacak bir şey yoktu: Ben de kraliçe de aşkımızı tertemiz yaşamış, ve her şeyi kalbimize gömmüştük: Ülkemizin şerefi, yüreğimizin dilediğinden önce gelirdi.

Korkusuz gözlerimi adamın gözlerinin içine diktim ve:

“Tutuklayın!” diye bağırdım. “Suçsuz olduğuma Tanrı şahidimdir! O yüzden durmayın, hadi tutuklayın beni!”

Lider bir an bocaladı. Benden böyle bir tepki beklemiyordu. Sonra yanındaki adamlardan birine bir baş hareketi yaptı, adam hemen atından inip terkisine bağladığı bir urganla ellerimi bağlamaya koyuldu. Bense o sırada acı acı gülümsüyordum. Neler olacağını şimdiden anlatacak kadar iyi biliyordum çünkü: Bu dört adam, kraliçe ile görüştüğümü, hatta bir paket değiş tokuş ettiğimi söyleyeceklerdi. Ancak bu paket üzerimde bulunamayacaktı. Paketi gizlediğim düşünülecek, bu buluşmanın gerçekleştiği yer ve beni yakaladıkları bu nokta arasında kalan her yer didik didik aranacaktı. Ancak böyle bir şey bulunamadığı için Kral Hyojong suçsuzluğuma hükmedecek, bu dedikoduyu çıkaran herkese, en başta başbakan olmak üzere ağzının payını verecekti. Fakat her şeye rağmen başbakan çok nüfuzlu soylulardan biri olduğu için onu görevinden azletmek mümkün değildi. Bense, arkadaşım Hyojong’un yaşadığı çelişkileri çözebilmek için ona bir teklifle gidecektim: Busan’a gidip bundan sonraki yaşamımı orada sürdürmek istediğimden bahsedecektim ona. Hyojong, benim dostluğumu kaybedeceğine üzülecek olsa da, bu teklif onu rahatlatacaktı: Bütün dedikoduların önü böylece kesilmiş olacaktı ne de olsa…

Adamlar beni bir tutsak gibi atın arkasına bindirirken acı acı gülümsemeye devam ediyordum: Ne yaparlarsa yapsınlar… Dilerlerse elimden tüm servetimi, her şeyimi alsınlar… Yüreğimdeki duyguları ve hafızamdaki güzel anıları yok edemeyeceklerine göre hiçbir şey kaybetmiş sayılmazdım…

Dörtnala ilerleyen atın üzerinde, son bir defa başımı çevirip arkama baktım: Sevgili aşkıma, biricik He Ran’ıma bir defa daha sonsuza dek veda ediyordum… Güzel sesi bir defa daha çınladı kulaklarımda…

“Ama kim bilir? Belki bir başka hayatta kavuşabiliriz… Ya da belki torunlarımızın torunları tanışır, âşık olur, ve bir araya gelirler… Kim bilir?”

Ve sevgili Ha Rim: Onunla da bir daha bu hayatta görüşemeyeceğimizi bilir gibiydim. Bana verdiği sözü tutabilecek, bir gün He Ran’la hikâyemizi herkese anlatabilecek miydi acaba? Şüphesiz bunu deneyecek, büyük ihtimalle şamanlara gidip muskalar yazdıracaktı: Günün birinde sırrımızı dilden dile anlatacak birilerinin dünyaya gelmesi için dualar etsinler diye… Bunu başarabilecek miydi peki? Bilmeme imkân yoktu…

Ama isterse başaramasın, bu aşk hikâyesinin sonsuza dek tek tanığı olarak kalsın: Onun dostluğunu asla unutmayacaktım…

Ha Rim’e de belli belirsiz bir selam gönderdim ve gözlerimi kapadım… Elveda dostum… Elveda aşkım… Geçmiş hayatım… Elveda…

Min Woo uyandığı zaman gözlerinin kenarından şakaklarına inmiş birer damla gözyaşının belli belirsiz izi kalmıştı yüzünde… Genç adam kalbinde hafif bir buruklukla gülümsedi. Nedense içinden bir ses, bunun sevgili Cha Jong Hwa’yı son görüşü olduğunu fısıldıyordu kendisine… Jong Hwa ve He Ran’ın acıklı aşkı, vuslata ermeden böyle sona eriyordu demek…

Sonra birden rüyanın ayrıntılarını anımsadı ve kaşları çatıldı: He Ran, mektupları Jong Hwa’ya geri vermişti! Ardından, Ha Rim almıştı onları. Peki ama, o halde bunlar Ji Ah’nın eline nasıl geçmişti?!

Genç adamın daha fazla düşünmesine fırsat kalmadan kapı zili ısrarla çalmaya başladı. Min Woo saatine baktı ve şaşkınca gözlerini kırpıştırdı: Sabahın hâlâ erken sayılabilecek bir saatiydi, bu gelen kim olabilirdi ki?

Kaşlarını çatıp doğruldu, ağır ve emin adımlarla kapıya doğru ilerledi. Kapıyı açtığında karşısında duran insanı görmeyi hiç beklemiyordu!

“Sen!…”

“Evet ben…” dedi kapıdaki. “Seni son bir kez görüp söyleyeceklerimi söylemeye geldim. Bundan sonra asla karşına çıkmayacağım. Kapının önünden bile geçmeyeceğim. Zaten en kısa zamanda Inju’ya gidiyorum, beni Seul’e bağlayan bir şey kalmadı… Ama gitmeden önce bana bir söz vermeni istiyorum:” Genç adam bir an durdu, ve hüzünle Min Woo’nun gözlerinin içine baktı: “Onu çok… ama çok mutlu edeceksin, tamam mı?”

Min Woo’nun yüzündeki şaşkınlık ifadesi yerini anlayışlı bir bakışa bırakmıştı. Hafifçe gülümsedi ve başını salladı:

“Söz veriyorum.”

Kang Hyuk duyması gereken buymuş gibi kısa bir baş selamı verdi ve gerisin geri dönüp yürümeye başladı. Min Woo eski kâhyasının düşük omuzlarına hafif bir acımayla baktı. Onun Ji Ah’yı ne çok sevmiş olduğuna şüphe yoktu.

Sonra birden, onun arkasından bağırırken buldu kendini:

“Bu arada her şey için teşekkür ederim! Senin yaptığın masaj, Ji Han’ınkinden kat kat iyiydi!”

Kang Hyuk biraz yavaşladı ve hafifçe gülümsedi.

Tüm çocukluklarına ve şımarıklığına rağmen Min Woo iyi biriydi. Ji Ah’nın onunla mutlu olacağına hiç şüphe yoktu…

Kang Hyuk arkasını bile dönmeden yürümeye devam ederken kendisi gibi onu izleyen Min Woo’nun da yüzünde hafif bir gülümseme vardı…

*********************************

T-Ara Day by Day

Ji Ah elinde saç fırçası, dakikalardır aynanın önünde dalgın dalgın dikiliyordu… Hazırlanması ve çıkması lâzımdı oysa. Min Woo kendisini bekliyordu. Bir televizyon kanalının yeni yıl için verdiği davete katılacaklardı…

“Ji Aaaah! Ben çıkıyorum, Soo Hyun-şi beni yemeğe davet etti. Yeni projelerden bahsedecekmiş…” Sun Ah kafasını odadan içeri uzatıp neşeyle sırıttı: “Ablan sonunda ünlü oluyor kızım! Sonunda biri bendeki ışığı keşfetti işte, nıhahah!”

“Gerçekten inanılmazsın Unni…” dedi Ji Ah başını iki yana sallayarak. “Ayrıca Soo Hyun-şi’nin senin sadece menajerin değil, nişanlın da olmasına hâlâ inanamıyorum…” Ji Ah gözlerini kısıp şüpheyle süzdü ablasını: “Bana bak, doğruyu söyle: Adama büyü falan mı yaptırdın, naaptın?”

“Hıh, o benim doğal karizmama âşık oldu bir kere!” dedi Sun Ah havalı bir biçimde. Sonra sol elini uzattı, yüzük parmağındaki elmasa bakıp sevinçle vıyakladı: “Ama aaahh, çok güzeeeell di miiiiğğğ… Ottukeee??” Ji Ah onun görmemişliği karşısında suratını buruşturup cıkcıklarken Sun Ah birden yüz seksen derecelik bir duygu değişimiyle şüpheyle kendisine dönmüştü: “Yaa… Baksana, acaba nişanlanmakta çok acele mi ettim? Acaba önce Ji Sub-şi’yi tavlama konusunda biraz daha mı uğraşsaydım?”

“Saçmalama abla,” dedi Ji Ah gözlerini devirerek. Aslına bakılırsa Soo Hyun’un da ablasına fazla olduğunu düşünüyordu ama bunu dillendirip dayak yemeye niyetli değildi!

“Hadi sen de hazırlan da fazla geç kalma, Min Woo-şi’yi bekletme,” diye kıkırdadı Sun Ah. Sonra birden “Ah!” diye elini başına vurdu, bir şey anımsamıştı: Koşa koşa gitti, odasından ufak bir kutu alıp geldi. Kız kardeşinin odasına girip ona uzattı:

“Al bakalım: Yeni yıl hediyesi… Yeni yılın kutlu olsun, 2012 ikimize de mutluluk getirsin!”

“Ah, ne gerek vardı? Çok teşekkür ederim!” dedi Ji Ah heyecan ve mahcubiyetle. Sonra utanarak bakışlarını kaçırdı: “Ama ben sana bir şey almadım…”

“Borcun olsun canım, bir ara bir şeyler ayarlarsın. Gong Yoo’yla bir reklam filmi çevirmeye hayır demem mesela!” Sun Ah kıkırdarken Ji Ah: “Evet abla, hakikaten çam sakızı çoban armağanı bir hediye istedin, bravo yani…” diye mırıldanıyordu. Sun Ah: “Hadi baaaay, seneye görüşürüz!” diyerek odadan çıktığında Ji Ah kusmak üzereydi: “Yıl olmuş 2012, senin hâlâ inatla bu espriyi yaptığına inanamıyorum yani…”

Sun Ah kapıdan çıkarken Ji Ah ablasının hallerine gülerek başını salladı, sonra merakla hediyesini açmaya koyuldu: Paketten yeşil taşları olan, altın kaplama, güzel bir bileklik çıkmıştı. Ji Ah beğenerek bilekliği inceledi: Aralarda Çin karakterleri ile “sağlık” “mutluluk” “uzun hayat” gibi şeyler yazdığını fark etmekte gecikmedi. Taşlar ise iri ve dikdörtgen şeklindeydiler, yeşime benziyorlardı…

…Yeşim!

Ji Ah birden nefesini tuttu: Aklına, yeşim taşından bir başka mücevherin görüntüsü gelmişti.

Ve genç kız, önce şaşkın, sonra giderek dozu yükselen kahkahalarla gülmeye başladı: Az önceki sıkıntısı silinip gitmiş, içi kuş gibi hafiflemişti.

Ji Ah birdenbire her şeyi tüm açıklığı ile anlamıştı…

*********************************

Hyo Rim karşısındaki yüzü görmeyi hiç mi hiç beklemiyordu. O yüzden kapıyı açar açmaz çığlık gibi bir isim fırladı dudaklarından:

“Min Woo!”

“N’aber?” dedi Min Woo onun şaşırmasına fazla aldırmadan, hatta neredeyse somurtuk bir yüzle içeri geçerken. Sağına soluna bakındı: “Eee, sürpriz yılbaşı partisi yok mu?”

“N-ne?” Hyo Rim şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı: “Ne sürpriz partisi?”

Bu kez şaşırma sırası Min Woo’daydı: “Parti yok mu? Eee, o zaman ne demeye geldik buraya?” Genç adam kaşlarını çattı, cebinden telefonunu çıkardı. Sonra fikrini değiştirmiş gibi birden geri koydu, Hyo Rim’e baktı:

“Az önce Ji Ah’yla konuştum,” dedi, “Aslında SBS’nin yılbaşı resepsiyonuna katılmayı planlıyorduk ama bana bütün planların değiştiğini, burada buluşmamızı söyledi. Sesi çok heyecanlı geliyordu; ben de büyük bir parti falan hazırladığınızı zannettim…”

Hyo Rim boş gözlerle çocuğa baktı: “Kim?? Ji Ah ve ben?? Parti yapacağız?” Hyo Rim tüm hüznüne rağmen kıkırdamadan edemedi: İnan bana Min Woo, şu anda senin sevgilinle birlikte bir yılbaşı partisi hazırlamak yapmak istediğim en son şey, diye geçirdi içinden.

Min Woo’ysa iyice şaşırmış haldeydi, şüpheyle kızı süzüyordu. Tam ağzını açmış, bir şey demek üzereyken içeri odadan çıkıp havlayarak koşturan iki minik köpek geldi, Hyo Rim’le ikisinin arasından geçip kızın kucağına atladılar.

“Oğluşlarım! Rahat durun bakiym! Misafirimiz var, böyle gürültü etmek size yakışıyor mu, hıı? Çok ayıp ama, Jun Ki, Ji Sub!…”

Köpekler onun azarlamalarına aldırmadan kızın yanaklarını yalamaya başlarken Min Woo hafifçe sırıttı: “Sen ne dedin onlara? Jun Ki ve Ji Sub mı? Köpeklerine birlikte çalıştığın aktörlerin isimlerini mi-”

Genç yıldız birden durdu. Sözleri yarıda kaldı.

Başından aşağı kaynar sular dökülmüştü…

Jun Ki… Ji Sub…

Min Woo olduğu yerde hafifçe sendeledi. Düşmemek için yanındaki duvara yaslandı. Utancından kanatırcasına dudaklarını ısırmıştı, bu… bu… Hyo Rim’e suçluluk dolu bir bakış attı: Kızcağızı bunca yıldır boşuna suçlamıştı! Anlamadan, dinlemeden… Oysa Jun Ki ve Ji Sub…

Arrgghhh, nasıl bu kadar salak olabiliyordu?! Min Woo şu anda kafasını duvarlara vurmak istiyordu!

Hyo Rim’se her şeyden habersiz: “Evet, Jun Ki ve Ji Sub’ı aldığım sıralarda Jun Ki oppayla çektiğimiz dizi henüz bitmişti. Ondan önce de Ji Sub oppayla ne kadar yakın olduğumuzu biliyorsun. Ben de oğluşlarıma iki oppamın adını verdim…” diye gülümseyerek anlatıyordu. Tam o sırada kapının zili çaldı ve Min Woo’yu utancından dumanlar çıkararak olduğu yerde magma tabakasına doğru inmekten kurtardı. Kapıda, gülümseyen yüzüyle Ji Ah duruyordu.

“Ah, selam…” dedi Hyo Rim. Min Woo’nun söylediklerinden sonra genç kızın gelmesini bekliyordu; ama bu ikisinin burda ne aradığı hakkında hiçbir fikri yoktu. Yine de tüm kibarlığıyla gülümsedi: “İçeri geçsene…”

Ji Ah gülümseyerek içeri girdi. Sonra ikisine birden baktı, ev sahibi kendisiymişçesine:

“Neden burda buluşmamızı istediğimi merak ediyorsunuzdur,” diye söze başladı. “Ama önce içeri, salona geçelim isterseniz…”

Min Woo ve Hyo Rim şaşkınca başlarını salladılar. Üçü birden antika eşyalarla dolu olan geniş salona geçip oturduklarında Ji Ah Hyo Rim’e bakarak konuşmaya başladı:

“Birazdan anlatacaklarım üçümüzü, yoo, aslında siz ikinizi ilgilendiren bir sır: Min Woo’nun rüyalarıyla ilgili!”

Genç kız sözün burasında çabucak Min Woo’ya döndü, özür dilercesine gülümsedi: “Bu rüyaları pek fazla kimseyle paylaşmak istemediğini biliyorum. Ama inan bana, Hyo Rim’in bilmesi çok önemli. Çünkü… prenses He Ran’ın torunu ben değilim Min Woo…” Genç adamın gözlerinin içine baktı, ve bilgece gülümsedi: “O kişi… Hyo Rim!”

Min Woo birden delirmiş gibi yerinden fırladı: “NE?!”

Hyo Rim’se şaşkınlık içerisinde bir ona, bir diğerine bakıyordu: “Siz neden bahsediyorsunuz Allahaşkına?!”

Ji Ah Hyo Rim’e döndü, ve birkaç cümlede Min Woo’nun rüyalarını özetledi. Sözlerini bitirirken:

“Gerçekten de Jong Hwa’nın Min Woo’nun dedesi olduğunu biliyoruz,” dedi. “Ama bilmediğimiz şey, He Ran’ın torununun kim olduğuydu. Min Woo, el yazmalarının bende olduğunu öğrenince bu kişinin ben olduğumu zannetti. Tanrı biliyor ya, ben bile bir an için prenses soyundan geldiğime inanır gibi oldum…” Ji Ah hafifçe güldü. Sonra birden ciddileşti. Hyo Rim’e döndü: “Hyo Rim-şi, şu ilerideki vitrinde, üst rafta duran yeşim taşı mücevheri getirir misiniz acaba?”

Hyo Rim soluk almaya bile çekinircesine başını salladı, sonra da gidip mücevheri getirdi, Ji Ah’ya uzattı. Ji Ah elindeki kolye ile geldi, Min Woo’nun tam karşısında durdu:

“Jong Hwa’nın He Ran’a verdiği kolye buydu, değil mi?” diye sordu.

Min Woo gözlerini orkide biçimli taştan ayıramıyordu. Gözleri irileşmiş halde, şaşkınca başını sallayabildi.

Ji Ah derin bir nefes aldı. Yüzüne büyük bir rahatlama ifadesi gelmişti. Tatlılık ile:

“Hyo Rim-şi geçen gün beni evine davet ettiği zaman bu kolyeyi görmüştüm,” dedi. “Ama o zaman anlamamıştım… Fakat sonra, Hyo Rim’in kral Hyojong’un, yani kraliçe He Ran’ın soyundan geldiğini anımsadım. Ve birden, bu kolyenin senin rüyalarında gördüğün kolye olduğunu anladım Min Woo: He Ran’ın torunu, aslında Hyo Rim’di!”

Genç kız, bu olanlara inanamayarak bakakalan Hyo Rim’e döndü, şefkatle gülümsedi: “Tabii Min Woo’nun dedesinden kalan mektupların neden sende değil bende olduğunu hâlâ açıklayamıyorum ama-”

“Sanırım ben bunu açıklayabilirim,” diye onun sözünü kesti Min Woo. Genç adam hâlâ boş boş ileri bakıyordu. İki kız kendisine dönünce, yüzündeki şok ifadesinden kurtulmaya çabaladı ve son rüyasını ikisine birden anlattı. O sözlerini bitirince Hyo Rim derin bir nefes koyverdi. Ji Ah ise neşeyle:

“İşte bu her şeyi açıklıyor!” dedi ve kıkırdadı: “Oh, sonunda kendi dedemle müşerref olabildiğime çok sevindim: Benim prenses soyundan geliyor olmam hiçbir zaman mantıklı gelmemişti zaten!”

Min Woo ise hâlâ şaşkındı:

“Ama… ama ben neden rüyalarımda seni gördüm? Neden Hyo Rim’i görmedim?”

Ji Ah hafifçe omuz silkti:

“Belki de Ha Rim’in He Ran ve Jong Hwa arasındaki aşkı dünyaya anlatabilmesinin yolu buydu: Bir gün, onun torunları ile Jong Hwa ve He Ran’ın torunlarının yolu kesişince bu sırrın ortaya çıkmasını sağlayacak bir büyü yaptırdı… Senin o rüyaları görmeye başlaman bunun habercisiydi; mektupları sana getirecek olan insanı gördün rüyanda…”

“Ya da belki He Ran gerçekten de Ji Ah’ya benziyordu,” diye güldü Hyo Rim. Min Woo bir an ürperdi: “Bir başka bedende… bir başka yüzde…

“Sanırım bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz…” dedi Ji Ah da hafifçe gülümseyerek. Sonra, bakışlarını dalgınlaşan Min Woo’ya çevirdi. Min Woo da başını kaldırdı. İki genç göz göze geldiler.

Lasse Lindh – I could give you love 

Ji Ah bir an tereddüt etti. Sonra yüzüne kararlı bir ifade yerleşti. Gülümseyerek Min Woo’ya yaklaştı, onun tam karşısında durdu. Elini uzattı, genç adamın yanağına dokundu. Ama bu defa bir sevgili gibi değil, bir arkadaş şefkatiyle.

“Sanırım bunun ne demek olduğunu ikimiz de biliyoruz, değil mi…” diye mırıldandı.

Min Woo hafifçe titredi. İçinden, ona karşı çıkmak geldi: Bu güzel yüzlü kıza karşı hissettikleri, sadece rüyalardaki kaderden ibaret değildi ki!…

Ama kendi sözleri geldi aklına: “Anlamıyor musun Ji Ah, biz onların yarıda kalan aşkının devamıyız! Bizim birbirimize âşık olmamızın bir sebebi var! Kaderimiz onların yarım kalan aşkını kendimizde yaşatmak!” Bu söylediklerine nasıl da yürekten inanıyordu, Tanrım!

Oysa şimdi…

Ji Ah’ysa ona hüzünle gülümsemeye devam ediyordu.

“Birkaç gündür bunu sana nasıl anlatacağımı düşünüyordum,” diye başladı sözüne. “Birbirimizin kaderi olmadığımızı anlamıştım, ama bunu sana nasıl açıklayacağımı bilemiyordum… Yine de seni çok sevdim Min Woo: Seni tüm kaprislerinle, şımarıklıklarınla, ama o tertemiz, çocuk kalbinle çok, çok sevdim! Ve sevmeye de devam edeceğim, sadece bir başka şekilde. Eğer istersen, yanında olmaya da devam edeceğim: Şoförün, asistanın, dostun olarak… ” Bakışları, onları nefes bile almaya çekinerek izleyen Hyo Rim’e takıldı. Anlayışla gülümsedi. Tekrar Min Woo’ya baktı: “Ama ben başka bir dünyaya aidim Min Woo. Ben senin değil, başka birinin rüyalarındaki prensesim: Beni çocukluktan beri seven, ne hata yaparsam yapayım her zaman yanımda olan, bir zamanlar bir söz verdiğim birinin…”

Min Woo hafif bir buruklukla baktı kıza. “Kang Hyuk…”

Ji Ah hafif bir tebessümle başını salladı. Sonra birden, Min Woo’yu kendine çekti, sıkıca sarıldı ona. “Hoşçakal…” diye fısıldadı. Min Woo ise bir an ellerini kaldırdı, ona sarılacak gibi oldu, ama hemen sonra indirdi yeniden. Yalnızca, gözlerini yumup onun kokusunu içine çekmekle yetindi.

İçi binlerce duyguyla kaynıyordu: Hüzün, özlem… Ama tuhaf şey, isyan yoktu yüreğinde. Sanki olması gereken olmuştu. Ve yine tuhaf bir biçimde, nedense artık kendini yalnız hissetmiyordu Min Woo: Ji Ah artık sevgilisi değildi, ama sonsuza dek dostu olarak kalacaktı, biliyordu.

Ji Ah’ysa kollarını onun boynundan ayırdığında gözleri yaşlardan sırılsıklamdı. Yine de içi rahattı genç kızın: Min Woo emin ellerdeydi. Onu gerçek kaderine bırakıyordu. Ve kendisinin de… anlık tutkulardan arınıp yüreğindeki asıl sevgiye gitme zamanı gelmişti.

Genç kız, Hyo Rim’e ve Min Woo’ya baktı, yaşlar arasında gülümsedi: “O halde… Şimdilik hoşçakalın!”

Hyo Rim duygulanarak koştu, Ji Ah’ya sarıldı. Onun kulağına fısıldadı: “Teşekkür ederim! Çok teşekkür ederim… unni!”

Ji Ah da genç kızı kucakladı, sonra son bir kez gülümseyip arkasını döndü, evin kapısından çıktı…

Hyo Rim ve Min Woo baş başa kalmışlardı. Hyo Rim çekinerek Min Woo’ya bir bakış attı.

Min Woo’ysa hâlâ Ji Ah’nın kaybolduğu noktaya gözlerini dikmiş, öylece bakıyordu. Yüzünden duygularını okumak imkânsızdı, ama genç adam kalbinin binbir duyguyla taşmak üzere olduğunu hissediyordu. Gözlerinin önünden, Ji Ah’yla yaşadıkları acı-tatlı olaylar geçti: Tanıştıkları gün olanlar ve onu erkek zannederken zavallıcığa yaptıkları aklına gelince istemsizce gülümsedi.

“Güle güle Ji Han…” diye mırıldandı belli belirsiz.

O sırada, Hyo Rim’in nefes bile almaya çekinerek kendisini izlediğini fark etti ve ona doğru döndü. Hyo Rim, yakalanmış olmanın utancı ile:

“B-ben… Ehem…” diye kekeledi. Sonra lafı değiştirmek için hafifçe güldü: “Rüyalarında gördüğün aşk hikâyesi inanılmaz bir hikâyeymiş! Çok etkilendim… Üstelik gerçek olduğunu düşünmek… vay canına, tam anlamıyla nefes kesici!”

Min Woo: “Evet, kesinlikle öyle…” dedi dalgınca. Sonra yepyeni bir ilgiyle kıza baktı: İlk aşkı, tatlı Hyo Rim… Ona yaptığı haksızlığı düşününce bir kez daha içi sızladı. “Embesil olduğunu bir kez daha kanıtladın Min Woo, tebrik ederim,” diye dişlerini gıcırdattı kendi kendine. Kıza döndü:

“Bu hikâye anlatılmadan kalırsa doğrusu çok yazık olacak…” diye söze başladı. “Şimdi ne düşünüyorum biliyor musun: Bir yapımcı bulup bunun filmini yapmalıyım!”

“Ah, sahi mi diyorsun?! Bu harika olur!” diye neşeyle el çırptı Hyo Rim. Min Woo ona sevecenlikle baktı. Ve boğazını temizledi:

“Eee… ehem… Jong Hwa’yı elbette ben canlandırmalıyım, ne de olsa benim büyük büyük dedem… Peki acaba…” Kızın gözlerinin içine baktı: “He Ran rolünü de sen oynamayı düşünür müsün?”

Hyo Rim’in birden gözleri doldu: Gözlerini, karşısındaki yakışıklı adamın gözlerine dikti:

“Çok isterim,” diye fısıldadı.

Min Woo kıza hafifçe gülümsedi. Hyo Rim de ona.

Ve genç kız, günlerden, hatta aylardan beri ilk defa yüreğinde derin bir rahatlama hissetti. Min Woo ile bir gelecekleri olur muydu, gelecek günler onlara ne gösterirdi, bilemiyordu. Ama yine de içine tuhaf bir huzur dolmuştu. Aynı duyguları Min Woo’nun hüzünlü, ama rahatlamış yüzünden de okuyabiliyordu.

Hyo Rim, elindeki yeşim taşı kolyeyi fark ettirmeden hafifçe sıktı…

*********************************

Katy Perry – The one that got away

O sırada Ji Ah canını dişine takmış, Seul sokaklarında koşturuyordu: Sağından solundan geçen insanlar gece vakti delirmiş gibi koşan bu kıza hayretle bakıyorlardı. Ji Ah’ysa ne onları ne de bastığı yeri görecek haldeydi, içi içine sığmıyordu şu anda.

Genç kız devamlı: “Özür dilerim…” diye tekrarlıyordu içinden, “Özür dilerim… Özür dilerim! Sana yaptıklarım için… bunca zamandır çektiklerin için… seni kıskandığım, seni sevdiğim halde bir türlü anlamadığım için… her şey için özür dilerim! Bekle, ne olur bekle beni!”

Gözlerinin önünden sıra sıra görüntüler geçiyordu: Aynı walkman’den şarkı dinleyerek ders çalıştıkları günler… Nehir kenarında koşturmaları… Şakalaşmaları, gülmeleri, birlikte deliler gibi eğlenmeleri… Ve birlikte ağlamaları: Kang Hyuk’un başını kendi göğsüne yasladığı, hiçbir şey demeden saatlerce acısını paylaştığı anlar… Ne çok şey yaşamış, ne çok şey paylaşmışlardı! Ji Ah şimdi, bu kocaman yürekli genç adamdan başka birisinden hoşlanmış olma ihtimaline bile hayret ederek koşuyordu Seul sokaklarında.

O ilk aşkıydı. O, en büyük aşkıydı. O, çocuklarının babası olmasını istediği adamdı.

Ve o, dünyada kendisini en çok seven insandı…

“Gerçekten unuttun mu… Oysa ben bir gün bile unutmadım!”

“Ben tüm hayatım boyunca o günün hayaliyle yaşadım: Nihayet sana kavuşacağım günün…”

“Seni seviyorum, duy işte, sana yıllardır âşığım, SENİ DELİLER GİBİ SEVİYORUM!”

Ve o vahşi öpücük… Ji Ah tüyleri ürpererek elini dudaklarına götürdü.

Ardından, karaoke yaptıkları o gün: “I’m lucky I’m in love with my best friend… Lucky to have been what I’ve been…”

Kang Hyuk’un kendisine ışıl ışıl gözlerle baktığını anımsıyordu Ji Ah. Sahnede birbirlerine gülümserlerken içinde yükselen o sıcacık duyguyu…

Sonra birden, karanlıklar içerisinden fırlayıp Ji Ah’nın kullandığı arabanın altında ezilmek ister gibi önüne çıkan Kang Hyuk’un yüzü geliyordu gözlerinin önüne… Onun ıstırapla, çaresizlikle dolu sesi: “Ben kalbimin kırılmasına alışığım Ji Ah… Sorun o değil. Ama, ah… Ah, bir bilebilsem… Senin üzülmeyeceğini bilsem… Bundan emin olsam… Belki o zaman biraz daha rahat olurdu içim…”

Ji Ah gözyaşlarına hakim olamadı: Bu kadar büyük bir sevgiyi hak etmek için ne yapmıştı Tanrım?!

“O seni sevmekten bir an bile vazgeçmedi,” dedi bu kez Min Seo’nun sesi. Ji Ah bir kez daha hıçkırdı: Mutluluğu ne çok kez teğet geçmişlerdi! Ama artık yeterdi: Artık mutlu olmalarının zamanı gelmişti!

O zaman şöyle yapalım,” dedi anılarında, genç Kang Hyuk. “Birbirimize otuz yaşına gelene kadar süre verelim: Eğer bu sürede ikimizden biri deliler gibi âşık olacağı birini bulursa o zaman anlaşma bozulur. Ama eğer ikimiz de otuza kadar başkasına âşık olmazsak bu sözü hatırlayacak ve birbirimizle evleneceğiz! Ne dersin?

17 yaşındaki Ji Ah:

“Tamam, varım!” diye bağırdı neşeyle. “Ama… ama bir sorun var.”

“Neymiş o?” Ji Ah dişlerini göstererek afacanca sırıttı:

“Doğumgünlerimiz aynı değil ki! Hangimiz otuza gelene kadar bekleyeceğiz??”

Kang Hyuk kafasını kaşıdı: “Doğru diyorsun… O zaman şöyle yapalım: İkimiz de 2012 yılında otuza basacağız, değil mi? O zaman tam 31 aralık 2011’de saat geceyarısını vururken eğer hayatımızda birisi yoksa tam bu noktaya gelir, birbirimize bu sözü hatırlatırız. Tamam mı? Anlaştık mı?”

Şimdi Ji Ah: “Anlaştık Kang Hyuk,” diyordu içinden. “Sözümü tutmaya geliyorum… Lütfen, lütfen bekle beni! Lütfen sen de orada ol! Lütfen…”

Ve birden, soluk soluğa durdu.

Onu görmüştü…

Kang Hyuk nehir kenarında bir banka oturmuştu. Elinde bir soju şişesi vardı. Neredeyse boşalmıştı bu şişe. Yüzünde bir an bir gülümseme beliriyor, hemen sonra derin bir hüzünle bükülüyordu dudakları. Ji Ah bir süre yarı hüzün, yarı özlemle onu seyretti. Onun da tıpkı kendisi gibi anılara daldığını hemen anlamıştı.

Kang Hyuk’sa son bir defa gelmişti buraya: Şimdi sevdiği adamla yepyeni bir hayatın eşiğinde olan büyük aşkına veda etmeye gelmişti. Yarın yanına iki parça eşyasını alıp kitapçı dükkanını devretmeye bile uğraşmadan basıp gidecekti buralardan. Otuz yaşına girerken, kendine yeni bir hayat kuracaktı: Sevdiği kadının mutluluğunu uzaktan izleyen, onun mutluluğuyla yetinen, basit bir adamın hayatı…

Bir tek aşk yoktur acıya gark etmesin

Bir tek aşk yoktur kalpte açmasın yara

Bir tek aşk yoktur iz bırakmasın insanda

Bir tek aşk yoktur yaşanan gözyaşı dökmeksizin

Mutlu aşk yoktur ama

Böyledir ikimizin aşkı da…

Birden, kendisini izleyen bir çift gözün varlığını hissetti ve başını çevirdi. Gördüğü manzara karşısında soluğu kesildi:

Ji Ah, bütün güzelliği üzerinde, yüzünde buruk bir gülümseme ile kendisini izliyordu.

Kang Hyuk hayal görüp görmediğini anlamak ister gibi gözlerini kırpıştırdı. O sırada Ji Ah yavaş adımlarla kendisine doğru ilerlemeye başlamıştı. Tatlı bir sesle:

“Selam,” dedi.

Kang Hyuk şoku üstünden atamamıştı, kekeleyerek:

“S-sen burda ne arı-arıyorsun?” dedi şaşkınca.

Ji Ah ise o sırada gelmiş, tam karşısında durmuştu. Yüzündeki tebessümü bozmaksızın hafifçe omuzlarını kaldırdı, lakayıt bir tavırla:

“Hımmm, biriyle burada buluşmak üzere sözleşmiştim,” dedi aldırmaz havalarda. “Gerçi üzerinden çok vakit geçti, bilmem kendisi hatırlar mı…”

Birden Kang Hyuk’un gözleri doldu: En acayip rüyalarında bile ummaya cesaret edemediği o müthiş hayal, şimdi hiçbir umudu kalmamışken gerçek oluyordu: Genç adam, bu an’ı bozmaktan çekinircesine, gözlerini kızdan ayırmadan ağır ağır yerinden kalktı. Onun tam karşısında durdu. Nefes bile almadan ona baktı.

Ji Ah da büyük bir sevgi ile ona bakıyordu şimdi. Sonra gözlerini kaçırdı, utangaç bir biçimde:

“Ben… senden özür dilerim,” diye söze başladı. “Bunca zamandır sana çektirdiklerim için… Hiç yapmam zannettiğim bir şey yapıp yakışıklı bir yıldızın büyüsüne kapıldığım için…”

Birden, Kang Hyuk’un kendi yüzüne uzanan eli, genç kızın sözlerini yarıda kesti. Kang Hyuk şefkatle onun yüzüne düşen perçemi kulağının arkasına geri atarken Ji Ah ürpererek sustu. Kang Hyuk’sa:

“Önemi yok,” diye fısıldadı. “Bunların hiçbirinin önemi yok… Sen bana geldin ya… Bu bana yeter!”

Ji Ah’nın birden gözleri doldu: Genç kız, yaşlı gözlerle baktı dostuna.

Sonra birden, onun kollarına atıldı!

“Özür dilerim! Seni seviyorum! Seni çok seviyorum! Bunu fark edemediğim için, bunca zamandır yaşananlar için, ben, ben… nasıl… neden…” Ji Ah ne diyeceğini bilemiyor, sözcükler boğazına tıkanıyordu.

“Tamam, tamam,” diye hafifçe güldü Kang Hyuk. Genç kızı sıkıca sardı, o ağlamaya devam ederken başının üstünü öptü. Ji Ah burnunu çekip başını onun boynuna gömdü: Oh, bu tanıdık koku… bu güzel insan… Genç kız yeniden ağlamaya başladı. Hem ona çektirdikleri için duyduğu derin pişmanlık… hem de sonunda ona kavuşmuş olmanın getirdiği büyük mutluluktan…

İki genç uzun bir süre böylece kaldılar. Ji Ah sessiz sessiz ağlamaya devam etti, Kang Hyuk’sa onu saran kollarını bir an bile gevşetmedi.

Sonunda Kang Hyuk:

“O zaman… verdiğimiz söz, hâlâ geçerli mi?” diye fısıldadı kollarındaki kızın kulağına.

Ji Ah yarı ağlar yarı güler vaziyette başını salladı. Kang Hyuk geri çekildi ve sevgi dolu bir gülümsemeyle onun yüzüne baktı. Ji Ah’ysa utanarak yüzünü saklamaya çabaladı:

“Suratım karman çorman oldu, sümüklerim aktı… Off!”

“Sen böyle de güzelsin,” dedi Kang Hyuk sevgiyle. Ama yine de cebinden bir mendil çıkardı ve sırıtarak ekledi: “Gene de sümüklü bir kızı öpmek yerine sümüksüz olanını tercih ederim!”

“Pislik!” dedi Ji Ah şakacı bir öfkeyle, ama mendili kapar gibi aldı çocuğun elinden.

Yüzünü ve burnunu silip yeniden Kang Hyuk’a döndüğünde, onun kendisine hayran gözlerle baktığını fark etti ve hafifçe güldü: “Burnum kıpkırmızı oldu, gözlerim şişti… Şimdi sümüksüz de olsam beni öpmek istediğine emin misin?”

Kang Hyuk ona baktı. Bütün duyguları gözlerindeki pırıltılarda titreşirken baktı ona. Hayatının aşkı, hayatının anlamı, hayatının kadınına bakar gibi baktı.

“Hem de bütün kalbimle…” diye fısıldadı.

Ve genç kızı sevgiyle kendine doğru çekti, gözlerini kapatıp aşkla uzun uzun öptü onun güzel dudaklarını. Ji Ah da aynı biçimde, bütün yüreğiyle öptü onu: Rüyalarındaki prensini, doğacak çocuklarının babası olacak, çok, çok sevdiği bu adamı…

Aynı anda, şehrin dört bir tarafından korna sesleri ve neşe dolu çığlıklar yükseldi, nehrin üzerinde havai fişekler atılmaya başlandı: Yeni yıla girildiğinin işaretiydi bu. İki sevgili, birbirlerinden ayrılıp gülümseyerek bakışlarını havai fişeklere çevirdiler. Elleriyse birbirlerinden bir an bile ayrılmamıştı.

2012, onların yılı olacaktı…

-SON-

Yazarın Notu: Öncelikle son bölümün bu kadar gecikmesi sebebiyle tüm okurlardan çok ama çok özür diliyorum. Ama fark ettiğiniz gibi final bölümü 2 bölüm uzunluğundaydı; bu sayede umarım size kendimi biraz da olsa affettirmişimdir. 😛 Bunca zamandır süren yazma serüvenimde benden yorumlarını esirgemeyen sevgili:

Ohyoonjoo

Harmony

Winpohu

Mydestiny

Işık

Şeyma

Egosantrikrapsody

Minekibuu

Canlina

Masalevi

Makino

Morzambak

Sessizgemi

Köroğlu

Asiruh

Kimbapsushi

Melichan

Lee

Nomuyeppudaa

Joseonginseng

Rosa

Birnamormanındapiknikyapankız

Gülefşan

Eskaymak

Tuğba Han

Kübra Çelik

Pabuçsuz Prenses

Sahra

Boice

başta olmak üzere tüm okuyuculara teşekkür ederim. Sevgilerimle ^^

On Beşinci Bölüm: “Bekle beni, sana geliyorum!”

Christina Perri – A Thousand years

Az sonra Min Woo ve Ji Ah, parkın yakınlarındaki küçük şirin bir kafede oturuyorlardı. Neyse ki kafenin birkaç ihtiyardan başka müşterisi yoktu; onlarsa eski zaman kıyafetleri içindeki genç kıza şöyle bir bakıp kendi işlerine dönmüşlerdi. Min Woo’yu tanıyan olmamıştı bile.

Min Woo kafenin yaşlı sahibesinin önüne ittiği tarçınlı kapuçino bardağını teşekkür kelimeleri mırıldanarak alırken ellerinin titremesine engel olamıyordu. Hemen yanında sessizce oturan genç kıza kaçamak bir bakış attı: Acaba ne düşünüyordu?

Sonra boğazını temizledi, aldırmaz bir havaya bürünmeye çalışarak:

“Sen… Çinli prenses rolünü oynayan kişinin sen olduğunu neden daha önce söylemedin?” diye sordu.

Ama Ji Ah ona “sence?” der gibi bakınca öksürüp: “Yani… Öhöm… Sanırım kadın olduğunu itiraf edememenden dolayı, tamam…” diye mırıldandı. İki genç, bir süre daha sustular. Sonra Min Woo:

“Ama sen… gerçekten de o’sun: Rüyalarımdaki kız…” diye fısıldadı. Genç adamın başı dönüyordu; hâlâ bu olaya inanamıyordu: Şu üzerindeki hanbok ve Chosun dönemi tarzı örgülü saçları ile Ji Ah, He Ran’dan başkası değildi! Kendisi bu benzerliği nasıl olmuş da daha önce fark edememişti Tanrım?!

Aslında… bunun sebebi çok açıktı: Ji Ah’yı erkek zannederken rüyasındaki kız olduğunu nasıl anlayabilirdi ki?

Onun kız olduğunu öğrendiğinde ise rüyalarındaki kızın kimliği aklına gelecek son şey olmuştu. Min Woo iki gece önceki rüyayı ve yüreğine dolan korkunç hüznü hatırladı: Jong Hwa He Ran için acı çekerken kendisinin yüreğini yakan kişinin de Ji Ah olması giderek daha mantıklı görünüyordu.

“Demek… tarih kendini böyle tekrar ediyor…” diye mırıldandı.

Ji Ah bakışlarını onun yüzüne çevirdi. Genç kız hâlâ mahcup, suçlu psikolojisi içerisindeydi. Ama biraz da rahatlamıştı: Bu büyük sırrın ortaya çıkması omuzlarındaki yükü biraz hafifletmiş gibiydi.

“Şimdi bana her şeyi anlatacak mısın?” dedi yumuşak, biraz da ürkek bir sesle. “Böylece… belki sana rüyalarını çözme konusunda yardımcı olabilirim…”

Min Woo huzursuzca kıpırdandı. Az önce yaşadığı büyük şok ve coşkuya rağmen, aslında Ji Ah’ya hâlâ kırgındı. Bir an durdu, sonra soğuk bir ses tonuyla konuştu:

“Evet… Anlatacağım… Ama sakın yanlış anlama, bu demek değil ki seni affediyorum: Gerçek şu ki Ji Han, seni kolay kolay affetmem mümkün değil. Hatta günün birinde aramızda hiçbir kırgınlık kalmasa bile eskisi gibi olmayı bekleme benden.”

Ji Ah zorlukla yutkundu. Boğazına bir yumru oturmuş gibiydi. Min Woo’nun kendisine gerçek adıyla seslenmeyi reddetmesinde bile kırgınlığı açıkça okunuyordu. Genç kız: “Ben bunu hak ettim…” diye düşündü. O yüzden yalnızca başını “tamam” dercesine sallamakla yetindi.

Böylece Min Woo rüyalarını en baştan başlayarak tüm detayları ile Ji Ah’ya anlattı. En son, He Ran ve Bongrim’in düğününden de bahsettikten sonra sustu. Meraklı gözlerini kıza çevirdi:

“Ee? Ne diyorsun? Sence tüm bunlar ne demek oluyor?”

Ji Ah’nın kaşları çatılmıştı. Genç kız düşünceli bir biçimde:

“Bilemiyorum…” diye mırıldandı. “Ama… Prens Bongrim, Kral Injo: Bu kişiler tarihte var olan, gerçekten de yaşamış insanlar… Jong Hwa ve He Ran’ın da gerçek şahsiyetler olup olmadıklarını hiç araştırdın mı?”

Min Woo omuz silkti: “Hayır, hiç araştırmadım. Hem zaten nasıl araştıracaktım ki?”

“Kütüphanede saray yazmanları tarafından günlük olarak tutulmuş kronikler bulunur,” dedi Ji Ah. “Tabi bunlar muhtemelen Çin harfleriyle yazılmışlardır, ama eski yazıyı okuyabilen biri ile gidip araştırma yapabilirsin. Mesela bizim Kang Hyuk hanja okuyabiliyor…”

Min Woo’ysa Kang Hyuk’la kütüphaneye gidip araştırma yapma fikrini pek de çekici bulmamıştı, yüzünü buruşturup hemen konuyu değiştirdi:

“Diyelim ki bu insanlar gerçekten yaşamış şahsiyetler: Peki sence bu ne demek?” Min Woo kıza doğru eğildi. Sanki Ji Ah’nın söyleyeceği her şey doğru olacakmış gibi merakla onun cevabını bekliyordu.

Ji Ah’ysa kaşlarını çattı. Ağır ağır:

“Bilemiyorum…” diye mırıldandı. “Belki… hımm, mesela belki bu Jong Hwa gerçekten de senin dedendir? Ne dersin, olamaz mı?”

“Zannetmiyorum, bizim ailemiz yüzyıllardır Busan’da yaşıyor,” dedi Min Woo hafif bir hayalkırıklığı ile. “Eğer soyumuz Seul’lü noron ailelerinden birine dayansaydı bunu bilirdim, değil mi?”

“Eh, zaten benim soyumun bir prensese dayanıyor olması da pek gerçekçi görünmüyor,” diye mırıldandı Ji Ah. Min Woo’nunsa yüzünde tereddütlü bir anlam belirmişti. Genç adam bir an söylesem mi söylemesem mi gibisinden durakladı, ama sonra içindekileri dökme isteği baskın geldi:

“Belki de…” Bir an durdu, kızın gözlerinin içine baktı: “Biz rüyamdaki kişilerin reenkarne olmuş haliyizdir… Olamaz mı?”

Ji Ah huzursuzca gözlerini kaçırdı. Hafif bir sesle:

“Hımm… Bilemiyorum,” diye mırıldandı. “Yani… ben… reenkarnasyona çok inandığımı söyleyemem…”

“Ben de inanmam ama şu anda en makul açıklama buymuş gibi görünüyor,” dedi Min Woo. Ji Ah ise omuz silkti:

“Neden öyle olsun? Belki de ölmüş bir insanın ruhu ile bir şekilde iletişime geçtin. Ve onun anılarını sanki kendin yaşamış gibi rüyanda görüyorsun: Elbette o kişi yerine kendini hayal ediyorsun, ve sevdiğin kadın olarak da o sırada sana en yakın olan kişinin yüzünü, yani benim yüzümü koydun! Böyle olmuş olamaz mı?”

“Olamaz!” diye patladı Min Woo. “Bir kere He Ran’ı rüyalarımda ilk kez gördüğümde senin kadın olduğunu bile bilmiyordum! Neden gidip güzel bir hatunu hayal etmek yerine seni He Ran olarak göreyim ki?! Bunun daha mantıklı bir açıklaması olmalı!”

Ji Ah bunun üzerine bir şey diyemedi. Biraz sonra:

“O halde biraz daha düşün,” dedi. “Rüyalarında Jong Hwa ile, He Ran ile ilgili başka hiçbir detay yok mu? Ne bileyim, onları bizimle ilişkilendirecek herhangi bir şey… Mesela aile yadigarı bir kılıç, ya da yüzyıllarca saklanıp nesilden nesle iletilecek değerli bir mücevher falan da mı görmedin?”

Min Woo eliyle alnını ovuşturdu. Genç adam hatırlayabilmek için kendini fazlasıyla zorluyordu:

“Jong Hwa’nın kılıcı ve üzerindeki işlemeler çok farklıydı gerçekten… Onu bir müzede, ya da kendi evimize görmüş olsam kesinlikle hatırlardım… Ama bundan başka aklıma gelen hiçbir şey yok maalesef…”

Ji Ah hayalkırıklığı içinde bir nefes verdi. Min Woo da içini çekip önündeki kapuçino bardağına uzandı. Ama daha dudaklarına götüremeden aklına gelen şeyle birlikte gözleri parıldadı:

“Ooo! Dur dur, bir şey daha var!”

Genç kız heves ve beklentiyle kendisine dönünce neşeyle:

“Jong Hwa en son rüyamda prensese çiçeğimli-böceğimli laflarla başlayan uzun bir mektup yazıyordu,” dedi. “İşte o mektubu yazarken kullandığı bir divit hokkası vardı, belki de o-”

“Bir dakika! Çiçeğim mi dedin? Mektup böyle mi başlıyordu?”

Min Woo şaşkınlık içinde durdu ve kıza baktı:

“Evet, “orkide çiçeğim” diye başlıyordu. Bilirsin, He Ran aynı zamanda orkide çiçeği demek ya…”

Ji Ah dudaklarını sıktı ve çocuğa “devam et” dercesine başını salladı. Min Woo ise kızın neden böyle tepki verdiğini anlamadığı halde dudak büktü ve divit hokkasını tarif etmeye devam etti.

Ji Ah’nınsa başı dönmeye başlamıştı. Kendisi emin olana kadar Min Woo’ya çaktırmamak için bir şey söylemek istememişti ama tuhaf, çok tuhaf ve büyük bir tesadüf vardı karşılarında:

Kendi büyük büyük dedelerinden kalan el yazması kitap, “Çiçeğim… Orkide çiçeğim benim…” diye başlıyordu…

*****************************************

Davichi – Because It’s You

Ji Ah titreyen elleri ile kitabın kapağını açtı ve okuması için Kang Hyuk’a uzattı. Kang Hyuk kitabı eline alırken çekingen bir bakış attı arkadaşına:

“Demek… Min Woo bu kitabı rüyasında görmüş, öyle mi?”

Ji Ah başını salladı. Başka hiçbir şey diyemeyecek kadar heyecanlıydı. Gece Min Woo’dan ayrılır ayrılmaz Kang Hyuk’a mesaj atıp kendi evlerine gelmesini söylemişti. Sonra da çocuğa olan biteni bir çırpıda özetlemişti. Kang Hyuk’un da başı dönmüştü duyduklarından:

“Nasıl… nasıl yani?! Ji Ah, bu manyak bir şey! Çocuğun mistik güçleri mi var nedir, vay canına!”

Ji Ah da fena halde sarsılmış durumdaydı, titreyen dişlerinin birbirine vurmasına güçlükle engel olurken:

“Biliyorum, ben de kendimi çok tuhaf hissediyorum,” dedi. “Ama bu henüz hiçbir anlama gelmiyor, emin olmadan önce Min Woo’ya bir şey söylemek istemedim… Önce şu kitabı bir kez daha okuyalım da…”

Kang Hyuk başını salladı. İki gencin daha önce de bu eski el yazmasını okuma girişimleri olmuştu, ama karşılarına kime yazıldığı belli olmayan uzun bir aşk şiirinden başka bir şey çıkmayınca yarıda bırakmışlardı. Kitabın soylu atalarından kaldığını iddia eden Sun Ah’nın aksine Ji Ah bu güzel yazmanın bir biçimde ellerine geçmiş olan, ama tarihi olmak dışında pek de bir önem taşımayan bir yazı olduğuna emindi.

Fakat… bu gece öğrendikleri ile bu düşüncesi kökten değişecek gibi görünüyordu: Kitap, aslında onlarca uzun mektup kağıdının bir araya getirilip ciltlenmesi ile oluşturulmuştu; yani bir sürü mektuptan oluşuyordu. Bu mektupların her biri de aynı şeyi içerir gibiydi: Bilinmeyen, şimdi ayrı düşülmüş bir sevgiliye yazılmış aşk sözcükleri, ve ayrılık acısı ile dolu uzun ağıtlar… Ancak Ji Ah, bu defa mektuplarda neyi aradığını iyi biliyordu. Kararlılıkla başını salladı ve Kang Hyuk eski yazıyı okurken dikkatle onu dinlemeye başladı.

İki genç bütün bir gece hiç durmaksızın okudular. En sonunda Kang Hyuk derin bir soluk alıp arkasına yaslandı, Ji Ah ise uzun pasajlar arasında not aldığı cümlelere bir göz attı:

Orkide çiçeğim benim…”

Seni ilk gördüğüm anı hatırlıyorum: Güzelliğin öylesine göz kamaştırıcıydı ki, şenlik alanındaki yüzlerce, binlerce fener, senin ışığının yanında güneşin söndürdüğü ay gibi sönük kalıyorlardı…

Bugün Hunchai Ormanı’na gittim. Pınarın kaynadığı yerde, seninle ilk defa konuştuğum o büyülü yerde saatlerce oturup seni düşündüm: Elmaslar gibi parlayan o güzel gözlerini, pespembe yakut dudaklarını, bülbülleri kıskandıran güzel sesini… Ve imkânsız aşkımı kalbime gömerken, bir defa daha ikimiz için de hıçkıra hıçkıra ağladım…”

“…fakat biliyorum ki beni asla affedemeyeceksin: Senin kanından olan o güzel ve masum insanı koruyamadım…”

Mektuplarda bu cümleler dışında ne yazanın, ne de yazılan kişinin kimliğine dair hiçbir bilgi yoktu. Ancak önceden Ji Ah’ya hiçbir şey ifade etmeyen bu cümleler, şimdi genç kızın heyecanla titremesine yetip de artmıştı. Gözleri parlayarak Kang Hyuk’a döndü, genç adamın kolunu sıktı:

“Bu kitap… gerçekten de Jong Hwa tarafından yazılmış gibi görünüyor,” dedi. “Yer isimleri, olaylar… Min Woo’nun rüyasında gördükleri ile birebir örtüşüyor!”

Kang Hyuk da başını salladı. Genç adam içindeki burukluğa rağmen çok büyük bir keşfin eşiğinde olduklarını hisseder gibiydi. Yanında getirdiği laptopu açtı ve kıza döndü:

“Önce Jong Hwa’nın gerçekten yaşamış bir kişilik olduğunu teyit edelim,” dedi. “Kütüphanenin internet sayfasında eski kronikler yüklenmiş olmalı; bana on beş dakika ver, sana gereken her şeyi bulurum.”

Gerçekten de Kang Hyuk’un Jong Hwa hakkındaki bilgilere ulaşması on dakikadan fazla sürmedi: Cha Jong Hwa, gerçekten de sonradan kral Hyojong ismini alacak olan Prens Bongrim’in en yakın adamlarından biriydi. Ancak genç adam Prens Bongrim’in kral olarak taç giymesinin ardından tarih sahnesinden siliniyor, bundan sonraki kayıtlarda ondan hiç söz edilmiyordu.

Ji Ah endişeli gözlerle Kang Hyuk’a baktı:

“Sence… ne olmuş olabilir? Acaba kral, kraliçe ile Jong Hwa’nın yasak aşkını öğrenip onları cezalandırmış olabilir mi?”

Kang Hyuk ağır ağır: “Sanmıyorum,” diye cevapladı. “Kraliçeyi cezalandırmış olsa tarih kitapları bunu yazardı, öyle değil mi? Mesela Kraliçe In Hyun’un başına gelenleri hepimiz biliyoruz…”

Ji Ah yavaşça başını salladı, Kang Hyuk haklıydı. Ama içindeki merak zihnini kemirmeye başlamıştı bile. Onun susup düşünceli bir biçimde gözlerini kitaba diktiğini gören Kang Hyuk çekingence:

“Şimdi ne yapacaksın?” diye sordu. “Yani… Artık eminiz, öyle değil mi? Min Woo’ya gidip kitabın sende olduğunu söyleyecek misin?”

Ji Ah bakışlarını kitaptan ayırıp çocuğa döndü, dalgınca:

“Evet, sanırım öyle yapmalıyım,” diye mırıldandı. “Yani… bunu ondan saklamam haksızlık olur…”

Kang Hyuk burukça gülümsedi. Genç adamın kalbi sızlamaya başlamıştı, yanındaki güzel kızın yüzüne, hiçbir zaman sahip olamayacağı sevgiliye bakar gibi baktı.

“Bence de…” dedi hafif bir sesle. “Ona söylemelisin… Bu kitabın size dedelerinizden kalmış olması, Min Woo’nun seni rüyalarında görmesi tesadüf olamaz… Siz… bir araya gelmelisiniz. Kaderiniz böyle istiyor!”

Ji Ah birdenbire gözlerini kaldırdı ve Kang Hyuk’a baktı. Onun bunları söylemesi genç kızın yüreğine dokunmuştu. Sevgili arkadaşının şu anda içten içe büyük bir acı çektiğini biliyordu; yüzündeki gülümsemeye rağmen gözlerinin taa derinlerindeki o hüznü sezecek kadar iyi tanıyordu Kang Hyuk’u.

Sonra bakışlarını indirdi. Hafif bir sesle:

“Kitaba rağmen yeniden bir araya geleceğimizi sanmıyorum,” dedi. Hafif bir alaycılıkla güldü: “Min Woo bugün bunu gayet net bir biçimde belirtti… Ayrıca… Ayrıca, haklı da: Onu günler boyu aldattım, aptal yerine koydum, şimdi hiçbir şey olmamış gibi beni bağışlamasını bekleyemem.”

Kang Hyuk’un kalbi heyecanla çarpmaya başladı. Ama umutlanmaya hakkı yoktu, bunu yapamazdı. O yüzden hemen: “Bence yanılıyorsun-” diye itiraz etmeye başlamıştı ki Ji Ah yeniden sesini yükseltti ve onun sözünü kesti:

“Hem bu kitap ne anlama geliyor, henüz bunu bilmiyoruz! Bizim elimize nasıl geçtiği bir muamma! Diyelim ki Cha Jong Hwa, gerçekten de Min Woo’nun atası. Peki ya ben?? Benim prenses soyundan geldiğime inanıyor musun Tanrıaşkına?! Böyle bir şey olsa ailemden kimse bilmez miydi?”

“Neden olmasın?” diye omuz silkti Kang Hyuk. “Tarih taht kavgasını kaybedip saraydan sürülen prenslerle, onların kayıp aileleri ile doludur. Sizin aileniz de öyle bir kader yaşamış olamaz mı?”

Ji Ah hafifçe güldü: “İşte şimdi tam da ablam gibi konuştun!” Sonra şüpheyle dudak büktü: “Bilemiyorum… Bana bu işte bir yanlışlık varmış gibi geliyor… Bilmecenin eksik bir parçası var sanki…”

Ve elini uzattı, dalgın dalgın eski kitabı okşadı… Kang Hyuk’sa buruk, ama sevgi dolu gözlerle onu izliyordu…

*****************************************

Simple Plan – Perfect

Min Woo “tamam be tamam, patlama!” diye bağırıp ısrarla çalan kapıya doğru ilerlediğinde, karşısında görmek isteyeceği en son kişinin durduğunu bilseydi asla o kapıyı açmazdı. Ama artık çok geçti. Genç yıldız bir an şaşkınlık, sonra öfkeyle eşiğin diğer yanındaki orta yaşlı adama baktı:

“Sen gene ne için geldin?! Hani beni evlatlıktan reddetmiştin, hani bir daha yüzümü bile görmek istemiyordun?!”

“Al!” dedi karşısında duran babası nefretle ve elindeki kocaman dosyayı çocuğun eline tutuşturdu: “İşte bunlar seni evlatlıktan reddettiğimin ve şirket üzerinde artık hiçbir hakkın kalmadığının belgeleri! Bundan sonra birbirimizi görmemize gerek yok!”

Min Woo şaşkınca uzatılan evrakları aldı. Birden kendini feci halde kötü hissetti. Evrakları ona uzatan babasının da elleri titriyordu. Orta yaşlı adam:

“Şimdi mutlu musun?” dedi donuk bir sesle. “İşte istediğin oldu. Artık beni ve şirketi düşünmeden istediğin gibi yaşayabilirsin. Ve ben öldükten sonra üç yüz senelik aile şirketimizin kapısına kilit vurulacağı için de hiç üzülmüyorsundur eminim…”

Min Woo kendini toparlamıştı. Babasının yüzüne baktı ve acı acı güldü:

“Üzülüyorum,” dedi. “Şirket için değil, ama senin için üzülüyorum baba: Ben asla senin istediğin mükemmel evlat olamadım… Ve olamayacağım da.” Ellerini açtı: “Ama ben buyum baba: Keşke beni böyle kabullenebilseydin…” Ve hüzünlü gözlerle baktı babasına, artık aralarında hiçbir bağ kalmamış olan o adama:

“Üzgünüm,” diye fısıldadı… “Belki de en iyisi budur…”

Cha Kyu Won’un da bir an bir şey söyleyecekmiş gibi dudakları titredi. Ama orta yaşlı adam hiçbir şey demeden arkasını döndü, ve hızlı adımlarla ilerleyerek gözden kayboldu…

Min Woo o uzaklaştığı halde bir süre kapıda dikilmeye devam etti. Kendini çok tuhaf hissediyordu… Şimdiye dek sürekli kavga içerisinde de olsalar bir babası vardı ama şimdi… Bundan sonra… Asla bir ailesi olmayacaktı…

Gözlerinin nemlendiğini hissedince birden başını iki yana salladı: Hayır, kendini bunun için üzmeyecekti. Onu asla anlamamış bir insana, sırf kendisinin dünyaya gelmesine sebep oldu diye minnet duyamaz, hayatı boyunca onun istediği gibi yaşayamazdı! “Sen doğru olanı yaptın oğlum,” dedi kendi kendine. “Güçlü bir erkek gibi davrandın. Aferin sana!”

Ama içindeki sızı kolay kolay geçeceğe benzemiyordu. Min Woo bir an durdu, sonra telefonunu çıkarıp kararsızlık içerisinde iki numaraya baktı: Soo Hyun… ve Ji Ah… Acaba…?

En sonunda, bir tanesini tuşladı:

“Alo? Hyung? Ne yapıyorsun? İşin yoksa bana bir uğrar mısın?” Biraz durdu, ve kırık bir sesle ekledi: “Babam beni evlatlıktan reddetti… Artık onunla uğraşmak zorunda değilim, ne iyi değil mi?”

Soo Hyun neşeli görünmeye çalışan genç starının aslında ne kadar üzüntülü olduğunu anlayacak kadar iyi tanıyordu onu: “Bekle, birazdan geliyorum,” dedi ve telefonu kapadı. Min Woo telefonu kulağından indirirken yüzünde hafif de olsa bir gülümseme vardı. Doğru ya… Gerçek ailesi hiçbir zaman o adam olmamıştı ki zaten…

Salondaki kanepeye oturdu, menajerinin gelmesini beklemeye başladı. Babasının eline tutuşturduğu dosya hâlâ kucağında duruyordu.

Genç adam dalgınca dosyayı açtı. İlk sayfada “Cha Min Woo’nun CHA Holding’le artık hiçbir bağı kalmamıştır” yazılı noter imzalı belgeyi görünce acı acı güldü. Sayfaları çevirmeye devam etti: Bir sürü mahkeme kararı, raporlar, şirket belgeleri…

Gözlerini dalgınca belgeler arasında gezdirirken birden gözüne “…Cha Jong Hwa…” sözcükleri ilişti. Min Woo birden dalgınlığından sıyrıldı. Şaşkınca belgenin başlığına baktı: “Cha Holding’in kuruluş tarihi” adını taşıyordu bu belge. Min Woo tüm yazıyı bir solukta okudu: “Cha Holding, 300 senelik bir aile şirketidir. Şirketin başlangıcı, Seul noronlarından Cha ailesinin tek oğlu Cha Jong Hwa’nın, kendisine kral Hyojong tarafından verilen Busan’daki geniş araziler üzerinde pirinç tarımına başlamasına kadar dayanır. Jong Hwa’nın oğlu Im Soo ve torunu Kyung Jae’nin ardından 1718 yılında Cha Ki Woong ilk defa üzüm yetiştirip Seul’de şarabı ile ünlü olmuştur. Ardından…”

Min Woo okumayı kesti. Başı dönüyordu. Bunca yıldır şirket işlerinden bu kadar uzak olduğu, kendi ailesinin köklerini bile merak etmemiş olduğu gerçeği yüzünden ilk kez pişman olmuştu.

Rüyalarında gördüğü adam, gerçekten de kendi büyük dedesiydi…

*****************************************

T-Ara Cry Cry

“Ji Ah?? Bu sen misin?”

Ji Ah Seul sokaklarında, elleri montunun cebinde dalgın dalgın yürürken duymuştu bu sesi. Genç kız kütüphaneden dönüyordu; Min Woo’ya gitmeden önce eski kitap uzmanlarına el yazması kitabı götürüp nereden geldiğine dair bilgi sahibi olabileceğini ummuştu. Ama kimse ona yardımcı olamamıştı; Ji Ah yine elleri boş dönüyordu evine. Birden, arkasından seslenen kadın sesi ile düşüncelerinden sıyrıldı, seslenenin kim olduğunu görmek için arkasını döndü. Ve şaşkınlık içerisinde, yıllardır kullanmadığı bir isim döküldü dudaklarından:

“Min Seo…”

Min Seo ona “uzun zaman oldu…” der gibi gülümsüyordu. Önünde bir bebek arabası vardı. Ji Ah kendini biraz tuhaf hissederek yaklaştı eski arkadaşının yanına, arabadaki bebeğe baktı:

“Çok tatlı… Evlendiğini duymuştum ama anne olduğunu bilmiyordum… Çok tebrik ederim!”

“Teşekkür ederim,” diye gülümsedi Min Seo. “Ya sen? Sizde bebek falan yok mu daha?”

Ji Ah hafifçe güldü: “Ben evli değilim Min Seo…”

Min Seo birden şaşırdı: “Gerçekten mi? Ben Kang Hyuk’la çoktan evlenmiş olacağınızı düşünmüştüm!”

Ji Ah ona dalga mı geçiyor dercesine şüpheyle baktı. Ama hayır, karşısındaki kadın son derece içten görünüyordu. Ji Ah garipseyerek:

“Bunu da nerden çıkardın…” diye güldü. “Kang Hyuk’la biz kankaydık, biliyorsun…”

Min Seo ona acır gibi baktı. Hafif bir sesle:

“Kang Hyuk hep sana âşıktı Ji Ah,” diye mırıldandı. “Bunu fark etmemiş olamazsın, değil mi?”

Ji Ah gözleri iri iri açılarak hiçbir şey diyemeden ona bakakalınca genç kadın hafifçe gülümsedi. Ve şefkatle, eski arkadaşının koluna girdi: “Vaktin varsa bir kahve içip konuşalım mı, ne dersin?”

Biraz sonra iki eski arkadaş yakınlardaki bir kafede oturuyorlardı. Min Seo hemen yanında, bebek arabasının içinde uyuyan bebeğine bakıp gülümsedi:

“Dünyadaki en güzel his annelik diyenlere inanmak lâzımmış, gerçekten de öyle…” dedi mutlu bir sesle. “Umarım sen de en yakın zamanda bu hissi tadarsın Ji Ah…”

Ji Ah kibarca gülümsedi. Min Seo bakışlarını bebek arabasından ayırdı, hüzünle baktı arkadaşına. Sonra uzanıp onun kolunu tuttu. Ji Ah şaşkın bakışlarını kendisine çevirince, buruk bir biçimde:

“Özür dilerim,” diye mırıldandı. “Yıllar önce ikinize de çok büyük kötülük ettim! Aranıza girdim! Beni affedebilecek misin?”

Ji Ah kolunu kurtardı, gülümsemeye çabaladı: “Sen ne diyorsun Min Seo… Affedecek ne var ki?” Bir an durdu, alaycı bir gülümsemeyle ekledi: “Sen aramıza girmedin: Kang Hyuk o zaman seni seçti! İstemese senle çıkmazdı, öyle değil mi?”

“Öyle değil,” dedi Min Seo birden. Ji Ah merakla ona bakınca da bakışlarını kaçırdı suçlu suçlu. Kafenin camından dışarı bakıp mırıldandı:

“Onu benle çıkması için zorladım! Tehdit ettim! Sana zarar vereceğimi söyledim! Kang Hyuk bu yüzden sevgili oldu benle…”

Ji Ah şok içinde bakakaldı kıza. Min Seo ise yüzünde büyük bir pişmanlıkla:

“O zamanlar psikolojik sorunlarım vardı,” diye anlatmaya başladı. “Zengin bir ailenin şımarık kızıydım, biliyorsun. Ama manik depresyon hastasıydım ben… Bir gün bütün dünyaya kafa tutacak kadar narsist bir kişiliğe bürünürken ertesi gün kendimi Seul Tower’dan atma planları yapıyordum. Dengesizin tekiydim anlayacağın…”

Derin derin içini çekti:

“Bir gün, Kang Hyuk’u fark ettim: Ve onu görür görmez vuruldum. Bu çocuk benim olmalıydı! Ona fena halde kafayı takmıştım, onun ilgisini çekebilmek için her numaraya başvurdum. Ama olmadı. Kang Hyuk beni fark etmedi bile… O sırada büyük bir kıskançlık içerisinde fark ettim ki, Kang Hyuk’un gözü senden başkasını görmüyordu…

“Bir gün okul çıkışı onunla buluşmak için haber gönderdim. Ders çıkışı boş sınıfların birinde buluştuk. Harika bir makyaj yapmıştım, inanılmaz güzel ve seksi görünüyordum. Beni reddedemeyeceğine emindim.

“Kang Hyuk sınıfa girer girmez ona ilân-ı aşk ettim. Ondan ne kadar çok hoşlandığımı, benle çıkmasını istediğimi söyledim. Ama o umursamadı bile! Bana hiç etkilenmemiş gözlerle baktı ve: “Min Seo, sen gerçekten çok hoş bir kızsın ama ben başkasını seviyorum,” dedi. Sonra da sınıftan çıkmak üzere yürümeye başladı.

“İşte o anda çıldırdım Ji Ah: Onu elde edememek müthiş bir yenilgi gibi göründü gözüme. Buna dayanamazdım!

“Çantamın ön gözünden bir maket bıçağı çıkardım. Onu boynuma dayadım ve çığlık çığlığa bağırdım: “DUR!”

“Kang Hyuk döndü ve zavallıcığın gözleri şaşkınlıkla açıldı. Boynumdan damlayan kanı görmüştü.

“Sen ne yapıyorsun?” diye feryat etti. “Kafayı mı yedin, saçmalama!”

“Evet, kafayı yedim!” diye bağırdım ona. “Benimle çıkmanı istiyorum! Benimle çıkmazsan kendime zarar veririm! Hatta…” Bir an düşündüm ve sinsi bir gülümsemeyle ekledim: “Hatta önce Ji Ah’yı öldürür, sonra da kendim intihar ederim!”

“Kang Hyuk’un yüzündeki korkuyu görmeliydin Ji Ah: Yüzü kâğıt gibi bembeyaz oldu. Titreyen bir sesle: “Yapamazsın…” diye fısıldadı. Ama ben delirmiş gibiydim, vahşi bir kahkaha attım:

“İstersen bir deneyelim! Yapıp yapamayacağımı görürsün!…” Böyle deyip bıçağı boğazımdan çektim, ve ani bir hareketle koluma derin bir kesik attım! Kang Hyuk korkuyla bağırdı. Ona deli deli baktım:

“Şimdi inandın mı?”

“İnanmıştı… Benim ne kadar manyak olabileceğimi görmüştü… O yüzden benle çıkmayı kabul etti…”

Ji Ah’nın başı dönmeye başlamıştı. “Neden…” diye fısıldamak istiyordu, “nasıl olur…” Ama hiçbir şey diyemedi. Min Seo ise anlatmaya devam ediyordu:

“Belki de benim bir-iki ay içinde hevesimi alıp ondan bıkacağımı düşünmüştü… Aslında haklıydı, başkası olsa sıkılıp bırakırdım…” Min Seo durakladı. Buruk bir sesle: “Ama olmadı,” dedi. “Kang Hyuk’un seni sevmekten vazgeçemediğini gördükçe ben de ona daha çok bağlandım… Ne yaparsam yapayım onu seni sevmekten vazgeçiremiyordum, kafayı yiyecektim! Senden o kadar çok nefret ettim ki Ji Ah…”

Min Seo’nun gözleri yaşarmıştı. Ji Ah’nın da öyle. Genç kız karşısındaki kadından nefret mi etmeli, yoksa ona acımalı mı bilemiyordu.

“Beni bu sonsuz döngüden şimdiki eşim, Daniel kurtardı,” dedi Min Seo gözyaşları arasında gülümseyerek. “Bana âşık olduğunu söyledi. Beni koşulsuz seveceğini… Ben de artık yorulmuştum. Beni hiç sevmeyen bir adamı yıllardır tehditlerle, yalvarmalarla yanımda tutmaktan çok yorulmuştum… Gidip Kang Hyuk’a: “Senden ayrılmak istiyorum,” dedim. “Ben başkasıyla evleneceğim.” Kang Hyuk buna inanamadı, biliyor musun? Zavallıcık kekelemeye başladı: “Nasıl yani? Gerçekten beni bırakıyor musun? Şaka etmiyorsun değil mi? Ji Ah’ya bir zarar vermeyeceksin, değil mi?” Onu inandırana kadar akla karayı seçtim. Bunun bir oyun olduğunu, seni öldüreceğimi falan düşünüyordu… Zavallı…”

Min Seo hafifçe güldü, sonra yüzüne yine suçlu bir ifade geldi. Ji Ah’ya üzüntüyle baktı:

“O seni sevmekten bir an bile vazgeçmedi,” dedi. “Senin başına bir şey gelmemesi için yıllarca bu sırrı sakladı… Çünkü biliyordu, gerçekten de tehlikeliydim: Gerçekten dediğimi yapar, sana zarar verebilirdim! Kang Hyuk’la birlikteyken de yıllarca tedavi gördüm, ama dediğim gibi, ancak ondan vazgeçince iyileştim: Bu saplantıdan kurtulup kendi hayatımı kurunca, anne olunca normale döndüm ben Ji Ah… Bu sırada sizin de hayatınızın içine ettim, yıllar boyunca aranıza girdim! Beni affedebilecek misin?”

Min Seo uzandı, arkadaşının ellerini tuttu. Gözlerinden yaşlar birbiri ardına düşerken bağışlanmayı dileyerek baktı ona.

Ji Ah ise duyduklarının şokunda, ne diyeceğini bilemiyordu… Birden Kang Hyuk’u düşündü: Onun büyük fedakarlığını… Yaşayamadıkları yılları…

Ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı…

*****************************************

QIHM OST – Love really hurts

Tam üç sene oldu…

Üç senedir Seul’e ayak basmamıştım… Bongrim’in Da Ran’la evlendiği günün ertesi günü Kral’ın huzuruna çıkmış, saray muhafızlığı görevimden azledilmemi ve sınır boylarında başka bir göreve atanmamı rica etmiştim. Yaşlı kral bu isteğime şaşırsa da (önemli bir bakanın tek oğluydum ne de olsa…) istediğimi yapmış ve beni Chongguk sınırındaki birliklerin başına göndermişti. Üç senedir oradaydım. Kral Injo’nun ölümü ve Bongrim’in Kral Hyojong adı ile tahta çıkışının haberini bile orada iken almıştım.

Ancak günün birinde bir grup isyancının yarattığı kargaşada beklenmedik bir biçimde yara almış, uzun süre ölüm kalım savaşı vermiştim. İyileşir iyileşmez yaşlı babamın ısrarı ile başkente, ailemin evine geri dönmüştüm.

Yolculuk beni epeyce hırpalamıştı: At üzerinde gelmem mümkün olmadığı için faytonla seyahat etmiştim. Ancak bu yüzden yolculuk süresi uzamış, zaten bozuk olan sağlığım iyice kötüleşmişti. O yüzden evime vardığım ilk günlerde ziyaretçi bile kabul edemedim. Artık Kral Hyojong olarak anılan sevgili dostum Bongrim’i bile ziyaret edip saygılarımı sunamamıştım henüz…

Ancak o gün, kendimi beklemediği kadar iyi hissederek uyandım. Henüz sabahın çok erken saatleriydi. Ani bir kararla, ev halkından kimseyi, oda hizmetkârımı bile uyandırmadan yola düştüm.

Şehir, henüz yeni yeni uyanıyordu. Pazar alanından sapıp ormana doğru ilerledim. Ayaklarım sanki kendiliğinden ilerliyorlardı. Ne yöne gideceğimi bile düşünmeden kendimi Hunchai ormanında bulunca bir an duraksadım. Ancak elimi göğsüme götürüp yerinden hiç çıkarmadığım çıkına değince anladım:

Buraya geleceğimi en baştan beri biliyordum…

Ancak bilmediğim şey, onun da orada olacağıydı…

İlk buluştuğumuz yerde, orada… Pınarın başında… Bir kayaya oturmuş, dalgınca pınarın kaynayıp ileri dökülen sularına bakıyor…

Onu görür görmez başım dönmeye başladı. Taşlaşmış gibi olduğum yerde kalakaldım. Kalbim yerinden fırlayacak gibi atıyor… Gördüğüm silüetin bir hayal olmasından öylesine korkuyorum ki nefes bile alamıyorum, gözlerimi kaparsam kaybolacak diye göz kırpmaya bile çekinerek öylece bakıyorum ona.

Hiç değişmemişti… Her zamanki kadar güzel, her zamanki kadar asil görünüyordu. Bir kraliçeden çok masum bir genç kıza benzeyen büyük aşkımı uzun uzun, güzelliğini kana kana içmek ister gibi seyrettim.

Fakat hiç ses çıkarmadığım halde nasıl olduysa oldu, o da benim varlığımı sezdi. Dalgın bakışlarını önündeki sudan ayırdı, başını çevirdi ve…

Onunla göz göze geldiğimizde tüm dünya durdu. Kuşlar bile sustu. Şimdi yalnızca o, ve ben… Kalp atışlarımızın sesini duyabiliyorum…

Uzun, çok uzun bir zaman boyunca, öylece bakıştık. Gözlerimizden taşan duygularla konuştuk, birbirimize koştuk, sımsıkı kucaklaştık… Olduğumuz yerde, sadece bakışarak… O anda, onu asla unutamayacağımı, onun da beni unutmadığını anladım. Ne olursa olsun, biz birbirimize aittik… Biz yalnızca birbirimizi sevecektik…

Birden kendime geldim. Büyük bir utançla bakışlarımı kaçırdım ve öne doğru eğildim:

“Sayın Kraliçem… Az önceki kabalığım için sizden özür dilerim! Bu saygısız kulunuzu bağışlayın lütfen…”

O ise gülümsedi. Başım öne eğik olduğu halde gülümsediğini biliyordum. Sonra birden, ağır adımlarla bana doğru yürümeye başladı. Başımı hâlâ kaldırmamıştım, ama yüreğim yine tıp tıp atmaya başlamıştı.

Geldi, tam önümde durdu. Bülbülleri kıskandıran sesi ile:

“Evinize hoşgeldiniz Jong Hwa-şi…” dedi ağır ağır. “Fakat siz ne kadar zayıflamışsınız! İsyancı bir çete tarafından yaralandığınızı duymuştum, fakat sizi bu halde göreceğimi hiç tahmin etmiyordum…”

Sesinden üzüntü akıyordu. Başımı kaldırdım, ve onun kaygı dolu gözleri ile göz göze geldim. Yüreğim titredi. Onun şu bakışlarının bile benim bütün yaralarımı iyileştireceğini bilmiyor olamazdı, değil mi?

“Artık iyiyim majesteleri,” dedim güven dolu bir sesle. “Sizi mutlu ve sıhhatli görmek benim için tüm şifalı otlardan daha iyileştirici… Lütfen merak buyurmayın, Jong Hwa kulunuz şimdi her zamankinden daha iyi…”

He Ran’ın dudakları titredi. Kim bilir ne düşünüyordu? Sitem dolu bir sesle:

“Oysa ben sizin beni görmekten mutlu olmayacağınızı düşünmüştüm,” dedi. “Üç senedir uzaktasınız… Bir selam, bir haber bile göndermediniz…”

Ona acıklı gözlerle baktım. “Sizi kalbimden atabilmek, ümitsiz aşkımla size zarar vermemek için gittim” diye nasıl derdim?? Ama dünyanın öbür ucuna da gitsem faydası yoktu: He Ran’ın hayali, her akşam gölgelerle dolu yalnız odama konuk olmuştu… Ona her gece sayfalarca mektup yazmıştım. Onu düşünüp yeşim taşından orkide çiçeği biçiminde bir kolye yontmuştum gecelerce; mektuplarla birlikte bu kolye de göğsümde taşıdığım bir çıkının içinde, her an yanımdaydı. Onları kalbime en yakın yerde saklıyordum, tıpkı sahipleri gibi…

Onun sitemkâr sözleri yüreğimi kanattı: Ah bir bilseydi, bir bilseydi!… Birden, nasıl olduğunu bilemeden ani bir hareketle hanbokumun üst kuşağını çözdüm, göğsümde taşıdığım çıkını çıkarttım ve ona uzattım:

“Sizi asla unutmadığımın, her an, her dakika sizi düşündüğümün kanıtıdır!” dedim ve çıkını açtım.

He Ran’ın gözleri irileşti. Çıkının içindeki birbirine tutturulmuş mektup destesine ve yeşim taşından yapılma kolyeye hayretle baktı. Bense hüzünle gülümsüyordum:

“Sizi asla unutmadım… Unutamam…” diye fısıldadım.

Ve hızla arkamı dönüp koşar adımlarla yürümeye başladım. He Ran, elinde mektuplarım ve kolye, hiçbir şey diyemeden arkamdan bakakalmıştı…

*****************************************

“Sizi asla unutmadım… Unutamam…”

Hyo Rim yaşlı gözlerini Min Woo’ya çevirdi. Min Woo bu sözleri söyledikten sonra arkasını döndü ve hızlı adımlarla yürümeye başladı. Ve aynı anda yönetmenin sesi duyuldu:

“STOP! Evet, kestik! Harika bir iş çıkardınız sevgili arkadaşlar!”

Min Woo asistanlardan biri tarafından uzatılan havlu ile terini kurularken Hyo Rim yaşlı gözlerini hâlâ onun üzerinden ayıramamıştı. Zavallı kız günlerdir ruh gibi dolaşıyordu. Min Woo ile aralarında geçen son olayın tesirinden hâlâ kendini kurtaramamıştı. Senaryo da ona yardımcı olmuyordu doğrusu: Dizinin son bölümlerine yaklaşırlarken iki genç aşığın yanlış anlamalar yüzünden uzak kalmak zorunda kaldıkları yılların sonuna gelinmiş, Min Woo’nun karakteri sevdiği kadına aşkını itiraf ederken bölüm bitmişti. Hyo Rim bir kez daha rol için bile olsa bu sözlerin kendisine ne kadar dokunduğunu fark etti yüreği titreyerek…

Min Woo’nunsa aklı tamamen başka yerdeydi. Şirket tarihçesini incelerken Jong Hwa’nın büyük ihtimalle kendi dedesi olduğunu fark ettikten sonra internette araştırmaya devam etmiş, Seul’ün asil ailelerinden birinin tek oğlu olan Jong Hwa’nın 1650 yılında Busan’a göç ettiğini kesin olarak teyit etmişti. Fakat ne olmuştu? Genç adam neden çok sevdiği kraliçeden uzak kalmayı seçmişti? Acaba en son rüyasında gördüğü gibi, kraliçenin yanında kalmak kendisine daha çok azap verdiği için mi gitmeye karar vermişti?

Min Woo üstünü değişti ve stüdyodan çıktı. Soo Hyun’la birlikte yemek yemek üzere sözleşmişlerdi, Soo Hyun’un şu anda kanal binasındaki bir başka stüdyoda Sun Ah ile birlikte çekimde olduğunu biliyordu. Genç yıldız merdivenleri kullanıp birkaç kat aşağıya indi.

Beast – Ugly People

Tam o sırada zavallı Soo Hyun sinir krizi geçirmenin eşiğindeydi!

“Sun Ah-şi, neden anlamak istemiyorsunuz?! Reklam filminin konsepti, sizin yaşlı ve sempatik bir teyze kılığına girmeniz üzerine kurulu, So Ji Sub’ın sevgilisini değil onun karnını doyuran sempatik teyzeyi oynayacaksınız! Bu kıyafet de neyin nesi?!”

Sun Ah ise üzerinde çok seksi bir gece elbisesi ile yerinde tepiniyordu:

“Banane banane! Bu güzellikle, bu endamla yaşlı teyzeyi oynarsam buna kim inanır?? Bırakın beni, yapımcıyla konuşacam ben!”

“Ama senaryo çoktan yazıldı, artık değiştiremeyiz! Birazdan çekim de başlayacak! Lütfen şu köylü kadın kıyafetini giyer misiniz?!” diye feryat etti Soo Hyun ve Sun Ah’nın çırpınmalarına karşı koymaya çabalayarak elindeki bol uzun elbiseyi kadına zorla giydirmeye çabaladı. Min Woo ise tam bu anda içeri girmişti. İkisini neredeyse sarılmış vaziyette debelenirken bulunca durumu yanlış anladı, elleriyle yüzünü kapatıp bağırdı:

“Vooov!! Pardon, afedersiniz, ben sizi rahatsız etmek istememiştim, lütfen devam edin…”

Soo Hyun’sa kıpkırmızı oldu, kekeleyerek:

“Hayır hayır, yanlış anladın!” diye bağırdı. “Sun Ah-şi’yle aramızda son derece profesyonel bir ilişki var, öyle değil mi Sun Ah-şi?”

“Elbette öyle, ben ki So Ji Sub’la reklam filmi çevirecek kadınım, kala kala bu menajer bozuntusuna mı kaldım?!” diye feryat etti Sun Ah da. Soo Hyun derin derin içini çekti ve acıklı gözlerle Min Woo’ya baktı:

“Bari Ji Han’ı yanımıza yolla Min Woo… Belki sevgili yıldızımız (!) Sun Ah-şi’yi kendisi ikna edebilir…” Özellikle “yıldızımız” lafını söylerken dişlerini gıcırdatmadan edememişti.

Min Woo bir an durakladı. Menajerine Ji Ah’yla aralarında geçenleri söylememişti. Suçlu suçlu mırıldandı:

“Şey… Hyung… Ji Han bu aralar şeyde, eee, izin kullanıyor…”

“İzin mi?” dedi Soo Hyun şaşkınca, tam da o anda Sun Ah heyecanla atıldı:

“Oh, demek o yüzden bu aralar onu hep evde, Kang Hyuk’la birlikte görüyorum! Ben de işten mi ayrıldı acaba demiştim…”

Min Woo birden bozuldu. Somurtarak:

“Kang Hyuk’la mı?” dedi, “Demek onunla sık sık görüşüyorlar…”

“Aslına bakarsanız bizimkiler bu aralar dedektifliğe soyundular,” diye kıkırdadı Sun Ah. Sonra sağına soluna baktı, kimsenin kendilerini duymayacağına emin olunca Soo Hyun ve Min Woo’nun kulağına doğru eğildi: “Bizim dededen kalma eski bir el yazması var… Bugünlerde onun sırrını çözmeye çabalıyorlar!”

Soo Hyun alayla güldü: “Hayırdır, kendiniz gibi kardeşinize de fazla miktarda sageuk (tarihi dizi) seyrettirdiniz Sun Ah-şi?”

“Lütfen ciddi olun Soo Hyun-şi, bahsettiğimiz el yazması son derece değerlidir!” dedi Sun Ah ciddiyetle. “Hatta bizim soyumuzun taaa 2. Injo’ya kadar dayandığının kanıtıdır!”

“2. Injo diye bir kralımız yok yalnız…” dedi Soo Hyun kıkırdayarak. Min Woo ise birden şimşek gibi atılıp onun sözünü kesti:

“Bir dakika! El yazması mı dediniz? Nasıl bir el yazmasıymış bu?”

Sun Ah Min Woo’nun ilgisini çekmekten memnun, Soo Hyun’a kibirli bir bakış fırlattı ve hevesle Min Woo’ya dönüp anlatmaya başladı:

“Uzun bir aşk şiiri gibi… Yoo, daha çok bir sürü şiirsel mektubun birleştirilmiş hali gibi… Ancak görseniz Min Woo-şi, kesinlikle bir prensten ya da soylu bir kişiden kalmış olmalı! O üslup, o kâğıtların kalitesi, o yazılar…” Sun Ah gözlerini huşu içinde kapattı ve dramatik bir sesle ilk sayfadaki, Ji Ah’nın da kendisinin de ezbere bildiği o sözleri mırıldandı: “Çiçeğim… Orkide çiçeğim benim… Ah ah, şu cümlenin şiirselliğine bakar mısınız, artık nerde böyle adamlar? Min Woo-şi?? Nereye gidiyorsunuz?!”

Hoobastank – The Reason

Ancak Min Woo onun sözlerini bitirmesini bile bekleyemeden birden yerinden fırlamış, bütün gücüyle koşarak stüdyodan çıkmıştı. Merdivenlerden büyük bir hızla inerken heyecandan kalbi yerinden çıkacakmış gibi atıyordu: Demek… demek rüyasında gördüğü mektuplar… Ji Ah’daydı!

Artık genç adam için her şey aydınlanmıştı. Ji Ah’ya söylediği sözleri düşündü: “Seni kolayca affedeceğimi düşünme… Asla eskisi gibi olmayı bekleme benden…” Oysa şimdi hiçbirinin anlamı kalmamıştı! Onların kaderi buydu, birlikte olmak alınlarının yazısıydı! Tam üç yüz elli sene önce yazılmış bir kaderdi bu…

Min Woo’nun yüzüne yavaş yavaş bir gülümseme yayıldı. Kanal binasından çıkıp bütün gücüyle caddede koşmaya devam ederken bir an aklına bambaşka bir fikir düştü, heyecanla bir telefon numarası tuşladı:

“N’aber bro?? Baksana, senden çok ama çok önemli bir ricam olacak…”

Telefon konuşmasını bitirdiğinde yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. Yeniden koşmaya başladı ve Seul’ün ışıklı caddelerine doğru büyük bir coşkuyla bağırdı:

“Bekle beni! Sana geliyorum prenses!”

*****************************************

“İşte sana leziz mi leziz çilekli cheesecake’ler…” dedi Kang Hyuk elindeki tabağı Ji Ah’ya uzatırken. Hafifçe övünerek ekledi: “Bugün bunları almak için Halmoni’nin kafesine kadar tam yarım saat yol yürüdüm, biliyor musun?”

“Ovvv, fedakârlığınız gözlerimi yaşarttı Hyuk-şi,” dedi Ji Ah sırıtarak. “Yalnız ben cheesecake değil,donut istemiştim yanılmıyorsam… Üstelik yorulmana gerek yoktu, onları köşe başındaki kahve dükkanından alabilirdin…”

Kang Hyuk’un yüzü birden karmakarışık olunca Ji Ah dayanamayıp kıkırdadı ve uzanıp sevgili dostunun saçını okşadı:

“Ah, sen lisede de böyleydin, hatırlar mısın? Bize ders çalışmaya gelirken “kola al!” dediğim zaman süt falan alıp gelirdin…”

“O başka…” dedi Kang Hyuk hafifçe bozulmuş halde. Sonra gözlerini kaçırdı ve mahcup bir biçimde mırıldandı: “O zamanlar aşkımdan bastığım yeri görüyor muydum sanki?”

Ji Ah birden durakladı. Onun yüzündeki tuhaflaşmış ifadeyi gören Kang Hyuk’sa utandı ve birden ayağa fırladı:

“Eeee, neyse! Sen bekle şimdi, ben bir koşu köşedeki kafeye gidip donut’larımızı alıp geliyorum!”

Ji Ah da kendini toparlamıştı, hemen itiraz etti: “Hiç gerek yok! Cheesecake’leri yeriz işte, boşversene…”

“Olmaz! Zaten kahve de alıcam, gidip gelmem beş dakika sürer!” dedi Kang Hyuk ve kızın başka bir şey söylemesine fırsat kalmadan iki adımda küçük evin giriş kapısına vardı. Ji Ah “Ama!…” diyecek oldu, ama kapanan kapının sesi ile cümlesi yarıda kaldı.

Genç kız hafifçe gülümsedi ve omuz silkti: “Neyse… Aslında şöyle bol kremalı bir kahve de fena gitmez hakkaten…” Böyle deyip salona geçti, Kang Hyuk’u beklemeye başladı.

İçeri girer girmez gözüne sehpanın üzerinde duran resim çerçeveleri ilişti: Kang Hyuk ve kendisi… Lise üniformaları içerisinde gülümsemişlerdi.

Ji Ah’nın birden gözleri doldu: Aklından dünkü karşılaşma çıkmıyordu: Min Seo’nun söyledikleri… Kang Hyuk’un yaptığı fedakârlık… “O seni sevmekten bir an bile vazgeçmedi!”

“Ah, aptal… Aptal!… APTAL!” diye mırıldandı Ji Ah. Bu sırada resmi eline almıştı. Resimdeki çocuk yüzlü, neşeyle gülen Kang Hyuk’a bakıp dolu dolu gözlerle fısıldadı: “Aptal… Neden sonra bana bir şey söylemedin, ha? Neden onca yılı heba ettin?…”

Aslında sebebini biliyordu: Kang Hyuk Min Seo’dan ayrıldığı zaman kendisi Shi Kyung’la çıkmaya başlamıştı. Sonra ard arda annesi ve babasını kaybetmişti… Ji Ah o günlerde ihtiyacı olanın bir erkek arkadaş değil, sıcak bir omuz, kendisini asla yarı yolda bırakmayacak bir dost olduğunu iyi biliyordu. Kang Hyuk da aşkını kalbine gömüp kendisine bunları vermişti işte…

Ji Ah’nın yüreği bir kez daha sızladı: Zavallı Kang Hyuk onun acılı yüreğini iyileştirebilmek için aşkını feda etmişti! Senelerce, onun bir kez daha kalbini açacağı günü beklemişti! Oysa kendisi ne yapmıştı: Sevmeye yeniden hazır olduğu zaman Kang Hyuk’un senelerdir kendisini bekleyen kalbini çiğneyerek geçip Min Woo’nun kollarına atılmıştı! Ji Ah şimdi Kang Hyuk’un kendisini Min Woo ile öpüşmek üzereyken gördüğünde neden birdenbire delirdiğini, onu neden vahşi bir biçimde öptüğünü çok iyi anlıyordu.

Ji Ah derin bir nefes aldı ve gözyaşlarını elinin tersi ile sildi. Fotoğrafa son bir defa daha baktı ve oradaki yakışıklı çocuğa sevgiyle gülümsedi. “Canım benim…”

Birdenbire, dışarıdan çok güzel bir erkek sesi yükseldi:

Taeyang – My Girl

“My girl… My girl… My girl…”

Ji Ah şaşkınlıkla kaşlarını çattı: Bu şarkı… Bu ses…

Birden, soluğu kesilerek evin kapısını açtı, terasa fırladı: Aşağıda şarkıyı söyleyen çocuğa iri iri açılmış gözlerle baktı:

Taeyang!

Big Bang’in güzel sesli sempatik prensi Taeyang, yüzünde büyük bir gülümseme ile şarkısını söylüyordu:

“Baby girl since the first time I saw you, you know (tatlı kız seni ilk gördüğüm andan beri, biliyorsun)

My heart felt it was destiny, oh (Kalbim bunun kader olduğunu hissetmişti)

You are the only one that comes to mind every day (Sen her gün aklıma gelen tek şeysin)

I close my eyes again today to picture you and can’t seem to fall asleep (Bugün seni hatırlamak için yine gözlerimi yumdum, ve uyuyamıyorum)”

Taeyang şarkısını söylemeye devam ederken Ji Ah tam bir fan girl gibi: “Kyaaaa!!! Omo, OMO, Taeyang bizim SOKAKTAAAAAA!!!” diye bağırmamak için kendini zor tutuyordu! Genç kız Taeyang’ın yanına inmek için merdivenlere doğru bir hamle yapmak üzereydi ki, birden onun arkasında duran bir başka gölgeyi fark etti:

Min Woo…

Genç yıldız, elleri ceplerinde, gözlerini kendisine dikmiş, yağan karın altında acıklı acıklı ona bakıyordu. Gözleri binlerce duyguyla titreşiyordu: Özlem, hüzün, pişmanlık… Ji Ah soğukta ağzından dumanlar çıkararak hiç kıpırdamadan durup kendisine bakan bu güzel çocuğa bakakaldı.

O sırada yan dairelerden de insanlar merakla dışarı çıkmış, birbirlerine merakla “neler oluyor?” diye soruyorlardı. Birkaç tanesi Ji Ah’nın aşağıda baktığı yere baktı ve genç bir kız: “Aman Tanrım, Min Woo ve Taeyang!!!” diye bir çığlık koparıp oracıkta fenalaştı.

Ji Ah ise donup kalmış gibi gözlerini Min Woo’dan ayıramıyordu. Min Woo da hiçbir şey söylemeden ona bakıyordu…

Sonunda Ji Ah kendine geldi. Bir an kararsızlıkla durakladı. Sonra birden yerinden fırladı, koşa koşa merdivenleri inmeye başladı!

Aşağı inip Min Woo’nun tam karşısında durduğunda soluk soluğaydı. Şaşkın dudakları aralandı, “neden?…” kelimesi döküldü.

Birden Min Woo onun elini tuttu! Yukarı terastan kendilerini izleyen heyecanlı kalabalığın çığlıkları arasında kızı kendisine doğru çekti ve ona sıkıca sarıldı!

“HİYAAAAAA!!!”

“Min Woo-şi Ji Ah’ya sarıldı di mi?? Aman Tanrım, rüya mı buuu??”

Min Woo ise kalabalığın tezahüratlarını işitince hafifçe gülümsedi. Ama şimdi söyleyecekleri daha önemliydi. Kızı hâla kolları arasında sıkıca tutarken başını Ji Ah’nın kulağına doğru çevirdi ve fısıldadı:

“Jong Hwa gerçekten de benim büyük dedemdi… Ve Prenses He Ran… O da senin büyük ninendi, öyle değil mi?”

Ji Ah birden başını geriye attı ve şaşkınlık dolu gözlerle ona baktı. Min Woo güvenle gülümsüyordu:

“Sizdeki eski el yazması kitaptan haberim var… O kitap Jong Hwa’nın He Ran’a yazdığı mektuplardan oluşuyor, öyle değil mi?”

“Sen bunu nerden biliyorsun?!” dedi Ji Ah hayret içerisinde.

Min Woo ise fena halde heyecanlanmıştı. Genç kızı sıkıca kollarından tuttu, onun gözlerinin içine baktı ve heyecanla bağırdı:

“Ji AH! Anlamıyor musun, biz onların yarıda kalan aşkının devamıyız! Bizim birbirimize âşık olmamızın bir sebebi var! Kaderimiz onların yarım kalan aşkını kendimizde yaşatmak! Sana söylediğim her şeyi unut, biz birbirimize aidiz Ji Ah!”

Genç yıldız Ji Ah’yı bir kez daha sıkıca kendine çekti, ona bütün gücüyle sarıldı. Gözlerini kapayıp başını Ji Ah’nın güzel kokulu boynuna gömerken Ji Ah duyduklarından şaşkın, terastaki komşular heyecandan çıldırmış, Min Woo’ya serenat yapmada yardımcı olmak için işini gücünü bırakıp gelen iyi kalpli Taeyang ise neşeyle gülümsüyordu.

O sırada, sokağın köşesinde birisi yere elindeki kahve kartonunu düşürdü: Kahveler şarıl şarıl kaldırıma akmaya başladı.

Kang Hyuk bir defa daha kalbine saplanmış bir mızrağın acısıyla, karşısındaki manzaraya bakakalmıştı…

-On Beşinci Bölümün Sonu-

On Dördüncü Bölüm: “İşte Rüyalarınızdaki Prenses!”

John Denver – Annie’s Song

Ji Ah o geceyi bölük pörçük anımsıyordu: Her şey bir kabustan parçalar gibiydi… Genç kız kendini karlarla kaplı bir dağın yamacında görüyor, üzerine doğru gelen dev bir çığ dalgasını dehşet içinde izliyordu. Çığ ona hızla çarpınca başında şiddetli bir sancı hissediyordu Ji Ah. Bir süre nefes alamıyordu, sonra tam boğulmak üzereyken bir el yapışıyordu ellerine. Ve onu karlar arasından çekip çıkarıyordu. Ji Ah kendisini kurtaran kişinin yüzüne bakınca, bunun Min Woo olduğunu görüyordu.

Min Woo onu sıkıca bağrına bastırıyordu. Kulağına fısıldıyordu sonra:

“Uyan Ji Han… Uyan hadi! Ne olur beni bırakma…”

Ji Ah ona bir şeyler söylemek istiyor, ama başaramıyordu… Sonrası yine karanlık, yine derinler…

Gözkapaklarını zorlukla aralayarak uyandığında gün aydınlanmıştı. Ji Ah derin bir yabancılaşma hissiyle etrafına bakındı: Galiba bir hastane odasındaydı.

Birden yanıbaşındaki sandalyede bir kıpırdanma oldu. Refakatçisi kendi yüzüne doğru eğilirken:

“Ji Ah! Kendine geldin demek!” dedi sevinçle.

Ji Ah gözlerini konuşan kişiye çevirdi. Kang Hyuk’un güzel yüzü sevinçle ışıldıyordu.

“Hyuk-a… Ne oldu?” diye mırıldandı Ji Ah. Yataktan doğrulmaya çabaladı, Kang Hyuk’sa hemen yerinden fırlamış, şefkatle ona yardıma koşmuştu.

“Yavaş, yavaş ol bakalım… Hah, dur bakiym, şimdi oldu…” Kang Hyuk genç kızın arkasına bir yastık koyup onun rahat ettiğine emin oldu, sonra yavaşça kızın elini tutup gözlerinin içine sevecenlikle baktı: “Nasılsın? Kendini nasıl hissediyorsun?”

“Ben…” Ji Ah elini başına götürdü. Başında bir sargı vardı. Başındaki korkunç ağrı boşuna değildi anlaşılan. Yine de:

“Ben iyiyim,” diye mırıldandı. “Ama…” Bir an durakladı. Olan bitenin hatırası yeni yeni aklına geliyordu.

“Sen… ben seni arıyordum… Senin kayak pistinde düşüp kaldığını zannettim, çok korktum!” Ji Ah acıklı gözlerle baktı arkadaşına: “Beni bir daha böyle endişelendirme sakın!”

“Asıl sen beni endişelendirme!” Kang Hyuk kızın yatağının başucunda diz çöktü, yüzünü onun yüzüne yaklaştırdı. “Senin beni aramak için o korkunç fırtınada o dik piste çıktığını öğrenince ne hale geldim, tahmin edebiliyor musun?! Ya sana bir şey olsaydı, o zaman ben ne yapardım, söylesene Ji Ah?! Hiç düşünmüyorsun, değil mi??” Kang Hyuk titreyen dudaklarla bunları söyledi ve sonra çocuk gibi dudaklarını büktü. “Küstüm sana ben…”

Ji Ah hafifçe gülümsedi. Sevgili dostu nasıl da korkmuştu! Şimdi bu çocukça küslüklerin arkasına saklanması o yüzdendi…

Bakışlarını eline çevirdi: Kang Hyuk’un hâlâ kendi elini tutan zarif elini kuvvetlice sıktı. Başını kaldırmadan burukça:

“Özür dilerim,” diye mırıldandı. “Aptalca davrandım; o acemi halimle seni kurtarma sevdasına düştüm… Halbuki senin yukarıda olduğunu düşünsem bile merkeze geri dönüp yardım istemem lâzımdı… Özür dilerim…”

Sonra biraz durdu, kırık bir sesle devam etti:

“Ve sana söylediklerim… onlar için de özür dilerim senden… Elbette hiçbirini kast etmemiştim… Sadece çok öfkelendim ve senin canını yakmak istedim… Ve o ağır laflar çıktı ağzımdan… Özür dilerim…”

Kang Hyuk anlayışlı bir biçimde gülümseyip başını salladı: “Biliyorum…” Sonra bir an durdu, kendisi de başını öne eğdi: “Ben de senden özür dilerim: Çünkü aslında haklıydın, biliyor musun? Hyo Rim’le birlikte bazı saçma oyunlara kalkıştım, büyük aptallık ettim…” Genç adam başını kaldırdı, bakışlarını karşı duvara sabitledi ve derin derin içini çekti: “Ama artık oyun oynamayacağım Ji Ah: Sen ne istersen, nasıl yaşamak istersen öyle olsun… Ben yalnızca senin mutluluğunu istiyorum…”

Ji Ah dudakları titreyerek baktı arkadaşına. Onun asil davranışı yüreğini burkmuştu. Sonra, birdenbire asıl sorması gerekeni hatırladı, telaşla doğruldu:

“Min Woo! O nerede peki? Ben baygınken başımda onu gördüğümü zannettim, yoksa yanıldım mı?”

Kang Hyuk birden gözlerini kaçırdı. Yüzüne suçlu gibi bir ifade yerleşmişti.

“Hayır, yanılmadın,” dedi ağır ağır. “Gerçekten de sen baygınken başında bekledi…” Sonra bir an durakladı. Bunu söylemek genç adamın gururuna ağır geliyordu, ama içindeki doğrucu ses söylemesi gerektiğini fısıldıyordu kulağına. O yüzden devam etti: “Hatta seni Min Woo kurtardı! Eğer o deli cesaretiyle benzini bitmek üzere olan kar motosikletine atlayıp seni aramaya çıkmasaydı, belki de her şey için çok geç olabilirdi!” Kang Hyuk bu ihtimali düşününce bir kez daha iliklerine kadar ürperdi. Duygulanarak Ji Ah’nın solgun, ama her haliyle çok güzel olan beyaz yüzüne baktı. Canının bir parçası olan bu insan, dilerse başkasının sevgilisi olsun… Yeter ki nefes alsın, yaşamaya devam etsin, başka bir şey istemezdi! Kang Hyuk bunu dün akşam yaşadığı büyük korku ile çok iyi anlamıştı.

Ji Ah ise şaşkınca kaşlarını çatmıştı. Alacağı cevaptan korkarak, ağır ağır:

“O zaman… Min Woo neden şimdi burda değil?” diye sordu.

Kang Hyuk bakışlarını kaçırdı: “Şey… Dizisi için… Yani çekim programı çok sıkışmış, o yüzden-”

Ama Ji Ah en yakın dostunu gayet iyi tanıyordu; onun bocalamasını yarıda kesti: “Doğruyu söyle!”

Bunun üzerine Kang Hyuk derin bir nefes verdi ve suçlu bir tavırla genç kıza baktı:

“Min Woo senin kadın olduğunu fark etti Ji Ah…”

Ji Ah hayretle baktı arkadaşına. Sonra hayalkırıklığı ile yüklü derin bir nefes koyverdi: “Ve beni burda bırakıp öylece çekip gitti, öyle mi?”

“Hayır…” dedi Kang Hyuk yavaşça. “Sen baygınken, hipotermi ve beyin sarsıntısı riski varken, Min Woo saatlerce başında bekledi. En sonunda gözlerini açtığın zaman doktorlar “artık hayati tehlikeyi atlattı” dediğinde… işte ancak o zaman gitti… Ama o da çok üzgündü Ji Ah… Ona yalan söylediğin için çok kırılmıştı… Ama zaten bu kırgınlık, seni çok sevdiğini göstermez mi?”

Ji Ah ağır ağır başını salladı. Ama genç kız, yüreğine koca bir ağırlığın gelip oturduğunu hissediyordu.

Min Woo’ya kendini nasıl bağışlatacaktı… bilemiyordu…

***********************************************

“Bu akşam Hyo Rim’le date’e çıkıyorsun, itiraz istemiyorum!” dedi Soo Hyun çatık kaşlarla. Min Woo’dan cevap gelmeyince onu bacağıyla dürttü: “Hey, kime diyorum ben?! Bana bak, gene uyudun mu sen??”

Kanepedeki battaniyenin altında dertop olmuş Min Woo’dan boğuk bir ses yükseldi: “Hayır… Sayende uyuyamadım bir türlü…”

“Zaten bu ne uykusu anlamadım.. Çekimden geldiğinden beri uyuyorsun, öğle yemeği de yememişsin. N’oluyo oğlum, bi derdin mi var senin??”

Soo Hyun merakla kanepeye oturdu, battaniyenin ucunu indirdi. Min Woo ise sabırsız bir çocuk edasıyla geri çekti battaniyeyi:

“Öfff Hyung, artık gitsene sen ya! Yorgunum işte, uyumak istiyorum, anlamıyor musun??”

Soo Hyun’un sabrı taşmıştı, sert bir öğretmen edasıyla:

“Ben onu bunu bilmem, akşam Hyo Rim’le dışarı çıkılacak! Madem artık aşkınızı cümle âleme ilan ettiniz, magazincilere mutluyuz, aşktan geberiyoruz diye malzeme vermeniz lâzım!”

Min Woo’dan anlaşılamayan (ama muhtemelen ağır küfürler içeren) bir homurtu yükseldiğinde ise: “Ben anlamam, gideceksin diyorsam gideceksin! Şimdi çark etmek olmaz, aklında öyle bir şey varsa derhal unut, bu işi kızı öpüp paparazilere yakalanmadan önce düşünecektin!” dedi kararlı bir tavırla. Sonra bir an durdu, ardından gene battaniyenin ucunu çekip altından görünen Min Woo’ya meraklı gözlerle baktı:

“Sahi… Sen bu Hyo Rim’den nefret etmiyor muydun, onu ne diye öptün ki??”

Min Woo yeniden battaniyeyi üzerine çekerken: “Öfff, yaptık bir hata işte,” dedi bezgin bir sesle. “Sen artık gider misin??”

Soo Hyun çocukla daha fazla uğraşmanın beyhude olacağını anlamıştı. Ayağa kalkarken:

“Tamam, şimdi gidiyorum,” dedi, “Ama akşam sekizde arayıp yemekte olup olmadığını kontrol edicem! Eğer atlatmaya çalışırsan var ya…” Soo Hyun mafya babası edasıyla bir elini bıçak keser gibi boynunun altına sürttü: Seni öldürürüm demek oluyordu bu. Min Woo ise “pfff!” diye dudak büküp bezginlikle: “tamam be…” diye mırıldandı. Soo Hyun’u başından atmak için başka çaresi yoktu. Soo Hyun, Min Woo’nun yola gelmiş olmasından memnun, hafifçe gülümsedi. Ardından çocuğun yastığa dökülmüş uzun kumral saçlarını küçük bir çocuğa yapar gibi yarı sert, yarı sevgi dolu biçimde ovalayıp “seni hergele…” diye mırıldandı ve çekip gitti.

3 doors down – here without you

Min Woo o gider gitmez battaniyeyi üzerinden attı ve derin bir nefes aldı. Gözlerini tavana dikip düşünmeye başladı.

İki gündür ağır bir depresyonda olduğu doğruydu. Ji Han’ın kız olduğunu fark ettiği anın şokunu bir türlü atlatamıyordu:

Yaralı ve yarı donmuş vaziyetteki Ji Han’ın açık düğmeleri arasından görünen göğüs çatalı… Min Woo birkaç saniye gözlerini bile kırpmadan bakıp kalmıştı karşısındaki manzaraya. Beyni boşalmış gibiydi, n-nasıl yani? Ji Han… ama nasıl??

Neyse ki sonra kendini toparlamış, kıza sıkıca sarılmıştı. Bir yandan da: “Ölme… Sakın ölme Ji Han! Beni bırakma!” diye mırıldanıyordu. Kollarının arasında tuttuğu bu baygın vücut, ister kadın ister erkek olsun, kaybetmeye tahammül edemeyeceği birine aitti. Min Woo onu bağrına bastırırken Ji Han’ın kokusunu içine çekiyor, bir yandan kaybetme korkusu, bir yandan Ji Han’ın kendisine yalan söylemiş olmasının şoku, her biri genç adama sağdan soldan inen yumruklar gibi gelip onu serseme çeviriyordu. Min Woo’nun dişleri takırdıyordu; ama soğuktan değil; şoktan, üzüntüden ve korkudan.

Sonrası kopuk kopuktu: Min Woo’ya sonsuzluk kadar uzun gelen bir zaman sonra kurtarma ekipleri yetişmiş, ikisini birden alıp yakındaki hastaneye götürmüşlerdi. Min Woo, kızın tüm vücut tomografisi çekilirken bile kapının önünde beklemiş;  sonuçlar temiz çıkıp  bir odaya alınana kadar Ji Han’ın sedyesinin başından hiç ayrılmamıştı.  Hyo Rim ve Kang Hyuk’un da kendisine eşlik ettiklerini hayal meyal hatırlıyordu: Genç adam tüm duyuları ile Ji Han’a kitlenmişti çünkü.

Ji Han arada bir kendine gelir gibi olduğu zamanlar Min Woo’nun yüreği titriyordu adeta: İçine güneş gibi bir sevinç doğuyor, kızı bağrına basmak istiyordu. Ama hemen ardından, güneşin önüne geçip onu karartan bulutlar gibi “Ji Han bana yalan söyledi!” düşüncesi çöküyordu beynine. Min Woo gözleri hafifçe aralanan kıza delice sarılmak yerine buz kesiyordu; onu öylece bırakıp kaçma isteği doğuyordu içine. Oradan kaçmak, kapıyı vurup çıkmak, sonra eline ne gelirse parçalamak, kırmak, dökmek!… Min Woo öyle büyük bir çelişkiye düşmüştü ki, Ji Han’ın bir an önce uyanması için hem deli gibi dua ediyor, hem de bu ihtimalden deli gibi korkuyordu! Öfkeli, çaresiz… Ne yapacağını, ne hissedeceğini bilemez haldeydi…

O yüzden, Ji Han’ın tehlikeyi atlatıp artık uyanmasının an meselesi olduğunu öğrenir öğrenmez kaçmıştı oradan. İki saat sonra Kang Hyuk’tan “uyandı” telefonunu alır almaz büyük bir rahatlamayla olduğu yere çökmüş, hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Hem rahatlama… hem de kaybettiği aşkına bir ağıttı bu gözyaşları.

Çünkü Min Woo, içinde bu aldatılmışlık duygusu yer aldığı sürece, Ji Han’la birlikte olamayacağını çok iyi biliyordu…

Şimdi kazanın üzerinden iki gün geçmişti: Min Woo iki gündür sete gidip gelmek dışında hiçbir şey yapmıyordu. Elinden gelse onu da yapmazdı ama kontrat şartları ağır biçimde bağlayıcıydı; eğer genç yıldız çekimleri aksatırsa kendisine karşı büyük tazminat davaları açılabilirdi. Ayrıca farklı bir role bürünmek Min Woo’nun acıyan kalbine iyi geliyordu: Genç adam çekimler sırasında başka bir dünyada yaşar gibi hissediyor, az da olsa asıl derdini unutuyordu…

Ancak çekim bitip eve döndüğü saatler… işte o saatler geçmek bilmiyordu…

Şimdi yine battaniyeyi üzerine çekmiş, gözlerini tavana dikerek düşünmeye başlamıştı. Beyninde bitmek bilmez sorular bozuk plak gibi dönüp duruyordu. “Neden yaptın bunu Ji Han?” diyordu hayalindeki şoförüne. “Beni neden kandırdın? Beni hiç mi sevmedin? Her şey yalan mıydı, ha?”

Birden kapı zili çaldı.

Min Woo kapıyı açmayı düşünmedi bile. Çalan kişi her kimse çalıp çalıp giderdi. Böyle düşünüp battaniyeyi daha da çekti üzerine.

“Min Woo! Benim! Kapıyı açar mısın lütfen?”

Birden Min Woo şimşek gibi doğruldu: Ji Han’ın sesiydi bu!

Bir an kararsızlık içinde ne yapması gerektiğini düşündü. Acaba açmalı mı, yoksa hiç sesini çıkarmamalı mı? İşin doğrusu şu anda Ji Han’ı görmek fena halde canını acıtacaktı: Kendisine yalan söyleyen, kendisini aldatan bu insan… Ama öte yandan… aradan sadece iki gün geçtiği halde öyle özlemişti ki onu…

“Min Woo, lütfen aç! Konuşmamız lâzım! Özür dilerim, çok özür dilerim, sana her şeyi anlatacağım, lütfen aç!”

Kapı zili ısrarla çalmaya, Ji Ah bağırmaya devam edince Min Woo sonunda dayanamadı; yavaşça oturduğu kanepeden kalktı, tereddütlü adımlarla kapıya kadar geldi. Kapıyı açınca, karşısında onu gördü.

QIHM OST – Another Time, the same sky

İki genç bir an, hiçbir şey söylemeden, karşılıklı durup bakıştılar. Ji Ah’nın gözlerinde pişmanlık, acı, mahcubiyet vardı. Min Woo ise olabildiğince ifadesiz bir yüz takınmıştı. Yalnız, gözlerinin altındaki halkalar onu ele veriyordu. Onun yorgun yüzünü görünce Ji Ah’nın içi sızladı: O neşeli, kaygısız çocuğu bu hale kendisi getirmişti.

“Ne istiyorsun?” dedi Min Woo soğuk soğuk.

Ji Ah korkuyla yutkundu. Min Woo’nun boynuna atılmasını beklemiyordu elbette, ama onun bu soğuk hallerine de hiç alışık değildi. Çocuksu, tatlı Min Woo, şu ifadesiz, donuk yüzü ile resmen bir yabancı gibiydi.

“Ben… Sana her şeyi anlatmak istiyorum,” dedi Ji Ah hafif bir sesle.

Min Woo bu laf üzerine hafifçe gülümsedi. Ama sevimli bir gülümseme değildi, soğuk, hatta öfkeli bir gülüştü bu. Genç adam kollarını önünde çaprazladı, kapıya yaslandı, ukala bir tavırla:

“İyi ya, anlat bakalım, neymiş anlatacakların bir duyalım…” dedi. “Neden erkek kılığına girip yanımda çalışmaya başladın, hadi anlat! Benim büyük hayranlarımdan biri olsan hadi anlarım, ama değilsin. Söylesene, bu işten ne kazancın vardı?! Yoksa maceralarını kitaplaştırıp “ünlü yıldızı nasıl kandırdım?” diye best-seller olmayı mı amaçlıyordun?!” Min Woo deli bir kahkaha attı: “Vay be, ne büyük bomba! Kitabın kesinlikle satış rekorları kırardı, herkes okuyup benle dalga geçerdi, müthiş bir iş! Söylesene, öyle değil mi? Konuşsana, ne susuyorsun?!”

Ji Ah’nın gözleri dolmuştu. Min Woo karşısında kahkahaların arkasına gizlediği delice bir öfkeyle kendisine bağırıp çağırırken genç kız yalnızca: “Hak ettim…” diye düşünüyordu. “Söylediği her şeyi hak ettim…”

O susmaya devam ettikçe Min Woo’nunsa giderek sabrı taşıyordu. Aynı zamanda, içinde koca bir acılık büyüyordu genç adamın. Karşısındaki kızı ilk defa kadın kıyafetleri içerisinde gördüğünü düşündü. Şu üzerindeki bluz, altındaki skinny jeans ona ne çok yakışmıştı! Ne güzel bir kızdı, gözlerindeki şu mahcup ve acıklı ifadeyle ne kadar samimi, yürek paralayıcı bir hali vardı. Min Woo her şeyi bir tarafa atıp ona sıkıca sarılmamak, her şeyi unutmamak için kendini öyle zor tutuyordu ki!

Ama… o kendisini kandıran pis bir yılandı.

“Konuşsana! Madem buradasın, anlat hadi!” diye bağırdı, içindeki zayıflığı saklamak istercesine. “Konuş, sonra da sonsuza dek defol burdan!”

Ji Ah gözleri dolu dolu, başını kaldırdı: Min Woo yaralı bir kurt gibiydi; öfkeli, çaresiz… Ji Ah’nın ürkek ceylan gözleri ile Min Woo’nun kıpkırmızı kesilmiş, vahşi gözleri çarpıştı. Sonra Ji Ah, titreyen dudaklarını araladı:

“Özür dilerim…” dedi fısıldar gibi bir sesle. “Seni incitmeyi asla… asla istememiştim… En başta işe başladığım zaman… kadınlarla çalışmadığını söylemiştin, o yüzden-”

“Ben senin için kendimden şüpheye düştüm!” diye bağırarak onun sözünü kesti Min Woo. “Kariyerimden bile vazgeçtim! Her şeyi, ama her şeyi çöpe atmaya razıydım! Tanrım, bana bunu nasıl yaparsın?? NASIL YAPARSIN?!”

Ji Ah’nın buna verecek cevabı yoktu işte. Genç kız “sahi,” diye düşündü, “neden bu kadar aptalca davrandım?! Neden her şeyi hemen, beni daha ilk öptüğünde itiraf etmedim?! En kötü ne olabilirdi ki?…”

Onu kaybederdin, dedi içindeki ses.

Ama zaten şimdi de onu kaybetmemiş miydi? Min Woo’nun aşkını, güvenini, arkadaşlığını…

Artık gözyaşlarını tutamıyordu. Yaşlar, inci taneleri gibi gözlerinden birbiri ardına yuvarlanırken:

“Haklısın…” diye fısıldadı. “Her söylediğinde haklısın… Ben… söyleyemedim işte…” Boynunu büktü: “Senin güvenini kaybetmemek için bir türlü söyleyemedim… En baştan beri sana yalan söylediğimi nasıl açıklayacağımı bilemediğim için söyleyemedim… Olmadı… Özür dilerim…”

Bir an durakladı. Kendisini hâlâ yıkılmış, öfkeli gözlerle süzen Min Woo’ya baktı: “Biliyorum, artık bir değeri yok, ama özür dilerim senden… Beni affet diyemem, ama bil ki ben çok… çok üzgünüm… Çok…”

Min Woo alaycı bir kahkaha patlattı: “Affetmek mi?! ASLA! Seni asla affetmeyeceğim! Şimdi git! Ve bir daha sakın… sakın karşıma çıkma!”

Son sözleri yılan ıslığı gibi çıkan bir sesle söyleyip içeri girdi, kapıyı büyük bir gürültüyle kızın yüzüne kapattı. Ji Ah yüzünde patlayan rüzgar, ve kulaklarında Min Woo’nun “seni asla affetmeyeceğim!” diye bağıran sesi ile kalakaldı…

Birkaç saniye öylece durdu. Sonra ağır ağır döndü, adımlarını sürükleyerek bahçe çıkışına doğru yürümeye başladı. Gözlerinden yağmur gibi yaşlar iniyordu.

Peri masalı, burada bitmişti…

Aynı anda kapının diğer tarafında Min Woo da yere çökmüş, kapıya sırtını yaslamış, yıkılmış halde kalakalmıştı. Onun da gözlerinden yağmur gibi yaşlar iniyordu, genç adam hıçkırıklarını bastırmak için elini ağzına dayadı.

Ji Han… Sevgili Ji Han…

“Sen istemedikçe yanından ayrılmayacağım…” diyen, kendisine o tatlı bakışlarla bakan Ji Han…

…artık hayatında olmayacaktı…

Min Woo bir kez daha yalnız kalmıştı…

***********************************************

Richard Marx – Right Here Waiting

Kang Hyuk marketten aldıkları ile elleri kolları dolu bir biçimde evinin olduğu sokağı tırmanırken ileride, tam da kendi evinin önündeki gölgeyi görünce şaşkınlıkla durakladı. Neydi bu, birisi çöpünü onun evinin önüne mi bırakıp gitmişti, ne?! İçinden: “Duvara “buraya çöp döken eşektir!” yazmalıydım…” diye geçirip dişlerini gıcırdattı. Fakat aniden çöp torbası zannettiği gölge kıpırdandı ve Kang Hyuk korkuyla irkildi! Ama hemen ardından az ötedeki sokak lambasının cılız ışığında kapısının önündekinin ne (kim) olduğunu anlayıverdi:

“Ji Ah!”

Elindekileri bırakıp hızla koşturdu, Ji Ah’nın sağa sola sallanan vücudunu kaldırımla buluşmaktan son anda kurtardı. Ji Ah zorlukla gözlerini araladı, acılı yüzünde hafif çarpık bir gülümseme belirdi:

“Oooo, sonunda gelebildin ha…” dedi dili dolanarak. “Nerdesin sen be? Burda bu soğukta bir saattir seni bekliyorum!”

“Sen içtin mi?! Hem de bu saatte?!” dedi Kang Hyuk kızı zorlukla ayağa kaldırmaya uğraşırken. Ji Ah:

“Ne var be? Yetişkinim ben tamam mı, istediğim saatte içerim!” dedi hırçın bir tavırla. “Hadi içeri al beni, kıçım dondu burda!”

Kang Hyuk onu zorlukla ayağa kaldırıp kolunu omzuna aldı: “Tamam prenses, tamam…” diye mırıldandı. Ji Ah’nın bu kadar içmesinin sebebini gayet iyi anlamıştı. İçine bir burukluk çöktü.

Demek Min Woo ile işler iyi gitmemişti…

Ama genç adam hiçbir şey söylemedi; kızı içeri alıp üzerine kalın bir mont getirdikten sonra hızlı tarafından bir çorba kaynattı ve arkadaşına zorla içirmeye başladı. Ji Ah bu sırada gözlerini zorlukla açık tutuyor, bir yandan da aptal aptal gülüyordu:

“Ahahah! Kendimi beş yaşında gibi hissediyorum! Ajuşi bana çorba içiriyoooor!”

“Tamam tamam, aç ağzını bakayım, uçak havaalanına inecek,” dedi Kang Hyuk sabırla. Böylece ona çorbasını içirdi, ardından çoraplarını çıkardı, yere hazırladığı yatağa yatırdı kızı. Üzerine yorganı örttükten sonra:

“Sun Ah unniyi arayalım, bende olduğunu bilsin de merak etmesin,” deyip ayağa kalkmak için davrandı.

Ancak tam da o anda yerdeki Ji Ah onun tişörtünü yakaladı: “Hyuk-a…”

Kang Hyuk dönüp bakınca Ji Ah’nın gözlerinin yaşlardan sırılsıklam olduğunu gördü. Yavaşça, kalktığı gibi yere oturdu genç adam. Büyük bir şefkatle baktı arkadaşına:

“Seni affetmedi, öyle mi?” dedi usulca.

Ji Ah dudaklarını ısırdı; gözlerinden inci gibi taneler dökülürken yalnızca başını iki yana sallayabildi. Kang Hyuk derin derin içini çekti. Sevdiği kadını başka bir adam yüzünden acı çekerken görmek içini iki kat fazla acıtıyordu.

Ama şimdi kendi acısına üzülecek zaman değildi. Şefkatle kıza baktı, güven verici bir sesle:

“Her şey düzelecek…” diye mırıldandı. “Bak görürsün: Şimdi Min Woo çok öfkeli. Ama zamanla öfkesi yatışacak… O zaman ne büyük bir hata yaptığını anlayıp kendisi gelecek kapına: Senin onu bilerek üzmeyeceğini sakin kafayla anlamış olacak çünkü…”

Ji Ah tüm sarhoşluğuna rağmen hafifçe gülümsedi: Kang Hyuk’un kendisini teselli etmek için böyle konuştuğunu iyi biliyordu. Ah, sevgili Kang Hyuk…

Ama sonra, gözleri yeniden bulutlandı:

“Beni asıl üzen ne, biliyor musun: Onun güvenini kaybetmiş olmak… Ve onu yalnız başına bırakmış olmak…”

Birden gözleri doldu, yeniden şıpır şıpır döküldü gözyaşları. Gözleri yerdeki bir desene daldı, acıyla konuştu Ji Ah: “Ah, o kadar küçük, yalnız bir çocuk ki! İnsanlara o kadar güvensiz ki… Bütün hırçınlığı, narsistliği, hepsi bu yüzden! Ama düzeliyordu, benim sayemde biraz da olsa insanlara güvenmeye başlamıştı… Ama şimdi ne oldu: Her şeyi berbat ettim! Evet, her şeyi ben berbat ettim! Onun hayatını mahvettim! Allah beni kahretsin!”

Genç kız ellerini yüzüne kapatıp kesik kesik hıçkırmaya başladı. Kang Hyuk’sa acılı gözlerle süzüyordu onu. “Ji Ah…” diye mırıldandı.

“Ona her zaman yanında olacağımı söylemiştim…” diye mırıldandı Ji Ah yine. “Ona söz vermiştim… Artık kabuslar görmeyecekti, her şeyi birlikte çözecektik… Rüyalarının sırrını birlikte çözecektik… Ama… ama artık hiçbiri olmayacak! Hiçbiri!…”

Kang Hyuk bir yandan ağlayan, bir yandan gözlerini zorlukla açık tutabilen bu çok sarhoş ve çok üzgün arkadaşını üzüntüyle izliyordu… Ama kızın son sözlerini duyunca:

“Hangi rüyaların?” diye sordu şaşkınlıkla. “Ji Ah, sen neden bahsediyorsun?”

Ancak Ji Ah o sırada üzüntü ve sarhoşluk içinde gözlerini kapatmış, kendinden geçmişti. Kang Hyuk bir an tereddüt etti, ama sonra merakı baskın geldi: Kızı kolundan tutup sarstı:

“Ji Ah! Söylesene, ne rüyasından bahsediyorsun?! Min Woo rüyasında seni mi görüyormuş?”

Ji Ah zorlukla gözlerini araladı.

“Evet…” diye mırıldandı hülyalı bir biçimde. “Beni prenses olarak görüyormuş… Hani bir gün… Çinli prenses olmuştum ya… O zaman beni o yüzden… takip etmiş… Ama çok… çok korkuyordu… Ben ona söyleyemedim…”

Ji Ah yeniden ağlamalar arasında kendinden geçti. Kang Hyuk sıkıntı içinde derin derin içini çekti. Ve yerde, kendinden geçmiş biçimde yatan kızı hüzünle süzdü.

Ne çok acı çekiyordu! Ne çok üzülmüştü… Onu gerçekten seviyor olmalı, diye düşündü Kang Hyuk. Ah, Ji Ah… Senin üzülmene ben nasıl tahammül ederim?

Sonra, kızın az önce söylediklerini düşündü. Min Woo’nun setteki prensesi elinden kaçırdığı zaman ne kadar üzülmüş olduğunu hatırladı.

Tekrar yatakta yatan kıza baktı acılı gözlerle. Sonra elini uzattı, incitmekten korkarcasına hafifçe onun saçlarını okşadı.

Onun acı çekmesine göz yumamazdı. Genç adam kendi kanayan yüreğine taş basıp kararlılıkla dişlerini sıktı: O ikisini bir araya getirecekti. Ve bunu yapmanın yolunu, az önce Ji Ah’nın söyledikleri sayesinde bulmuştu…

***********************************************

Kelly Clarkson – Because of you


Kapının alarmı öttü ve kapı kapanma sesi duyuldu. Yatağına koala gibi büzülmüş Min Woo’nun kulakları dikildi birden: Bu kimdi şimdi? Yoksa Soo Hyun dediğini yapıp kendisini zorla date’e çıkarmaya mı geliyordu?

Hiç istemediği halde oflaya puflaya yataktan indi, odanın kapısını açıp dışarı çıktı. Aşağı salona bakan merdivenlere geldiğinde tüm huysuzluğuyla seslendi:

“Hyung, sana beni rahat-”

“Uyumadığını biliyordum! Hadi gel aşağı, bak sana udon getirdim!” diye neşeyle şakıdı aşağıdaki genç kız.

Min Woo gözlerine inanamaz gibi bir an durdu, sonra hayret dolu bir ünlem koyverdi:

“Hyo RİM???”

“Buyrun benim?” diye sırıttı genç kız ve bir kez daha neşeyle elindeki poşeti salladı: “Gelsene, bak yoksa soğuyacaklar! Palli, palli!”

Min Woo ağzını açıp itiraz etmeye hazırlanıyordu ki midesinden yükselen bir gurultu tüm sesleri bastırdı. Genç adam bozum olurken Hyo Rim ufak bir kahkaha attı:

“Karar verilmiştir! Hadi ama, değerli mideciğini bu güzelim yemekten mahrum bırakma!”

Min Woo bir an tereddüt etti, ama sonra “aman be..” diye mırıldanıp indi aşağı. Sabahtan beri bir şey yememişti, tüm üzüntüsüne rağmen şu anda açlığı kalp kırıklığının önüne geçmeye başlamıştı… O yüzden bıraktı, midesi kontrolü devralsın…

Aşağı inip suratsız bir biçimde mutfak masasına oturduğunda Hyo Rim çoktan udonları ve chopstick’leri poşetinden çıkarıp masanın üzerinde hazır etmişti bile. Genç kız sevimlice:

“Bak unutmamışım,” dedi. “Bu markayı sevdiğini biliyordum. Hadi ye, soğutma…”

“Kapının şifresini nerden bildin?” dedi Min Woo somurtarak. Ama kızın cevap vermesine kalmadan: “Hyung söyledi, değil mi?” diye kendi sorusunu cevapladı. Hyo Rim hafif suçlu bir tavırla:

“Ee… evet,” diye mırıldandı. Hemen sonra panikle ekledi: “Ama bak, ben karşılığında ona hiçbir şey söylemedim! Ji Ah’yı yani… Valla!”

Genç kızın bu paniklemiş tavrı ve mimikleri öyle şirindi ki, Min Woo bile suratsız halini taşımakta zorlandı, dudağının ucuna hafif bir gülümseme yerleşti. Ama iki saniye sonra yeniden çatıldı kaşları, elindeki çubuğu kasenin içine fırlatır gibi bıraktı Min Woo:

“Neden??” dedi hırçın bir tavırla. “Ona söylemedin çünkü buraya yalnız başına gelmek istedin, değil mi?? Yalnız gelip benle tek başına mı dalga geçmek istedin?! Bu yüzden mi ha, bu yüzden mi??”

Hyo Rim o kadar şaşırmıştı ki, ağzını açtı ama bir an ses çıkmadı. Sonra:

“Ha-hayır! Hayır!” diye kekeledi kızcağız, “Benim böyle bir niyetim yoktu Min Woo, gerçekten-”

Min Woo ise birden ayağa fırlamıştı. Sandalyesini öyle sert itti ki, sandalye yere devrildi. Hyo Rim korkuyla irkildi.

“İşte gördün, gerizekâlı idiyot Min Woo gene kendisini aldatacak birini buldu! Evet, senin dediğin kadar varmış gerçekten, ben sahiden de embesilin tekiymişim! Şimdi mutlu musun, ha??”

Hyo Rim ona korku ve hayalkırıklığı içinde bakarken gözleri dolmaya başlamıştı. Genç kız zorlukla başını iki yana salladı: Hayır, mutlu değildi… Buraya onun mutsuz olduğunu görmek için gelmemişti… Onu teselli etmek için gelmişti, azıcık da olsa… Ama karşısında çakmak çakmak olmuş gözlerle ona bakan Min Woo, Ji Ah’dan alamadığı hıncı kendisinden çıkarmak ister gibiydi:

“Evet, dibe vurdum!” diye tısladı nefretle. “Senin yarım bıraktığın işi bir başka pislik kadın tamamladı! Bir kere daha aldatıldım! Bunu gördüğüne göre şimdi mutluluk içerisinde buradan ayrılabilirsin! Hadi şimdi DEFOL!”

Hyo Rim hayretle baktı çocuğa. Çığlık gibi çıkan bir sesle:

“Sen ne saçmalıyorsun?!” diye inledi. “Ben seni hiç aldatmadım!”

Min Woo öfkeli bir kahkaha attı: “Hahah, hâlâ yalan söylüyor, şu yüzsüze bak be! Bu kadar iyi rol yapabildiğini bilmiyordum; keşke dizide de bu yeteneğini biraz göstersen!” Ve kızın gözlerinin içine bakıp dişlerinin arasından:

“Her şeyi biliyorum!” diye tısladı. “Bütün yalanlarından haberim var! Ve seni de asla affetmeyeceğim! Tıpkı… tıpkı…”

Bir an durdu. Ji Han’ın adı dilinin ucuna kadar geldi. Onun gerçek adı…

Ji Ah…

Sonra büyük bir öfke ve kalp kırıklığı içerisinde arkasını döndü, koşarak merdivenlerden çıktı, odasına girdi ve kapıyı büyük bir gürültüyle çarparak kapattı!

Hyo Rim, yüreğinde haksız yere suçlanmış olmanın acısı, olduğu yerde taş kesilmiş gibi kalakalmıştı…

Birkaç saniye öylece durdu… Sonra başını çevirdi, masanın üzerinde, hâlâ dumanları tüten udon kaselerine acıklı gözlerle baktı.

Göksel – Yalnız Kuş

Ardından ağır ağır yürümeye başladı. Gözlerine dolan yaşlar yüzünden önünü zorlukla görüyordu. Evin çıkışına doğru ilerlerken sendeledi, salonun duvarına tutunmak zorunda kaldı.

Ve acıklı gözlerle, içerideki mobilyalara baktı. Şu beyaz kanepe… Şu deri koltuklar… Duvardaki retro resimler… Her biri, kendisine o geceyi hatırlatıyordu.

O çok güzel… ve o çok korkunç gece…

…aşklarının son gecesi…

“Hani sinemaya gidecektik?” diye çocuksu bir biçimde dudak bükmüştü Hyo Rim. Tam şurada, beyaz kanepede oturuyordu. Min Woo elinde iki şarap kadehiyle gelmiş, birini onun eline tutuştururken:

“Olmaz, Hyung’un kesin emri var, bu gece sekizden sonra evde olacağım,” diye açıklamıştı ciddi ciddi. “Senle çıkmama karışmıyor, ama çekimim olan günlerin öncesindeki gecelerde geç yatmam yasak…”

Hyo Rim hafifçe gülmüştü: “Hey, o senin menajerin Min Woo! Sen onun için değil, o senin için çalışıyor!”

Min Woo somurtmuştu: “Bunu biliyorum tabii ki deee!” Sonra yüzüne çocuksu bir anlam düşmüştü: “Ama… bu piyasada başlarda çok zorlandığımı, kazıklar yediğimi anlatmıştım sana… Beni eski şirketimden ve onun cadı sahibesinden Hyung kurtardı… O yüzden ne olursa olsun Hyung benim için çok değerlidir…”

Hyo Rim yüreği titreyerek bakmıştı karşısındaki gence. Bazen onun da kendisi gibi yirmi dört yaşında olduğuna inanası gelmiyordu; öyle çocuksuydu ki… Ama öte yandan bu gibi anlarda öyle tatlı oluyordu ki, genç kız onu bağrına basmamak için kendini zor tutuyordu.

“Neyse işte, sinemaya gidemeyiz ama bak çok güzel bir film aldım,” dedi Min Woo ve elindeki DVD’yi salladı. Hyo Rim neşeyle elini çırptı:

“Aaa, Julia Roberts, çok severim! Hadi izleyelim!”

“Yalnız elindeki o kadehe dikkat et, altındaki kanepe tam 250 milyon won değerinde,” dedi Min Woo ciddiyetle. Hyo Rim kıkırdadı: Min Woo’nun bu kendini (ve eşyasını!) beğenmişlikleri bile ona batmıyordu.

Çünkü fena halde âşıktı genç kız… Çok fena aşıktı hem de…

Hyo Rim o geceyi dumanlı aklına rağmen tüm ayrıntılarılarıyla hatırlıyor: Önce filmi ciddiyetle izlemeye başlamışlardı… Ama Julia Roberts’a rağmen filmin pek de eğlenceli olduğu söylenemezdi. O yüzden başta dikkatle filmi takip ederken birdenbire kendilerini öpüşürken bulmuşlardı. Hem de o güne dek olmadığı kadar ateşli bir biçimde.

Şarabın etkisi miydi, yoksa ilk defa gecenin bu saatinde Min Woo’nun büyük evinde baş başa olmalarından mı? Daha önceleri Hyo Rim akşam yemeğinden sonra kalkıp kendi evine giderdi. Ama o hafta anne ve babası şehir dışındaydılar. Hyo Rim’in ilk kez evine gitmesi gerekmiyordu.

Bu geceyi Min Woo ile geçirmeyi göze alarak gelmişti bu eve.

Gerçekten de ikisi öyle ateşli bir biçimde öpüşüyorlardı ki, işlerin burada kalmayacağı belli olmuştu: Min Woo elindeki şarap kadehini sehpaya bıraktı, sonra kızı yavaşça kanepeye doğru yatırdı. Hyo Rim onun başını sıkıca boynuna bastırdı. Kalbi deli gibi atıyordu.

Min Woo birden başını kaldırdı, göz göze geldiler.

Min Woo hafifçe yutkundu. Genç adamın yanakları pembeleşmişti. Çocuksu bir biçimde dudaklarını ısırdı:

“Ben… şey… ımm, biraz fazla ileri gittim, öyle değil mi?”

Böyle deyip utangaç bir biçimde üzerinden kalkmaya davrandı. Ama Hyo Rim birdenbire uzanıp onun yakasından tuttu. Büyük bir tutkuyla baktı genç çocuğa:

“Hayır… İleri gitmedin… Yani…” Utanarak alt dudağını ısırdı, sonra şeker bir biçimde güldü: “Şeyy, ben… ben bunu seninle yaşamak istiyorum zaten… İlk kez seninle yaşamak istiyorum…”

Min Woo şaşkınca baktı kıza. Saf saf: “Neyi?” diye sordu. Hyo Rim kahkahasını güçlükle bastırdı. İmalı bir bakışla: “Şeyi işte… Yaaa, utandırmasana beni!”

Min Woo bu defa kızın neden bahsettiğini anladı, birdenbire kıpkırmızı oldu. Nerdeyse beyninden dumanlar çıkarken:

“Be-be-ben… Yani şey, se-sen…” diye kekeledi. Hyo Rim’se onun bu şapşal haline gülüyordu:

“Hadii ama… Sen erkeksin, benim aksime senin bir sürü deneyimin olmuştur… Şimdi utangaçlık numaralarına girme…” Ve çocuğun kulağına yaklaştı, seksi bir biçimde fısıldadı: “Hadi amaa…”

Min Woo öncekinden de beter biçimde kızardı ve öksürmeye başladı! Hyo Rim ona şaşkınlıkla baktı. Böyle bir etki yaratacağını düşünmemişti.

Birden genç kız durumu anladı.

“Yoksa… yoksa sen deeee…???”

Min Woo utanarak başını salladı. Hyo Rim şaşkın bir nefes koyverdi: Bu yakışıklı genç adamın şimdiye kadar başka kızlarla beraber olmamış olacağına hayatta inanmazdı!

Birden, içine büyük bir mutluluk doldu…

Min Woo’ya sevgiyle baktı. Elini uzatıp onun yanağını okşadı:

“O zaman… birbirimizin ilki olmaya ne dersin?”

Min Woo birden başını kaldırdı. İki genç göz göze geldiler. Hyo Rim, Min Woo’nun kendisine sevgi dolu bakışlarını daha önce de görmüştü, ama böylesini ilk defa görüyordu.

“Çok isterim…” diye fısıldadı genç adam. Ve yeniden onun yüzüne doğru eğildi, kendisini sevgiyle öperken, elbisesinin askısını indirdi…

Hyo Rim gözyaşlarından yüzü sırılsıklam, o iki genci hatırlıyordu şimdi. Büyük bir sevgiyle birbirine karışan vücutlarını… Utangaç, tecrübesiz, ama her şeyi birbirlerinde keşfettikleri o müthiş geceyi… Min Woo’nun terlemiş alnına yapışan saçlarını, utanarak gülmesini, kendisini sevgi ve şefkatle boynundan öpmesini… O sevgiye şimdi ne olmuştu?? O sevgiye, hemen ertesi gün ne olmuştu?!

Hyo Rim, hayatının en muhteşem gecesini yaşadıktan bir gün, yalnızca bir gün sonra, hayatının en korkunç gününü yaşadığına hâlâ inanamıyordu.

Bir gece önce onu sevgiyle saran, kulaklarına aşk sözcükleri fısıldayan adamın, ertesi akşam telefonda mekanik bir sesle: “Artık seni görmek istemiyorum… Her şey bitti…” deyişini ve her şeyi paramparça etmesini hâlâ aklı almıyordu.

Neyi yanlış yapmıştı?! Neyin cezasını çekiyordu?! Hyo Rim bunu hâlâ bilmiyordu. Defalarca Min Woo’nun kapısına gelmiş, kendini rezil etmek pahasına ağlayarak yalvarmıştı. Ama Min Woo acımasızdı. Ona yalnızca:

“Bana yalan söylemeyecektin…” demiş, başka hiçbir açıklama yapmadan kapıyı yüzüne kapatıvermişti… Hyo Rim çıldıracak gibi düşünmesine rağmen onun neden bahsettiğini hiçbir zaman anlayamamıştı…

Şimdi genç kız, kalbinde bıçak gibi bir acıyla yeniden o halini hatırlıyordu…

Ve kalbinin az önceki haksızlığa mı, yoksa Min Woo’nun tam üç sene önceki acımasızlığına mı yandığını hâlâ bilemezken, ağlayarak evden çıktı gitti…

***********************************************

Thao Nguyen Xanh -Sad romance

Sevgilim, gönlümün çiçeği…

Bir bakışıyla yüreğimi eriten, kalbimi ayaklarının altına serdiren, canımı, kanımı, her şeyimi uğruna feda edebileceğim kadın!

Bu gece… bir başkasının karısı oluyorsun, öyle mi…

Kalbim öyle çok ağrıyor ki, ayakta duramıyorum… Çaresizlik ruhumu o kadar çok yakıyor ki, nefes alamıyorum… Ben bu gece öldüm: Bundan sonra canlı bir cenaze, boş bir kabuk olacak bu vücut…

Eğer o adam bir başkası olsa, Tanrı şahidimdir, kılıcımla tek hamlede deşerdim kalbini! Bütün bir ordu üzerime gelse, seni elimden almak için hepsi birden oklarıyla, kılıçlarıyla üzerime saldırsalar, gene de karşılarında durur, kanımın son damlasına kadar savaşır, bırakmaz, bırakmazdım seni!…

Ama…

Ama seni karısı yapan o adam, benim canımdan çok sevdiğim, kendisine sadakat yemini ettiğim Bong Rim! İşte bu, kolumu kanadımı kırıyor…

Şimdi uzaktan uzağa düğün seslerini duyuyorum: Benden başka herkes ülkenin bu mutlu gününde deliler gibi eğleniyor! Sabah başlayan eğlence bu saate kadar sürdü, daha günlerce devam edecek…

Benimse yüzümdeki bu sahte gülümsemeyi daha fazla taşıyacak gücüm kalmadı.

Seni Bong Rim’in yanında gördüğüm an… Tanrı şahidim ya, defalarca yaralandım savaş meydanlarında. Ama hiçbir yara canımı bu kadar acıtmamıştı. Prensin yanında töreni izleyerek öylece oturuyordun. İşlemeli kaftanlar ve takılar içerisinde güzelliğin nefes kesiyordu. Yanımda yöremde “ne çok yakıştılar!” diyenleri duyuyordum, içim daha da yanıyordu. Ama doğru ya, gerçekten de ikiniz bir elmanın iki yarısı gibi güzeldiniz: O kudretli prens, sen güzeller güzeli prenses… Ülkemizin göğünü süsleyen güçlü güneş, ve onu hep destekleyen beyaz ay…

Saygılarımı sunma sırası bana geldiğinde bunu düşünüyordum işte… Bu ülkenin prensesi olmaya ne kadar layık olduğunu düşünüyordum. Öyle ya, ben bunu veremezdim sana… Oysa sen, bu ışıltınla kraliçeliğe layıksın! “Çok yakıştı,” diyordum içimden, “He Ran-şi’den başka kim kraliçe olmaya böylesine layık olabilir ki? Onun saadeti için dua etmeli ve bu talihi yüzünden mutlu olmalısın Cha Jong Hwa!”

Ama ünvanlar, âşık kalbimin umrunda değildi ki…

Yine de güçlükle de olsa yüzüme bir mutluluk maskesi geçirmeyi başarmıştım. Prensin önünde eğilirken:

“Çok tebrik ederim prensim,” dedim neşeli olmaya gayret eden bir sesle. “Prenses hazretleri ile ikinize kutlu bir ömür dilerim…”

Bong Rim sevgiyle omuzumu patpatlayıp beni eğildiğim yerden kaldırmıştı:

“Teşekkür ederim Jong Hwa! Senin dostluğun benim için en büyük armağan. Bundan böyle bu dostluğu veliaht prensese de göstermeni rica edeceğim senden…”

Bunun üzerine başımı çevirip sana baktım. Bakışlarımız çarpıştı. Yüreğim özlemle, sevgiyle, ve bunları asla dillendiremeyecek olmanın acısıyla titredi.

“Elbette efendim,” dedim prense hitaben. Oysa bakışlarım senin güzel gözlerinden ayrılmamıştı. “Bundan böyle sizin kadar prenses hazretlerinin de sadık bir hizmetkârı olacağıma, onun uğruna da gerekirse canımı vereceğime huzurunuzda and içerim!”

Birden senin de dudakların titredi. Gözlerinde ufak bir ıslaklık görür gibi oldum.

Ama sen artık veliaht prensestin, değil mi çiçeğim? Artık ülkenin iyiliği, kendi mutluluğundan önce gelecekti, öyle değil mi?

O yüzden hemen kendini toparlayıp vakur bir sesle: “Teşekkür ederim Jong Hwa-şi,” deyişin hem içimi bir kez daha kanattı… hem de huzur verdi bana: Anlamıştım çünkü… Benim zayıflığımın aksine, sen güçlü olacaktın… Bu zaaflar içerisindeki, o anda düğünü dağıtıp seni elinden tutup kaçırmamak için kendine zorlukla engel olan bu adamın aksine, sen hep sağlam duracaktın…

Bir kez daha saygıyla eğilip kaçarcasına uzaklaştım yanınızdan. Kalbimin yarısı ferahlamış, yarısı katran karası gibi ağır… Kendimi bomboş evime zor attım. Seni kaybetmenin acısıyla ağladım, ağladım, ağladım..

Ve işte… elimde kalem, sana yazacağım büyük ağıta başlıyorum şimdi…

Biliyorum ki yazmazsam çıldıracağım… Biliyorum ki senin o muhteşem güzelliğini, bülbül sesini, orkide yaprakları gibi tenini, çiy taneleri kokan saçlarını anlatmazsam, delireceğim…

Sadece o da değil: Ha Rim’e, sevgili Ha Rim’e söz verdim bir de… Aşkımın tek şahidi, sevgili dostum Ha Rim… Düğünden önce neredeyse gidip Bong Rim’e her şeyi anlatacaktı, biliyor musun?

“Aklım almıyor! Sen bu durumda nasıl sakin kalabliyorsun?! Hiçbir şey yapmayacak mısın?!” deyip yakama yapışmıştı. Hırsından bir o yana bir bu yana yürüyüp duruyordu. “Anlatalım! Bong Rim’e He Ran’ı sevdiğini söyleyelim! Eminim ki o bir çözüm yolu bulacaktır! Sonuçta onun He Ran’a âşık olmadığını biliyoruz…”

“Olmaz,” demiştim kesin bir dille. Sesim çok ama çok yorgundu; ama kararlıydı. “Olmayacağını sen de biliyorsun Ha Rim… Lütfen artık bu konuyu kurcalayıp beni daha fazla üzme…”

Bu sözlerim üzerine Ha Rim acıklı gözlerle bakmıştı bana. Kolları iki yana düşmüştü. Gerçek bir üzüntüyle:

“Ah, Jong Hwa…” diye mırıldanmıştı.. “Ben seni izlerken bile üzüntüden ölecek gibi oluyorum; sen bu acıyı kalbinde taşımaya nasıl dayanıyorsun?”

Bu sempati dolu sözler, birdenbire bütün gücümü tüketti…

Önce usulca, sonra sarsılarak ağlamaya başladım…

“Dayanamıyorum Ha Rim…” diye fısıldadım hıçkırıklar arasında. “ben… dayanabileceğimi sanmıyorum…”

Ha Rim birden korktu, koluma yapıştı: “Ah, ben de bundan korkuyorum dostum! Neden böyle yapıyorsun o zaman?! Neden bir çıkış yolu aramıyorsun?! Jong Hwa, bu kadar acıya dayanamayacaksın, sana bir şey olacak diye korkuyorum, ne olur dinle sözümü! Bak… Bong Rim’la konuşalım; o da olmazsa Go Han’a gidelim, başka bir çare bulsun, bir şeyler yapalım!”

Onun çığlık gibi çıkan sesi birden beni kendime getirdi. Gözyaşlarım durdu. Sakince:

“Olmaz…” diye mırıldandım. “Bu sırrı kimse bilmemeli… Çünkü yapılabilecek bir şey yok: Ülkemizin bekâsı için bu evlilik gerçekleşmek zorunda! Ve ben şimdi-“ Sesim çatladı. Toparlanıp devam ettim: “Eğer şimdi Bong Rim’e gider, He Ran’ı sevdiğimi anlatırsam, her şeyi daha da zorlaştırmış olurum: Bong Rim aşkımızı anlayışla karşılayacaktır, ondan eminim… Ama kalbinin bir köşesinde, bir burukluk kalacaktır: Sevgili kraliçesinin bir zamanlar kendisini değil de en yakın arkadaşını sevmiş olduğunu yıllar sonra bile anımsayacaktır… Korkum odur ki, bu burukluk, kraliçeye göstereceği şefkat ve sevgiye de yansıyıp onlara bir gölge düşürür Ha Rim… Beni anlıyor musun?”

Bu sözler üzerine Ha Rim başka bir şey diyemedi. Ama kolumu kuvvetlice sıktı:

“Tamam…” diye mırıldandı. “Sen öyle diyorsan benim üzerine söyleyebileceğim bir şey yok… Bir daha bu konuyu açmayacağım… Ama…” Bir an durdu, kaygıyla gözlerimin içine baktı: “Ama bana söz ver, Jong Hwa: Ne olursa olsun, asla, ama asla kendine bir zarar vermeyeceksin!”

İşte o zaman ona söz verdim: Ne olursa olsun hayattan vazgeçmeyecektim… Boş bir kabuk gibi olsam bile yaşamaya devam edecektim…

Ama… bu sözü tutmanın böylesine zor olacağına ihtimal vermemiştim…

Şimdi anlıyorum ki, eğer anlatmazsam delireceğim: Onu ne kadar sevdiğimi, içimin ne kadar yandığını… Birileri okusun diye değil: Onu, cihandaki her şeyden çok sevdiğim için yazıyorum… Delirmemek için yazıyorum… Ha Rim’e verdiğim sözü tutmak, yaşayabilmek için yazıyorum…

Bu boş parşomenin ilk sayfasına onu temsilen bir orkide resmi çizdikten sonra, ibadet eder gibi yazıyorum…

“Çiçeğim… Orkide çiçeğim benim…”

İlk sayfaya, bir damla gözyaşım düşüyor…

Asla kavuşamayacağım aşkım için ağlıyorum…

Min Woo uyandığında gözleri sırılsıklamdı… Ancak bu defa yüreğinde korku yoktu: Rüyalarında gördüğü hayattan ilk defa korkmamıştı. Ama bu kez de, kocaman bir taş oturmuştu göğsünün tam ortasına…

Artık onu anlıyordu: Rüyasında gördüğü adamı, kendi yüzüne sahip olan adamı, şimdi öyle iyi anlıyordu ki… Aşk, dünyanın en korkunç acılarını getiriyordu insana. Onu en derin mutsuzluklar içerisinde bırakıyordu. En kötüsü de, daha kısacık bir süre önce sonsuz bir mutluluk vaad ederken yapıyordu bunu. Bundan daha büyük bir cehennem olur muydu?

Ve şimdi yattığı yerde gözyaşları dökmeye devam ederken kendi aşk acısına mı, yoksa rüyalarındaki adama mı ağladığını bilmiyordu Min Woo… Aklına, “seni asla bırakmayacağım… bu rüyaların sırrını birlikte çözeceğiz…” diyen Ji Han geldi…

İçi bir kez daha, asit atmışlar gibi acıdı…

“Ah… Ne kadar çok yalan söyledin bana…” diye fısıldadı kendi kendine, onu hiç duymayacak olan sevgiliye.

Tam da o anda, telefonunun mesaj sesi duyuldu.

Min Woo, bezgin bir biçimde uzandı, yatağının baş ucundaki telefonu aldı eline. Gözyaşlarıyla buğulanmış bakışlarını ilgisizce ekranda gezdirdi.

Birden, gözleri faltaşı gibi açıldı!

Ekranda, bilmediği bir numaradan gelen mesajda: “Rüyalarındaki prensesi bulmak istiyor musun? O halde 24 aralık gecesi saat 8’de Ywanggeroim parkında ol” yazıyordu!

***********************************************

Christina Perri – A Thousand years

“Heyyy, azıcık gülsene prenses! Bu partiye sen biraz eğlenesin diye gidiyoruz!”

Ji Ah dalgın bakışlarını taksinin camından ayırdı ve yanında oturan Kang Hyuk’a yorgunca gülümsedi. Aslında kendisine kalsa yorganı başına çekip günlerce evden çıkmamayı tercih ederdi ama ablası ve Kang Hyuk o kadar ısrar etmişlerdi ki, onları kıramamıştı işte. Zaten ikisi de günlerdir kendi moralini düzeltmek için çırpınıyorlardı; onların sinemaya gitmek, lunaparkta eğlenmek, hatta birkaç günlüğüne Jeju adasına kaçmak gibi tekliflerinden Ji Ah’ya artık fenalık gelmişti. Bu parti işine de o yüzden razı olmuştu; hem zavallılara artık çok ayıp olduğu, hem de bu geceden sonra kendisini bir süre daha rahat bırakacaklarını umduğu için.

Ama bunu kabul ederken partinin kostüm gerektirdiğini bilmiyordu! Genç kız üzerindeki hanboka baktı ve istemsizce yüzünü buruşturdu:

“Hepsi iyi de, şu kıyafet olayı nerden çıktı? Bu partiye bir kot bir tişörtle gidemiyor muyduk kuzum?!”

“Tabi ki hayır, adı üstünde, kıyafet balosu bu!” dedi kendisi de eski zaman kıyafetleri içerisinde olan Kang Hyuk. “Hem niye trip yapıyorsun ki, hanbok sana acayip yakışıyor, çok güzel oldun!”

Ji Ah hafifçe omuz silkti: Güzel olup olmaması şu anda umrunda olan en son şeydi. Ayrıca başındaki ağır peruk kendisini kaşındırmaya başlamıştı. Saçlarını bozabileceğine hiç aldırmadan hart hurt kafasını kaşımaya başladı, Kang Hyuk’sa ona yan yan bakıp bıyık altından gülüyordu.

Nihayet bir süre sonra Kang Hyuk:

“İşte burası! Ajuşi, lütfen sağda durur musunuz?” deyip durdurdu taksiyi.

Arabadan indiklerinde Ji Ah şaşkınlık içerisinde çevreye bakındı: Bir parka gelmişlerdi. Genç kız şaşkınca:

“Hani, parti nerde?” diye sordu.

Kang Hyuk’sa heyecan ve neşe ile kıpır kıpırdı: Genç kızın elinden tuttu, “işte canım, hemen şurda, ilerde!” deyip onu hızlı adımlarla yürütmeye başladı.

Ji Ah şaşkınca onun adımlarına yetişmeye çabalıyor, bir yandan da parkın ilerisinde partinin yapılacağı türden kapalı bir mekân arayıp duruyordu ki, Kang Hyuk:

“Ah, işte beklediğimiz kişi burda!” dedi neşeyle ve el sallamaya başladı: “Hey! Biz burdayız!”

Az ötede, parktaki bir banka oturmuş genç adam ağır ağır kalktı, ve Ji Ah hayret içerisinde fısıldadı:

“Min Woo!”

Min Woo’nun da onu görünce gözleri şaşkınlıkla açıldı. Genç adam:

“Sen!…” diyebildi sadece.

Kang Hyuk’sa bir ona, bir diğerine baktı. Genç adamın dudaklarına muzip bir gülümseme yerleşmişti:

“Min Woo-şi, size Ji Ah’yı takdim ediyorum,” dedi. Ve kızı, çocuğun kollarına doğru itti:

“İşte, rüyalarınızdaki prenses!”

-On Dördüncü Bölümün Sonu-

On Üçüncü Bölüm: “N’olur Uyan!…”

Queen In Hyun’s Man OST – I am Going to Meet You

“Hazır mısınız Min Woo-şi? Yayına girmek üzereyiz…”

Min Woo hafifçe başını salladı. Genç adamın boğazı kurumuştu.  O kadar gergindi ki, önündeki su bardağına uzanırken ellerinin titremesine zorlukla engel olabiliyordu. Birazdan belki de tüm kariyerini mahvedecekti. Canlı yayında gay olduğunu açıklayacak olduğunu bilse Soo Hyun’un kendisine nasıl köpüreceğini, hatta dizine yatırıp pataklayacağını düşündü. İçinden: “Affet beni Hyung…” diye geçirdi, “Ama başka çarem yoktu…”

Titreyen ellerle su içen ünlü yıldızı süzen sunucu Kim Jun Pyo ise zalimce gülümsedi. Yılın, hatta on yılın magazin bombası kendi ayağına gelmişti. Orta yaşlı sunucu dün isimsiz biri tarafından kendisine gönderilen fotoğrafları görünce gözlerine inanamamıştı: Cha Min Woo, bir erkekle öpüşüyordu! Gerçi öpüştüğü kişinin yüzü pek açık değildi, ama uzun boyu, kısa saçları ve özellikle de üzerindeki kıyafete bakılırsa görüntülerdeki kişinin erkek olduğu besbelli bir şeydi. Bunun üzerine Jun Pyo Min Woo’yu aramış, elinde böyle resimler olduğunu, ertesi günkü programında bu bombayı patlatacağını söylemiş, umursamaz görünmeye çalışarak: “Fakat konuyla ilgili ilk ağızdan açıklama yapmak isterseniz programa katılabilirsiniz,” diye eklemişti. Min Woo’nun mecburen programına katılmak zorunda kalacağını biliyordu. Ve aynen öyle olmuştu. Üstelik Min Woo’nun sevgilisini de yanında getirmiş olması pastanın kreması olmuştu! Jun Pyo birazdan canlı yayında bu gay sevgiliyi açıklayacak olmanın yaratacağı bombayı düşündükçe heyecandan ellerini ovuşturuyordu.

“Üç, iki, bir… Yayındayız!” Yönetmenin işaretiyle Jun Pyo gülümseyerek kameraya döndü:

“Evet sayın seyirciler, işte yeniden karşınızdayız… Yanımızda Cha Min Woo var, ve reklamlardan önce de söylediğimiz gibi kendisi yeni sevgilisini tüm Kore halkına açıklamak üzere! Evet Min Woo-şi, aldığım habere göre sevgiliniz şu anda stüdyonun girişinde bekliyor… Ne dersiniz, kendisini yayına davet edelim mi?”

Min Woo hafifçe kaşlarını çattı, ve cesur olmaya çalışarak başıyla onayladı. Jun Pyo coşkuyla reji asistanına döndü: “Evet, alalım misafirimizi!”

Stüdyoda yükselen müzik eşliğinde kameralar sahnenin girişine döndü: Girişte, üzerinde pantolon-ceket takımı ile kısa saçlı bir kişi belirdi…

Aynı anda stüdyoda büyük bir hayret uğultusu yankılandı.

Min Woo bir an korku içinde gözlerini kapattı: İşte korktuğu başına gelmişti. Ji Han’ın erkek olduğunu görenler şoka girmişlerdi. Genç adam başını kaldırıp sevgilisine bakamıyordu. Şu anda Ji Han’ın yüzünde nasıl büyük bir şok ifadesi olduğunu düşündükçe korkudan ona bakamıyordu işte…

O sırada Jun Pyo ise:

“A-ama? Ama… nasıl??” diye kekelemeye başladı.

Kısa saçlı kız ilerledi, gelip tam Min Woo’nun yanındaki boş koltuğa oturdu. Kameralara dönüp gülümsedi:

“Merhaba… İlişkimizi bu biçimde öğrenmiş olmanızdan dolayı hepinizden özür dileriz, sevgili Kore halkı… Ancak biz nasıl tepki alacağımızı bilemediğimiz için bir süredir ilişkimizi gizli bir biçimde yürütüyorduk…”

Min Woo birden kafasını eğdiği yerden şimşek gibi kaldırdı ve konuşan kişinin yüzüne dehşetle baktı:

Hyo Rim!

Hyo Rim’se bakışlarını ona çevirmiş, tatlılıkla gülümsüyordu. Genç kızın başında kısa saçlı bir peruk vardı. Üzerinde ise Ji Han’ın ceketi ve pantolonu! Genç kız sevimli bir ifadeyle tekrar kameralara döndü:

“Kamuya açık alanlarda paparazzilere yakalanmamak için benim böyle erkek kılığında dolaştığım olmuştur… Ne komik ve çocukça, değil mi?” Hyo Rim şeker bir biçimde güldü ve devam etti: “Sizleri yanılttığımız için özür diliyoruz, ve bizi bağışlayacağınızı umuyoruz… Değil mi Min Woo-şi?”

Min Woo o kadar şaşırmıştı ki beyni boşalmıştı adeta. Şaşkınca başını sallamakla yetindi.

Jun Pyo ise bu gelişen olay karşısında şaşırmış, bozguna uğramıştı. Orta yaşlı adam can havliyle atıldı:

“Ama… ama elimizde bazı görüntüler var! Ve bu görüntülerdeki kişi…” Aynı anda görüntüler ekrana geldi. Jun Pyo’nun lafı boğazında kaldı. Hyo Rim’in üzerindeki kıyafet ve saç şekli görüntülerdeki kişiyle aynıydı. Hyo Rim tatlılıkla:

“Evet bu görüntülerdeki benim,” diye itiraf etti, “Bakın dikkat ederseniz görüntülerdeki kişi ben boylarda, benimle aynı kiloda…”

Jun Pyo aptala dönmüştü. “Ama… ama bu bir erkek…” diyecek oldu, ama Hyo Rim bir kahkaha atıp onun sözünü kesti:

“Erkek mi?! Yapmayın Allahaşkına! Kıyafetimin neden böyle olduğunu açıkladım zaten, ama bu kıyafet içerisinde bile feminen hatlarım belli oluyor olmalı…” Muzip bir tavırla ekledi: “Yok eğer belli olmuyor diyorsanız bana erkeksi dediğiniz için alınmaya başlayacağım!”

Jun Pyo artık düelloyu kaybettiğini kabullendi, mecburen alttan almaya başladı: “Aman efendim, sizin gibi bir hanımefendiye asla kabalık etmek istemem…” Ve kameralara dönüp zoraki bir biçimde gülümsedi: “Evet sayın seyirciler, işte ünlü yıldız Cha Min Woo ve Wang Hyo Rim, az önce canlı yayında yeniden alevlenen aşklarını itiraf ettiler! Şimdi kendilerine biraz daha ayrıntılı sorular soralım; aşkınız ne zaman tekrar alevlendi?”

Hyo Rim yine tatlı tatlı cevap verirken Min Woo da artık kendini toparlamıştı. Olaylar bu boyuta geldikten sonra inkar etmenin yararı olmadığı belliydi. O yüzden asık yüzle de olsa genç kıza destek veren yanıtlarla eşlik etti.

Aynı anda Ji Ah ise yayını kulisin bir köşesinden seyrediyordu. Genç kızın kalbi kuş gibi çırpınıyordu: Ucuz atlatmışlardı! Min Woo’nun başı az daha kendisi yüzünden belaya giriyordu!

Ji Ah kamera karşısında tüm sakinliği ve neşesi ile sorulara cevap veren Hyo Rim’i izledikçe genç kıza karşı hayranlıkla karışık bir saygı duymadan edemiyordu: Bundan dakikalar önce Hyo Rim gözlerinden ateş saçarak kendisinin bekletildiği stüdyonun arka tarafına dalmıştı. Öfkeyle:

“Sen ne halt ediyorsun?!” diye bağırmıştı kendisine. “Min Woo’nun kariyeri mahvolacak, haberin var mı?!”

Ve Ji Ah’nın neler olduğunu bile anlamasına fırsat bırakmadan: “Çıkar! Çabuk pantolonunla ceketini çıkar!” diye bağırmıştı. Hatta şaşkın Ji Ah’nın kıpırdayamadığını görünce kızın düğmelerini kendi açmaya başlamıştı! Ji Ah ve Hyo Rim kıyafetlerini çabucak değişiverdiler; Hyo Rim nerden bulduysa getirdiği kısa saçlı bir peruğu da başına taktı ve Ji Ah’ya bir defa daha:

“Şimdi kaybol!” diye tısladı, “Ve dua etmeye başla: Çünkü eğer bu işi toparlayamazsam Min Woo’nunkinin yanında benim kariyerim de yanacak!”

Ji Ah korkuyla yutkundu ve başını salladı. Genç kız kulisin bir köşesindeki kıyafet askılarının arkasına henüz geçip saklanmıştı ki kapıda kendisini bu stüdyoya alan görevli kız belirdi ve Hyo Rim’e:

“Birkaç saniye sonra sizi yayına alacağız, lütfen içeri girmek üzere hazır olun…” diye bildirdi. Hyo Rim elini başına götürüp başını hafifçe eğerek yüzünü sakladı ve “hıhı…” diye onayladı. Ve böylece, görevli kızın ruhu bile duymadan sevgili değişimi başarıyla tamamlanmış oldu.

Bundan yaklaşık yarım saat sonra program bitmiş, Min Woo ve Hyo Rim kulise geçmişlerdi. Asistan kız: “Birazdan size yeşil çay ve meyve getireceğim efendim,” deyip kapıyı çekip çıkmıştı. Min Woo kuliste yalnız kaldıklarını görünce yarım saattir yüzüne yapışmış olan zoraki gülümsemeyi bir kenara fırlattı ve derin bir nefes verdi. Hemen ardından da kaşlarını çatıp Hyo Rim’e döndü:

“Bunu neden yaptın?”

“Teşekküre hiç gerek yok canım, kariyerini kurtarmamın ne önemi var ki? Her zaman yaptığım şey,” dedi Hyo Rim alaycı bir sesle. Genç kız bir yandan da başındaki peruğu çıkarmış, yüzünü siliyordu. Min Woo ona öfkeyle baktı:

“Ben senden böyle bir iyilik istedim mi sanki?! Ne diye işime burnunu sokuyorsun ki?”

Bunun üzerine Hyo Rim de öfkeyle yumruklarını sıktı ve yüzünü Min Woo’ya çevirdi. Şimdi iki eski sevgili birbirlerinin gözlerinin içine çakmak çakmak olmuş gözlerle bakıyorlardı. Hyo Rim:

“Sen salağın tekisin!” diye patladı, “Az önce nasıl bir embesillik yaptığının farkında bile değilsin, öyle değil mi? Az daha bütün ülkenin dalga konusu oluyordun be gerzek herif!”

“Ben bu riski almıştım! Üstelik şimdi senin yalanların yüzünden daha pis bir durumda kalacağım: Ji Han’ı artık uzun bir süre halka sevgilim olarak tanıtamayacağım!” Min Woo üzüntüyle dudaklarını sarkıttı. Hyo Rim’se onun yüzüne acıyarak baktı:

“Sorun o değil… Sorun senin salak gibi canlı yayında gay olduğunu söyleyecek olman! Tanrıaşkına Min Woo, Amerika’da bile aktörler gay olduklarını böyle pat diye söylemeden önce tepkilerden çekinir, kılı kırk yararak hareket ederler. Sense… nerde ne konuşacağını bilmeyen bir çocuk gibisin!”

“Şimdi söylemedim de ne değişti sanki? Günün birinde bu durum ortaya çıkmayacak mı? Üstelik bu defa halkın tepkisi belki daha ağır olacak…” Min Woo dişlerini gıcırdattı: “Her şeyi berbat ettin!”

Hyo Rim’in ağzı hayretle açıldı: Şu nanköre bak be! Genç kız öfkeyle yumruklarını sıktı ve Min Woo’nun tam yüzünün önünde salladı:

“Sen!… Sen var ya! Gerizekâlının önde gidenisin! Aptal! Bir gay’im diye tutturmuşsun, ama dünyadan haberin yok! Senin o şoförün var ya, işte o-”

Hyo Rim birdenbire durdu. Az daha ağzından Ji Ah’nın kız olduğunu kaçırıyordu. Ama bunu yapan kendisi olmamalıydı; Min Woo’nun bu durumu Ji Ah’nın itirafı ile öğrenmesi gerekiyordu. Genç kız, adamın bunu öğrendiği anda yaşayacağı şoku ve Ji Ah’ya duyacağı nefretin büyüklüğünü düşünüp haince gülümsedi. Sonra alayla:

“Her neyse, bundan sonra bir süre daha sevgili rolü yapmamız gerekeceği için ortalardan fazla kaybolma Min Woo,” dedi. “Yakında görüşürüz, hadi çaaavvv!”

Ve hızlı adımlarla yürüyüp kulisten çıktı gitti. Min Woo ise onun arkasından dişlerini gıcırdattı: Az önce canlı yayında olanlar umrunda değildi. Hyo Rim’le sevgili rolü yapmaya hiç tahammülü yoktu! Hatta uzun bir süre onun yüzünü bile görmek istemiyordu!

Bir an düşündü, sonra telefonunu çıkarıp bir numarayı tuşladı: “Alo? Yangji Kayak merkezi mi?”

*****************************************************

Jaejoong & Yoochun – Colors (Melody and Harmony)

“İşte geldik Ji Han!” Min Woo arabadan çıkıp neşeyle tam karşısındaki beyaz zirvelere baktı. Genç adamın üzerinde kalın bir mont ve kayak pantolonu, başında ise beresi ve kayak gözlüğü vardı. Soo Hyun ve Hyo Rim de dahil tüm ekibi atlatıp iki günlüğüne Ji Han’la baş başa kayak tatili yapmaya gelmişlerdi. Min Woo bunu akıl edebildiği için kendisiyle gurur duyuyordu.

Ji Ah ise arabadan çıkınca etrafına hayranlıkla baktı. Burası Seul yakınlarındaki en güzel kayak merkeziydi. Şu anda önünde oldukları otelse genç kızın rüyalarında bile hayal edemeyeceği lükse sahip, yalnızca çok zengin turistlerin kalabildiği bir mekandı. Ji Ah daha önce üniversitedeyken bir-iki kez kayak gezilerine katılmış olsa da böyle bir yerde hiç kalmamıştı.

“Hadi içeri geçelim!” dedi Min Woo neşeyle ve ikili içeri girip otelin resepsiyonuna doğru ilerlediler. Onları gören görevli abartılı bir saygıyla eğilmeye başladı:

“Aman efendim, hoşgeldiniz! Mega starımız Min Woo-şi’yi otelimizde görmek ne kadar mutluluk verici! Bugün gerçekten şanslı günümüzdeyiz!”

“Sağol canım sağol,” dedi Min Woo umursamazca elini sallayarak. “Bavullarımız arabanın arkasında, onları alması için birini gönderebilir misin lütfen?”

“Elbette efendim, derhal!” dedi resepsiyonist ve etraftan bekleyen komilerden birine işaret çaktı. Genç çocuk şimşek gibi fırlarken resepsiyonist yüzünde yalaka bir gülümsemeyle Min Woo’nun kulağına eğildi:

“Her ne kadar siz bununla ilgili bir istekte bulunmasanız da, ben sevgilinizle odalarınızı yan yana hazırlattım… Sizinki elbette kral süiti; hanfendininki ise yine aynı kalitede…”

Min Woo şaşkınca ona baktı: “Efendim? Nasıl yani?” Genç yıldız şaşkınlık içinde Ji Han için ayrı bir oda ayırtıp ayırtmadığını düşünmeye başladı; şoför olduğu için onun kendisi ile kaldığını kimse fark etmez diye düşünüp oda ayırtmadığını zannediyordu… Sonra birden başka bir şey fark etti: “Hanfendi mi dediniz?”

Aynı anda az ileride:

“Merhaba sevgilim!” diye bir ses çınladı. Min Woo arkasını dönüp baktığında hayret ve öfkeyle irkildi: Hyo Rim’di bu!

Hyo Rim kırıta kırıta geldi, kendilerine neşeyle bakan resepsiyoniste hafif bir baş selamı verip kollarını Min Woo’nun boynuna doladı, onun yanağından öptü:

“Ben de senden yarım saat önce gelmiştim… Odama yerleştim bile! Haydi sen de bir an önce yerleş de yemek yiyelim…”

Min Woo hayretle: “N-nasıl… nasıl yaaa?!” diye bağırdı. Hyo Rim hafifçe kıkırdadı ve onun kulağına eğilip fısıldadı:

“Seni bulamayacağımı mı zannettin küçük aptal? Seyahat acentasına Han Ki Joon ismini verenin sen olduğunu tahmin edemeyecek miydim sanki? Rezervasyonlarında eskiden canlandırdığın rollerin isimlerini kullanma artık, azıcık yaratıcı ol!”

Sonra da gülerek az ileride duran bir başka gence seslendi: “Kang Hyuk-a! Gel canım, Ji Han’a da sen odasını göster!”

Bu kez hem Min Woo’nun hem de Ji Ah’nın açılan gözleri arasında Kang Hyuk elleri cebinde, yüzünde muzip bir gülümseme ile geldi ve ikisinin önünde eğilip reverans yaptı: “Hay hay, emredersiniz Hyo Rim-şi!”

“Sen… sen nerden çıktın be?!” diye bağırdı Min Woo öfkeyle. Hyo Rim:

“Kang Hyuk  benim yeni kâhyam,” dedi alaycı bir gülümsemeyle, “Sen böyle becerikli ve akıllı bir kâhyayı elinden kaçırınca fırsatı değerlendirmeden edemedim… Eee, odamıza çıkmıyor muyuz?”

Min Woo öfkeyle kolunu onun kolundan kurtardı, gidip Ji Ah’nın kolundan tuttu. Hyo Rim ve Kang Hyuk’a öfkeyle baktı:

“Siz ne halt ederseniz edin! Biz kendi odamıza çıkıyoruz!”

Ve etraftan kendilerine çevrilen bakışlara aldırmadan kolundan tuttuğu kızı çekiştirmeye başladı. Hyo Rim ve Kang Hyuk onların uzaklaşmasını ciddi yüzlerle izlediler. Kang Hyuk:

“İlk plan pek işe yaramadı gibi gözüküyor,” dedi. “Şimdi ne yapıyoruz?”

“Sen hiç meraklanma,” diye mırıldandı Hyo Rim. Ve küstahça gülümsedi: “Asıl eğlence yeni başlıyor!”

*****************************************************

“Hayır Ji Han, hayır! Bak, kar sapanını yanlış yapıyorsun, dizlerini o kadar kırmamalısın… Ayrıca her saniye kar sapanı yapıp durma canım, biraz kendini serbest bırak da hızlan! Kayağın bütün zevki hızındadır!”

Ji Ah dişlerinin arasından tısladı: “Bu benim hayatımda ikinci kez kayak yapışım Min Woo! Biraz korkmam normaldir heralde…” Sonra umutsuzca etrafına baktı: “Ayrıca neden profesyonel piste geldik? Aşağıda yeni başlayanlar için daha kolay bir pist vardı ya…”

“Orası dümdüz bir yer, hiç gerek yok… Kayak dediğin kayarken öğrenilir, aynen yüzmek gibi,” dedi Min Woo hiç aldırmadan. “Hadi hadi, kendini biraz rahat bırak da kaymaya başla!”

Ama Ji Ah’nın dizlerini düzeltmesi ile hızlanıp çığlıklar arasında yere kapaklanması bir oldu! Genç kız yüzünü gömüldüğü kar yığınından kaldırırken öfkeyle: “Kendimi rahat bırakayım öyle mi… Yeri yalamak için mi?” diye mırıldandı. Ve gözlerini kırpıştırarak kirpiklerindeki kar topaklarından kurtulmaya çabaladı…

İki genç nerdeyse bir saattir kayak pistindeydiler: Min Woo odaya yerleşir yerleşmez heyecanla kayak kıyafetlerini üzerine geçirmiş, Ji Ah’yı da zorla sürükleyip kayak yapmak üzere odadan çıkarmıştı. (Daha doğrusu, önce odadaki jakuzide keyif yapmaları için Ji Ah’nın ağzını yoklamış, ama Ji Ah bunun çıplaklık anlamına geleceğini fark edip topukları poposuna vura vura kaçınca Min Woo da iç çekip “ah utangaç sevgilim ah… küçükken seni hamama da mı götürmediler bilmem ki?!…” diye mırıldanarak jakuzi keyfini kayak dönüşüne bırakmıştı…) Şimdi bir saattir zavallı Ji Ah, Min Woo’nun yanında kayak yapmaya çalışarak debelenip duruyordu. Aslında Min Woo sabırlı bir öğretmendi, ama pek iyi öğrettiği söylenemezdi: Ji Ah tam on üçüncü kez düştüğü yerden kalkıp ağzına dolan karları tükürürken:

“Benden pes!” dedi. “Min Woo, nolursun, bak sana yalvarıyorum, sen git güzel güzel kay… Ben seni otelin lobisinde sıcak çikolata içerek beklerim. Olmaz mı, ha?”

“Olmaazzz!” dedi Min Woo kesin bir biçimde. “Neden böyle baştan pes ediyorsun yahu, biraz keyfini çıkarmaya çalışsana… Tamam, senden benim kadar harika kayak yapmanı beklemiyorum; ama azıcık gayret göstersen…”

Aynı anda yukarıdan:

“Çekilin yoldaaaaaaannnn!” diye bir ses geldi, ve kayaklar üzerinde zorlukla durabilen Ji Ah, kendi üzerine doğru hızla gelen bir başka kayakçıyla birlikte yere devrildi! Zavallı kız çığlık atmaya bile fırsat bulamamıştı. Düştüğü yerden yine kar tükürerek kalkarken kendisine çarpan kişi onun yanıbaşında düştüğü yerde kahkahalarla gülmeye başladı. Yüzündeki gözlüğü başının üstüne çıkarıp gülmeye başlayan bu adam, Kang Hyuk’tu:

“Oh, afedersin Ji Han-a!” diye sırıttı genç adam. “Bilirsin, kayak yapmada ben de en az senin kadar acemiyimdir… Bir yerine bir şey olmadı, di mi?”

Kang Hyuk ayağa kalkıp Ji Ah’ya da kalkması için elini uzattı. Ancak bu arada Min Woo öfkeyle gelip ikisinin arasına girmiş, Kang Hyuk’un uzattığı eli sertçe itip kızı kendisi kaldırmıştı bile. Genç yıldız eski kahyasına ters ters baktı:

“Sen gene nerden çıktın be?? Burda bile rahat yok mu sizden?!”

Aynı anda kıvrak bir hareketle tepeden inip hemen yanlarında karları püskürterek duran bir başka kayakçı da yüzündeki kaskı çıkardı: Hyo Rim’di bu. Genç kız küstahça gülümseyip Kang Hyuk’a döndü:

“Kang Hyuk-a, Min Woo-şi ve asistanını rahat bırak istersen… Gel biz aşağıda sıcak birer kahve içelim…”

Kang Hyuk yakışıklı yüzünü daha da yakışıklı hale getiren bir gülümsemeyle kıza baktı: “Nasıl emrederseniz Hyo Rim-şi…” Ve kendisine elini uzatmış olan Hyo Rim’in eline tutunarak yavaşça kaymaya başladı. İkisi gülüşerek uzaklaşırken Min Woo ve Ji Ah onları bozum olmuş ifadelerle izlediler.

“Bu neydi şimdi be?” diye mırıldandı Min Woo. Ji Ah ise somurttu:

“Bu ne biçim kahyalık be?? Hem ayrıca Kang Hyuk neden Hyo Rim’le birlikte çalışsın ki?! Çok saçma!” Genç kız sinirle: “Beni böyle kıskandırmaya mı çalışıyor, nedir… Pöfff, ne salakça bir plan!” diye düşündü.

Ama açıklayamadığı bir biçimde keyfi kaçmıştı. Zorlukla ayağa kalktı ve Min Woo’ya döndü:

“Min Woo, ben düşmekten gerçekten çok yoruldum… Ve kayak yapmaktan hiç zevk almıyorum… O yüzden sen keyfince kaymaya devam et, ben aşağıda seni bekleyeyim, ne olursun…”

Min Woo kendisine acıklı gözlerle bakan kıza daha fazla kıyamadı ve isteksizce de olsa: “Peki…” dedi. “O zaman gel birlikte yavaş yavaş aşağı inelim… Sonra ben teleferiğe binip kaymaya geri dönerim, sense kafede oturup beni beklersin…”

Heartstrings OST – The day we fall in love

Böylece ikili pistin en aşağısına kadar indiler. Min Woo yeniden teleferiğe binip profesyonel piste doğru yola çıkarken Ji Ah da yorgun adımlarla kafe ve restoranların olduğu kulübenin yolunu tuttu. Fakat genç kız henüz içeri girememişti ki kulübenin hemen ilerisindeki başlangıç pistinde el ele kaymaya çalışan iki kişiye gözü takıldı: Hyo Rim, neşeyle gülerek elinden tuttuğu Kang Hyuk’u hızlandırarak kayıyor, Kang Hyuk’sa düşmeden ona eşlik etmeye çabalıyordu. İkisi de çok eğleniyor gibi görünüyorlardı. Ji Ah birdenbire öfkeyle yumruklarını sıktı! Kang Hyuk’un Hyo Rim’in yanında yer alarak ona inat yaptığı o kadar belliydi ki! Genç kız bir an durakladı, sonra kafeye girmekten vazgeçip kararlı adımlarla acemiler pistine doğru yöneldi.

Onun yaklaştığını ilk gören Hyo Rim oldu. Genç kız gözleri parıldayarak:

“Kang Hyuk, saat üç yönünde açıklanamayan bir cisim bize doğru yaklaşıyor,” diye sırıttı. “Planımız işe yaramış galiba, seninki fena halde kıskanmış gibi görünüyor..”

Kang Hyuk kalbinin hafifçe hopladığını hissetti. Ama yüzündeki ifadeyi bozmadı, Ji Ah’dan tarafa bakmadan Hyo Rim’i kendine doğru biraz daha çekti. Hyo Rim şaşkınca ona baktı:

“Hey, ne yapıyorsun?”

kıyafetlere aldırmayınız :D

kıyafetlere aldırmayınız 😀

“Hişşşt, lütfen güven bana,” dedi Kang Hyuk ve kızın belinden tutup vücudunu ona yasladı. Hyo Rim bir an şaşkın ve huzursuzca yutkundu. Ama başka bir şey demedi ve kendisine arkasından sarılmış durumda olan Kang Hyuk’la birlikte yavaşça kaymaya devam etti.

Ji Ah’ysa ikisinin yanına geldiğinde dişlerinin arasından: “Oha… Bir odaya çıkaydınız bari…” diye mırıldandı. İlk başta Kang Hyuk’un kendisini kıskandırmak istediğini düşünmüştü, ama şimdi bundan çok emin değildi: Bu iş sadece kıskandırma amaçlı olsaydı, bu ikisi kendisinin burda olmadığını düşündükleri halde neden böyle yakınlaşma ihtiyacı duysunlardı ki? Ji Ah kafası karışmış, kızgın ve kırgın bir biçimde sesli sesli öksürdü:

“Öhöm… Öhhö öhö!”

Kang Hyuk bunun üzerine Hyo Rim’i kavrayan ellerinden birini gevşetti ve şaşkın bir ifadeyle arkasına baktı. Ji Ah’yla göz göze gelince de hafifçe gülümsedi:

“Ooo! Bakıyorum düşüp durmaktan sıkılıp sen de acemiler pistine gelmişsin! Akıllıca bir karar dostum!”

“Seninle biraz konuşabilir miyiz?” dedi Ji Ah sert bir tonla. Hâlâ Kang Hyuk’un elini tutan Hyo Rim’e bakıp tıslar gibi ekledi: “Mümkünse özel…”

Hyo Rim hiç alınmamıştı, tatlı bir ifadeyle: “Siz takılın, ben zaten zor pistlerden birinde kaymayı düşünüyordum, hadi çaaav!” deyip yanlarından uzaklaştı. Şimdi iki eski dost baş başa kalmışlardı. Ji Ah ters ters baktı arkadaşına:

“Sen ne halt ediyorsun?! Sakın Min Woo’yla ikimizin arasını bozmak için Hyo Rim cadısıyla işbirliği yaptığını söyleme bana!”

“Pofff, amma yazdın haa! Çok sağlam bir hayalgücün var gerçekten…” diye güldü Kang Hyuk. Sonra hafifçe omuz silkti: “Hyo Rim-şi’yle tesadüfen tanıştık… Sonra o beni Min Woo’nun yanında çalıştığım zamanlardan hatırladı, iş teklif etti. Ben de kabul ettim. İşte hepsi bu…”

“Az önceki hallerinize bakılırsa hepsi bu gibi görünmüyor,” diye mırıldandı Ji Ah. Sonra ters ters süzdü çocuğu: “Bana bak, Hyo Rim’in saçma sapan planlarına falan dahil olmadın değil mi?”

“Ne gibi?” dedi Kang Hyuk masumca.

“Ne gibi olacak, Hyo Rim bal gibi de Min Woo için buraya geldi! Bunu anlamak için süper zeki olmaya gerek yok! Sen de ona yardım etmeye çalışıyorsun!”

“Hyo Rim-şi mecburen buraya geldi, dün stüdyoda olanlardan sonra Min Woo’yla sevgili rolü yapmaları her zamankinden daha kritik,” dedi Kang Hyuk sabırla. “Yoksa onun da Min Woo’ya bayıldığı falan yok, aksine o şımarığa çok sinir oluyor, bana aynen böyle anlattı… Şu dizi bir bitsin, Mikronezya’da uzun bir tatile çıkacakmış… Hatta ben de onunla gideceğim, oraları hiç görmedim.”

Kang Hyuk neşeyle sırıttı. Ji Ah birden feci halde bozulduğunu hissetti, bu çocuk daha üç gün önce karşısına geçip acıklı gözlerle “Ben her şeye katlanırım, ama senin incinmene dayanamam Ji Ah…” diyen adam mıydı yani?! Şimdi durduk yerde bu umarsız haller de neydi böyle?!

Tam da o anda hemen arkalarında bir ses:

“Kang Hyuk-a! Nasılsın adamım??” diye neşeyle çınladı.

Kang Hyuk ve Ji Ah dönüp baktıklarında çok güzel bir kızla yakışıklı bir çocuğun neşeyle kayarak yanlarına geldiklerini gördüler. Kang Hyuk’un yüzü sevinçle aydınlandı:

kwang tae - bo ra

kwang tae – bo ra

“Kwang Tae! Bo Ra! Sizi burda görmek ne güzel!”

“Asıl seni görmek çok güzel, en son dergi çekimlerinde görüşmüştük değil mi? Uzun zaman oldu…” diye sırıttı Kwang Tae ve arkadaşına sarılıp omzunu patpatladı. Sonra çocuğun yanındaki kızı fark etti: “Aaa, Ji Ah’ydı değil mi? Bir defasında tanışmıştık…”

“Evet, merhaba,” dedi Ji Ah donuk bir sesle. Kwang Tae’nin Kang Hyuk’un üniversiteden arkadaşı olduğunu biliyordu ama az önceki somurtuk halinden kurtulamamıştı, üstelik Kwang Tae’yle birlikte gelen güzel kızın abartılı bir neşeyle Kang Hyuk’a sarılıp öpmesi de gözünden kaçmamıştı. “Kıza bak be, Kang Hyuk’a asılacağına yanındaki yakışıklı çocuğu öpsene sen, uyuz!” diye geçirdi içinden. “Hyo Rim bir, bu iki: Sizi bana sayıyla mı verdiler ulan?”

“Demek siz de kayağa geldiniz,” dedi Kang Hyuk neşeyle, “Ee, hangi otelde kalıyorsunuz?” Kwang Tae karşı tepeyi işaret etti: “Bizim otel biraz uzakta… Bütçemize uygun olsun deyince küçük otellerden birine kaldık… Ya siz?”

Kang Hyuk muzip bir ifadeyle kayak pistinin hemen dibindeki lüks oteli işaret edince Kwang tae sırıtarak onun omzunu yumrukladı: “Vaaay, köftehora bak sen! Piyango mu çıktı dostum??”

“Onun gibi bir şey,” diye sırıttı Kang Hyuk. Bo Ra gülerek: “O zaman bize de birer akşam yemeği ısmarlarsın, değil mi?” deyip çapkınca Kang Hyuk’un koluna girdi.

Ji Ah birden öfkesini daha fazla içinde taşıyamayacağını hissetti: Kang Hyuk’un sebepsiz neşesi mi, “piyango çıktı gibi bir şey” deyişi mi, yoksa Bo Ra’nın bu son hareketi mi bardağı taşıran son damla olmuştu bilmiyordu ama burada daha fazla kalamayacaktı! Ani bir hareketle arkasını döndü, hızlı hızlı yürümeye başladı. Kang Hyuk’sa onun uzaklaştığını görünce:

“Hey! Dur, bekle Ji Ah!” diye bağırdı. Şaşkın şaşkın neler olduğunu çözmeye çabalayan Kwang Tae ve Bo Ra’ya döndü ve: “Kusura bakmayın millet, ben sizi sonra bulurum, tamam mı? Hadi eyvallah!” deyip kayakları çıkarıp eline alarak Ji Ah’nın peşinden koşturdu.

Ji Ah burnundan soluyarak hızlı hızlı otele doğru yürürken Kang Hyuk arkadan yetişmiş, onun önünü kesmeyi başarmıştı. Kızın omuzlarından tutup onu kendi gözlerinin içine bakmaya zorladı.

“Ji Ah! Neyin var?? Neden bu kadar kızdığını söyler misin lütfen??”

Big bang – Monster

Ji Ah’nın gözleri dolmuştu. Ama genç kız bu ani öfkenin nedenini kendisi de bir türlü açıklayamıyordu: Nedense yıllar öncesinde kaldığını zannettiği tüm hayalkırıklıkları, acılar ve kırgınlıklar birdenbire su yüzüne çıkmış gibiydi. Ji Ah içinden: “Sen Min Woo’yla berabersin! Kang Hyuk’a kızmaya hiç hakkın yok!” diye öfkelendi kendine. Ama sonra: “Ben o yüzden kızmıyorum ki! Gitsin istediği kızla birlikte olsun! Yalnızca… Hyo Rim’le değil!” diye cevap verdi kendi iç sesine. “Hyo Rim’in hâlâ Min Woo’ya karşı duyguları olduğu öyle açık ki! Yoksa neden kendi kariyerini de tehlikeye atıp canlı yayına çıksın?? Şimdi de Kang Hyuk’u kullanıyor, Kang Hyuk gerzeği ise buna alet oluyor, işte olan biten bu!”

Genç kız öfkeyle dişlerini sıktı. Ve hâlâ kendisinden bir cevap bekleyen Kang Hyuk’a dikti gözlerini:

“Sen benden intikam almaya çalışıyorsun!” diye tısladı. “Hyo Rim’le birlikte olman o yüzden! Sen hainin önde gidenisin!”

Kang Hyuk birden midesine bir yumruk yemiş gibi oldu. Ji Ah’nın omuzlarını tutan elleri gevşedi. Zorlukla: “Sen… aslında bu söylediklerini kast etmiyorsun, öyle değil mi?” diye fısıldadı…

“Bal gibi de onu kast ediyorum!” diye bağırdı Ji Ah. “Senin duygularına karşılık vermeyip Min Woo’yla çıkmaya başladım diye benden intikam almaya çalışıyorsun! Arkadaşım falan değil, hainin tekisin sen! Senden nefret ediyorum!”

Birden dünya durdu sanki… Ji Ah’nın son sözleri havada asılı kaldı. Ji Ah ve Kang Hyuk şok içinde bakıştılar. Ji Ah söylediklerine, Kang Hyuk duyduklarına inanamaz halde bakıştılar.

Ji Ah birdenbire dudaklarını ısırdı. “Hainin tekisin sen! Senden nefret ediyorum!…” Bu sözleri, sevgili dostu, biricik Kang Hyuk’a nasıl söylemişti?? Nasıl çıkabilmişti o sözcükler dudaklarından??

Kang Hyuk’unsa yüzü allak bullaktı. Genç adam birkaç saniye nefes bile alamadan karşısındaki kıza baktı, sonra birdenbire arkasını döndü, hızlı adımlarla yürümeye başladı. Ji Ah: “Dur…” diyecek oldu, ama o tek kelime bir türlü çıkmadı boğazından. Genç kız içinde giderek büyüyen vicdan azabıyla kıvranarak ilerideki teleferiklerden birine rastgele binen ve dağın zirvesine doğru uzaklaşan Kang Hyuk’u izledi. Hiç kıpırdayamadan, öylece izledi onu. Sonra, ayaklarını sürüye sürüye döndü, pistin dibindeki kafeden içeri girdi…

Bundan sonraki bir saat, Ji Ah için azap dolu geçti: Genç kız az önceki konuşmayı bozuk plak gibi tekrar tekrar zihninde döndürüyordu. Gözlerinin önünden Kang Hyuk’un kendisine şok içinde bakakalan gözleri, ve hızla arkasını dönüp gidişi bir türlü gitmiyordu… Üstelik Ji Ah kafenin pisti gören pencerelerinden birine tüneyip dikkatle inenleri izlemesine rağmen tam bir saattir Kang Hyuk ortalarda yoktu. Genç kız korku içinde fark etmişti ki, Kang Hyuk’un körlemesine bindiği teleferik, kayak merkezinin en zor ve dik pistlerinden biri olan D pistine giden teleferikti!

İşleri daha da kötüleştirircesine, sabahtan günlük güneşlik olan hava da birdenbire bozmuş, ağır bir kar yağışı başlamıştı. Şimdi dışarıda nerdeyse kimse kalmamıştı, en iyi kayakçılar bile birer birer kaymayı bırakıyor, otellerine dönüyorlardı. Ji Ah en sonunda dayanamadı, dışarı çıkıp kayarak inen herkese teker teker bakarak Kang Hyuk’u aramaya başladı. Ama yoktu, kahretsin ki yoktu! Ji Ah’nın içindeki panik giderek büyürken birden Kwang Tae ve yanındaki kıza rastladı. Cansimidi bulmuş gibi çocuğun yakasına yapıştı Ji Ah:

“Kwang Tae-şi! Kang Hyuk’u gördün mü??”

“Yoo, en son ikinizle konuştuğumdan beri hiç görmedim,” dedi Kwang Tae şaşkınlıkla. Yanındaki Bo Ra’ya döndü: “Sen gördün mü Bo Ra-ya?” Kız da: “Yooo, ben de bilmiyorum,” dedi şaşkın şaşkın. Sonra az ilerideki güvenlik görevlilerini işaret etti: “İsterseniz güvenliğe bir sorun… Eğer yukarıda başına bir kaza gelen ya da mahsur kalan birileri olursa onlar haberdar oluyorlar…”

Bunun üzerine Ji Ah hemen ilk yardımcıların yanına koşturdu. Ama onlar da hiçbir kaza haberi almamışlardı. Yine de Ji Ah’nın içindeki sıkıntı azalacağı yerde artıyordu. Kang Hyuk’un iyi bir kayakçı olmadığını çok iyi biliyordu Ji Ah, besbelli bir şeyler olmuştu, yoksa çocuk neden bu saate kadar inmemiş olsundu ki?! Genç kız dudaklarını ısırarak kaygıyla düşündü: Hyo Rim ve Min Woo da ortalarda görünmüyordu; en iyisi kar yağışı daha fazla artmadan yukarıdaki piste kendisinin çıkıp Kang Hyuk’u araması olacaktı.

Ji Ah yaklaşık bir saat önce Kang Hyuk’un binip uzaklaştığı teleferiğe otururken başındaki görevli:

“Yalnız bu pist çok zor ve dik bir pisttir, üstelik kar yağışı da arttı… Çok iyi bir kayakçı değilseniz yukarı çıkmanızı tavsiye etmem,” dedi ona.

Ji Ah bir an durakladı, ama sonra kararlılıkla başını salladı: “Kabini hareket ettirin lütfen…”

Böylece genç kız Kang Hyuk’u aramak üzere yukarı çıkarken aynı sıralarda Min Woo da kaymayı bırakmış, ıslak, yorgun, ama kendinden memnun bir biçimde aşağıdaki kafeye girip Ji Ah’yı aramaya başlamıştı. Tıklım tıklım olan kafede arada bir hayranları tarafından yolu kesilerek on dakika boyunca kızı bulmaya uğraştı. Ama Ji Ah yoktu. Min Woo şaşkınca dudak büktü: “Acaba odaya mı gitti?” Ve hemen yakındaki otel odasına doğru yollandı.

Ji Ah ise yukarı çıktığında kar yağışı iyice hızlanmıştı. Hatta nerdeyse göz gözü görmüyordu. Ji Ah’nın dışında zirvede tek tük birkaç kayakçı vardı, onlar da son kayışlarını yapmaya hazırlanıyorlardı. Genç kız bu usta kayakçılar yanından rüzgar gibi geçip kendisini zirvede tek başına bırakırken, aşağı doğru nerdeyse 90 derecelik açıyla inen korkunç piste ürpererek baktı. Sonra, sürekli kar sapanı yapa yapa çok yavaş bir biçimde aşağı doğru inmeye başladı. Bir yandan da ara ara: “Kang Hyuk! Kang Hyuk-aaa! Nerdesiiiiinn???” diye bağırıyordu.

Birden, az ötede, pistin kenarındaki bir çam ağacının dallarına takılmış siyah bir cisim ilişti gözüne ve Ji Ah’nın nefesi kesildi: Bu… Kang Hyuk’un atkısı değil miydi?!

Heyecan ve korkuyla o tarafa doğru yöneldi. Ağacın birkaç metre yakınına geldiğinde artık şüphesi kalmamıştı; bu gerçekten de Kang Hyuk’un atkısıydı! Atkının takıldığı dalların arasından görünen ve oldukça dik olan açıklığa kaygı ile baktı: Kang Hyuk bu açıklıktan düşmüş olmalıydı! Ji Ah acıyla mırıldandı: “AMAN TANRIM!” Ve panik içinde aşağıyı taramaya başladı; Kang Hyuk’un orda bir yerlerde düşüp kalmış olduğu fikri genç kızı delirtmeye yetiyordu. “Allahım, nolur ona bir şey olmasın! Ben bu acıyla nasıl yaşarım?!” Bir yandan da kararsızlıkla kıvranıyordu: Kang Hyuk’a nasıl yardım edebilirdi? Acaba merkeze inip yardım mı getirmeliydi? Ama sonra: “Çok geç kalmış olabilirim!” diye bir düşünce saplandı beynine. “Kang Hyuk tam bir saattir yok! Aşağıda bir yerlerde düşüp kaldıysa bu soğukta donmak üzere bile olabilir! Onu derhal, şimdi bulmak zorundayım!” Ve genç kız kararlılıkla ana pistten sapan bu açıklığa doğru yöneldi.

Ancak ağaçların arasına adımını henüz atmıştı ki, yeni yağan karla birlikte iyice dengesizleşmiş olan zeminde ayağı kayıverdi! Ji Ah ayağının altından yerin çekildiğini panikle hissederken hafif bir çığlık kopardı. Ve ayaklarında kayakları ile bu fena halde dik ve temizlenmemiş olan yolda ağaçlar arasında savrularak sürüklenmeye başladı! Genç kız bir yandan da korku dolu çığlıklar atıyordu: “İMDAAAT! İMDAAT, KANG HYUK-A! AAAAAAAAHHHHHH-!”

Giderek hızlanan vücudu birden yol üzerindeki bir kayaya çarpıp savruldu. Korunaksız kalan başı da kenardaki ağaç köklerinden birine sertçe vurunca Ji Ah’nın sesi bir anda kesiliverdi: Ayaklarındaki kayaklar fırlamış, genç kız kendinden geçmişti. Aynı anda, başından hafif bir kan sızmaya başladı…

Ve Ji Ah, üzerini örtercesine lapa lapa yağan karın altında tamamen savunmasız bir biçimde baygın halde kalakaldı…

*****************************************************

Rooftop Prince  OST – Empty

Min Woo Ji Ah’nın otelde de olmadığını görüp kayak pistine geri döndüğünde kar yağışı iyice hızlanmıştı. Artık tüm kayakçılar pisti çoktan terk etmiş, kendilerini sıcak iç mekânlara atma peşindeydiler. Min Woo ne kafede ne de başka yerde Ji Ah’yı bulamayınca kaşlarının ortası endişeyle çatıldı: Bu çocuk nereye gitmiş olabilirdi?!

“Islak sıçanlar gibi olmuşsun! Odana gideceğin yerde ne dolanıyorsun hâlâ?!”

Min Woo arkasını döndüğünde kendisine sırıtarak bakan Hyo Rim’le göz göze geldi. Ama genç adamın kızın alaylarıyla uğraşacak hali yoktu şimdi, ciddi ve sabırsız bir yüzle:

“Ji Han’ı gördün mü?” diye sordu, “Bir buçuk saat önce beni kafede bekleyeceğini söylemişti, ama ne burda ne de otelde değil…”

“Yoo, görmedim,” diye dudak büktü Hyo Rim. Sonra hınzırca gülümsedi: “Belki de Kang Hyuk’ladırlar: İkisinin arasında halletmeleri gereken bazı özel meseleler var gibi görünüyor…”

Min Woo öfkeyle kıza çıkışmaya hazırlanıyordu ki, az ileride, eline kayaklarını almış yürüye yürüye kulübeye yaklaşan Kang Hyuk’u görünce durakladı. Ve Hyo Rim’e cevap bile vermeden rüzgar gibi koşarak Kang Hyuk’un yanına gitti, genç adamın yakasına yapıştı:

“Ji Han’ı gördün mü?? Çabuk cevap ver, çok önemli!”

Kang Hyuk’sa ağır bir melankoli içindeydi aslında. Bir saattir karlar altında yürüyor, bir yandan da umutsuzca düşünüyordu: Ji Ah’nın sözleri içine çok fena oturmuştu. “Sen hainin tekisin! Senden nefret ediyorum!” Genç adamın kulaklarında yankılanıyordu bu sözcükler. Teleferiğe bindikten sonra dağın zirvesine ulaşınca oracıkta bir ağacın altına oturmuş, yağan kara aldırmadan düşünmüş, düşünmüştü… Ji Ah’nın o sözleri söylerken yüzünün aldığı umutsuz ve öfkeli ifade gözlerinin önünden gitmiyordu. Genç adam acıyla fark ediyordu ki, ne yaparsa yapsın, Ji Ah bu sevdadan kendisi vazgeçmedikçe onu Min Woo’dan ayırması işe yaramayacak, aksine en yakın dostu ile arasındaki uçurumu daha da büyütecekti…

Dakikalar sonra nihayet kar yağışı hızlanıp zirvede kendinden başka kimsenin kalmadığını görünce yavaşça yerinden doğrulmuş, kayaklarını eline alıp o dik pistten aşağı yavaş yavaş inmeye başlamıştı. Dağın tepesinden yürüyerek inmekse oldukça meşakkatli bir işti: Kang Hyuk düşmeden dikkatle inmek için pür dikkat konstantre olmuşken boynundaki atkının rüzgarla uçup gittiğini bile çok zaman sonra fark etmişti.

Nihayet yorgun argın aşağı varabildiğinde Min Woo’yu yıldırım gibi başında bitmiş bulunca bir an afalladı. Genç adama hayret dolu gözlerle baktı:

“Ji-Ji Han mı? Ha-hayır, görmedim… Bir buçuk saattir görmedim…”

Min Woo umutsuzluk dolu bir nefes koyverdi ve Kang Hyuk’un yakasını kavrayan elleri gevşedi. Kang Hyuk’sa düşünmeye fırsat bulabilmişti, kaygıyla kaşlarını çattı:

“Ji Han kafede yok mu? Peki ya otele baktınız mı?”

“Elbette baktım!” diye umutsuz ve çaresizce bağırdı Min Woo. “Ah Tanrım, ah Tanrım, nerde bu çocuk??”

Kang Hyuk umutsuzlukla çevreyi araştırdı. Birden gözleri az ötede sıcak bir şeyler içen Kwang Tae ve Bo Ra’ya takıldı. Genç adam koşarak gitti ikilinin yanına:

“Arkadaşlar, Ji Ah’yı bulamıyoruz! Siz onu yakın zamanda hiç gördünüz mü?”

Kwang Tae ve Bo Ra şaşkınca bakıştılar. Kwang Tae:

“Ah, aslına bakarsan evet,” dedi, “O da seni arıyordu… Yaklaşık yarım saat falan önce bize seni görüp görmediğimizi sordu.”

“Çok endişeli görünüyordu, senin başına bir şey geldiğini düşünmüş olabilir,” diye ekledi Bo Ra da. “Hatta yardım ekiplerine yaralı birini bulup bulmadıklarını bile sordu.”

Kang Hyuk korkudan buz kesti: Uzun zaman ortalarda görünmeyince Ji Ah paniklemiş olmalıydı. Ya bu panikle aptalca bir şeye kalkıştıysa?!

“Peki sonra?? Sonra nereye gitti??” dedi adeta feryat edercesine.

Kwang Tae ve Bo Ra bir an bakıştılar. Sonra Kwang Tae nerdeyse suçlu bir tavırla:

“Şey… Galiba D pistine çıktı… Yani en son o taraftaki teleferiğe gidiyordu… Ama emin değiliz…”

“Jİ HAN D PİSTİNE Mİ ÇIKTI?!?!”

Kang Hyuk’un hemen arkasından yaklaşan Min Woo korkutucu bir ifadeyle bağırarak sormuştu bu soruyu. Zavallı Bo Ra korkuyla yutkundu ve kafasını salladı: “Şey… Emin değiliz ama öyle galiba…”

Min Woo’ya ise bu cevap yetmişti. Genç adam şimşek gibi kafeden fırladı. Ardından Kang Hyuk, hemen onun peşindense Hyo Rim çıktı dışarı. Hyo Rim kulübeden çıkar çıkmaz yüzüne hızla çarpan kar fırtınası yüzünden elini önüne siper etmek zorunda kaldı: Hava kendilerinin içeride olduğu on dakika içerisinde iyice bozmuştu! Genç kız endişeyle: “Umarım Ji Ah yukarıda bir yerlerde mahsur kalmamıştır! Yoksa ona bu havada nasıl ulaşırız??” diye düşündü.

Rooftop Prince  OST  Ali Hurt

O sırada Min Woo çoktan görevlilerin yanına varmıştı bile. Heyecandan nefesi kesilerek:

“Kayıp biri var!” diye söze başladı, “D pistine çıkıp geri dönmemiş birisi var! Onu aramaya gitmek zorundayız, hem de derhal!”

Görevliler şaşkınca bakıştılar. İçlerinden biri:

“Kayıp olduğuna emin misiniz?” diye söze başladı, “Genellikle kayıp zannedilen kayakçılar başka bir pistte kayıyor veya otellerine geri dönmüş-“

“APTAL MISINIZ, KAYIP DİYORUM, ÇIKTI VE GERİ İNMEDİ!!!” diye öfkeyle bağırdı Min Woo. Görevlilerin hemen yanındaki kar motosikletine gözü ilişip heyecanla işaret etti: “İşte şuna binip aramaya gitmemiz lâzım! Hem de hemen! Kaybedecek zaman yok!”

“Bir dakika beyefendi, lütfen sakin olun,” dedi diğer görevli. “Önce bir emin olalım: Bahsettiğiniz kayakçıyı yukarıya çıkarken gören var mı?”

Min Woo çıldırmak üzereydi ki hemen arkasından nefes nefese yetişen Kang Hyuk: “Evet, var!” diye cevapladı. “Kendisinin yukarı çıktığına ama inmediğine eminiz! Üzerinde mavi bir kayak takımı var, yaklaşık bir yetmiş boylarında. Derhal onu aramaya gitmeliyiz!”

“Tamam o zaman,” dedi görevli ve elindeki telsizi ağzına yaklaştırdı: “Kayıp kayakçı vakası, tamam. Yukarıda olup inmemiş bir kayakçı var, D pistine ekiplerin gönderilmesi gerekiyor…”

Kang Hyuk ve Min Woo şaşkınca konuşan adama baktılar. Min Woo kekeleyerek:

“A-ama siz hemen çıkmayacak mısınız?! Yani şu önünüzdeki motorla hemen gidemez misiniz, neden başka ekipleri çağırıyorsunuz ki?!”

“Motorun yeterli benzini yok, yedek ekipleri beklemek zorundayız,” diye cevap verdi görevlilerden biri. Kang Hyuk ve Min Woo afallamış halde birbirlerine baktılar. Sonra Kang Hyuk birden bağırmaya başladı:

“Siz ne diyorsunuz be?! YUKARIDA MAHSUR KALMIŞ BİR İNSAN VAR! HAYATI TEHLİKEDE OLABİLİR! NASIL OLUR DA DİĞER EKİPLERİ BEKLEMEYİ DÜŞÜNEBİLİRSİNİZ?!”

“Bu motorla gidersek onunki gibi kendi hayatımızı da riske atmış oluruz!” dedi görevli de sertleşerek. “Yedek ekibi beklemek zorundayız, yoksa onu ararken biz de yukarıda mahsur kalabiliriz!”

Kang Hyuk’unsa aklı almıyordu, olup bitene inanmaz halde:

“Ama bu fırtınada donabilir! Ölebilir! Aman Tanrım, aman tanrım!” Genç adam çaresizlikle dudaklarını ısırdı. Ve tekrar görevliye dönüp yalvarmaya başladı: “Lütfen, size yalvarıyorum, lütfen çıkalım, arayalım onu! Bakın belki de düştü ve bir yerini kırdı…” Görevli ise nuh diyor peygamber demiyordu:

“Olmaz, lütfen ısrar etmeyin-”

Birdenbire “VROMMMM!” diye bir motor sesi adamın sözünü böldü. Adamlar aynı anda dönüp baktıklarında Kang Hyuk’un görevlilerle tartışmasını fırsat bilmiş olan Min Woo’yu kar motorunun üzerinde buldular. Görevlilerden biri:

“DURUN! Siz ne yaptığınızı zannediyorsunuz?!” diyerek ona doğru bir hamle yapacak oldu. Ama Min Woo çoktan motorla birlikte ileri atılmıştı bile. Genç adam gözlerinde vahşi bir ışıkla hızla uzaklaşırken arkaya bakıp bağırdı:

“Siz yedek ekibi bekleyin loser’lar! Ben onu bulunca size haber veririm!”

“BEKLE! Beni de al Min Woo!” diye bağırdı ve ona doğru bir hamle yaptı Kang Hyuk. Güvenlik görevlileri ise bu deli adamı durdurmak istercesine şaşkınca peşinden koşturdular. Ama çok geçti: Min Woo, şaşkın güvenlik görevlilerini ve kendisi de birlikte gelmek için bağıran Kang Hyuk’u arkada bırakarak kar motosikletinin üzerinde zirveye doğru uzaklaştı…

*****************************************************

Min Woo’nun işi gerçekten zordu: Kar fırtınası öylesine artmıştı ki, dağın zirvesinde göz gözü görmüyordu. Genç adam teleferiğin durduğu son noktaya kadar tırmanmıştı. Motoru durdurdu ve tüm gücüyle bağırmaya başladı:

“Jİ HAAAAAAAN!!!! Jİ HAN, NERDESİN?!”

Ve sağa sola bakınarak aşağı doğru inmeye başladı. Sık sık genç kızın adını bağırmaya devam ediyordu. Ama kendisine fırtınanın uğultusundan başka karşılık veren yoktu…

Genç adam yüzüne çarpan soğuk ve ıslak rüzgar altında on dakikadan fazla bağırıp aradı Ji Ah’yı. Artık bağırmaktan boğazı acımaya başlamıştı, soğuktan yüzünü hissetmiyordu. Başka zaman olsa Min Woo bu şartlarda iki dakika bile kalamaz, sızlanıp mızmızlanmaya başlardı; ama şimdi kendi hayatını bile riske atıyor olması umrunda değildi: Genç adam, tüm duyuları ile Ji Ah’yı bulmaya kilitlenmişti.

Min Woo sevgilisinin adını bağırmaya devam ederken birdenbire altındaki motosiklet tekledi, öksürdü, ve bir anda tamamen durdu! Min Woo bir kez daha motoru çalıştırmaya çalıştı, ama sonra pes edip öfkeyle elini alete vurdu: “Kahretsin!” Benzin bitmiş olmalı… Genç adam çaresiz motordan indi. Arayışına yaya olarak devam etmek zorundaydı…

Bu şekilde dik ve buzlu iniş yolunda bir süre daha yürüdü. Fırtınada göz gözü görmese de Min Woo dişini sıkmış, sonsuz beyazlığı delip geçmek ister gibi bakıyordu dört bir yanına. Bir yandan da içinden: “Tanrım lütfen Ji Han’ı bana bağışla… Lütfen ona bir şey olmasın! Lütfen bulayım onu!” diye geçiriyordu. Min Woo bütün ömrünce kendini bu denli çaresiz hissetmemişti.

Birdenbire asıl pistin kenarından inen bir açıklığın en dibinde yere saplanmış bir karaltı fark etti ve gözlerini ovuşturdu: Yanılmamıştı. Ji Han’ın kayaklarından biriydi bu! Çocuk oraya düşmüş olmalıydı!

Min Woo heyecan ve korkudan yüreği çarparak kayağı gördüğü açıklığa doğru kaya kaya inmeye başladı. Yaklaştıkça birden nefesi kesilerek yerdeki tümseği fark etti: Üzeri nerdeyse kardan bembeyaz olmuş bu tümsek, yerde iki büklüm biçimde yatan bir insandı! Ji Han’dı bu! Onu bulmuştu!

Min Woo soğuktan ve korkudan titreyen elleriyle yerde yatan vücudu kendisine doğru çevirdi… Ve gördüğü manzara karşısında boğuk bir çığlık fırladı ağzından:

“Ji Han!…”

Ji Ah’nın gözleri kapalıydı. Genç adam korkudan titreyerek hemen kızı kolları arasına aldı ve yüzünü kendisine doğru yaklaştırdı: Oh, neyse ki hafif de olsa hâlâ nefes alıyordu. Ama başında açık bir yara vardı; bu yaradan epeyce kan sızmış, şimdiyse pıhtılaşmıştı. Min Woo içinden yükselen hıçkırığı zorlukla bastırdı. Sonra aşağıdakilere haber vermesi gerektiğini hatırladı ve cebinden telefonunu çıkardı. Bir anlık kararsızlıktan sonra Hyo Rim’in numarasını tuşladı.

Hyo Rim daha hiç çalmadan açtı telefonunu ve Min Woo’nun “alo” demesine bile kalmadan:

“Min Woo! İyi misin?!” diye bağırdı. “Min Woo cevap ver, çok korktum, iyisin değil mi?!”

“Ben iyiyim,” dedi Min Woo yorgunca. “Ji Han’ı buldum. Ama baygın halde…”

“Oh çok şükür!” diye bağırdı Hyo Rim ve yanındakilere: “Bulmuş! Onu bulmuş!” diye müjde verdi. Sonra tekrar telefona döndü: “Min Woo beni dinle, kurtarma ekipleri aşağı yoldan yola çıktılar, on-on beş dakikaya yanınızda olurlar… Yalnız sen onların görebileceği şekilde bir yerlere çıkmalısın…” Genç kız direktif vermeye devam ederken Min Woo onun söylediği “on-on beş dakika…” kısmına takılmıştı: On beş dakika! Bu soğukta, on beş dakika daha!

Jaejoong – For You It’s Goodbye For Me It’s Waiting

Genç adam kollarının arasında hâlâ baygın yatan Ji Ah’ya kaygı içinde baktı: Kızın dudakları mosmordu, üstelik Min Woo ne yaparsa yapsın onu kendine getirememişti! Çocuk korkuyla:

“Sakın ölme! Sakın, sakın ölme Ji Han! Sensiz ben ne yaparım?!” diye mırıldandı kesik kesik. Sonra şahin gibi gözlerle etrafına bakınmaya başladı: Ji Ah’yı az ileride, ağaçların arasında kalan bir kuytuya çekti. Şu anda oldukları yer biraz çukurda kaldığı için yukarıdaki ağaç dalları onları kar yağışından koruyordu, ama havanın soğuğunu engellemek için hiçbir çare yoktu ne yazık ki…
Min Woo bir yandan baygın Ji Ah’yı kolları arasında tutmaya devam ederken bir yandan da umutsuzca gidebilecekleri bir yer arıyordu. Fakat kahretsin ki karla kaplı bu hiçliğin ortasında sığınacak hiçbir yer yoktu! Genç adam dudaklarını kanatır gibi ısırdı: Ah, Ji Han’ı ısıtmak için hiç değilse bir ateş yakabilseydi…

Bir an durdu, sonra kendisinin üşüyecek olmasına aldırmadan üstündeki montu tek hamlede çıkarıp Ji Ah’ın üzerine örttü. Ve onu ısıtmak ister gibi kızın kollarını ovuşturmaya başladı. Bir yandan da: “Uyan Ji Han! N’olur uyan!… Nolur!…” diye mırıldanıyordu.

Ama yararı yoktu. Min Woo çaresizce başını yumruklamaya başladı: “DÜŞÜN! Düşün Min Woo, düşün, ne yapmalısın, düşün!”

Sonra aklına filmlerde izledikleri geldi: Doğru ya! Ji Han’ı kendi vücut ısısıyla ısıtabilirdi!

Bunu akıl etmiş olmanın sevinciyle kendi üzerindeki süveteri tek hamlede çıkarıverdi. Şimdi yağan karın altında ayaza karşı çıplak göğsü ile duruyordu ama üşümeyi bile akıl edemeyecek kadar korkmuş ve paniklemiş haldeydi. Ji Ah’nın üzerindeki kayak montunun da fermuarını açtı. İçinde yine düğmeli bir başka sweatshirt görünce rahatlayarak bir nefes aldı ve onun düğmelerini de çözdü. Bir yandan da kendi süveterini ve montunu ikisinin üzerine örtmek üzere hazırlanıyordu.

Birden, gözü bir şeye takıldı ve genç adam başını istemsizce Ji Ah’ya doğru çevirdi. Gördüğü şeyi beyni algılayınca gözleri şaşkınlık içinde irileşti.

Ji Ah’nın açık düğmeleri arasından bir fanila… ve onun altında göğüs çatalını belli eden bir sütyenin dantelleri görünüyordu…

-On Üçüncü Bölümün Sonu-

Not: Kwang Tae ve Bo Ra, Ohyoonjoo cadısının Oyun‘undaki pek şeker çiftimizdir 😉

On İkinci Bölüm: “Lütfen aşkımızın büyüklüğüne inanın…”

“Bu rezil ilişkiye derhal son vereceksin!!! YOKSA!!!”

Min Woo karşısında ateş saçan gözlerle kükreyen babasına nefret dolu bir bakış fırlattı: “Yoksa ne? YOKSA NE?!” diye bağırdı ve hızla ayağa kalktı. Şimdi baba ve oğul nefret dolu gözlerini delip geçmek ister gibi birbirlerine dikmişler, hırstan titreyerek karşılıklı dikiliyorlardı. Min Woo ıslık gibi çıkan bir sesle:

“YOKSA NE?!” diye tısladı. “Sen bana ne yapabilirsin ki??”

“Tüm hayatını bitiririm senin!” diye kükredi Kyu Won. “Fotoğraflarını basına sızdırdığım anda bu piyasadan silinirsin! Şimdi aklını başına topla ve aptallıktan vazgeç! –Tiksintiyle hâlâ yerdeki Ji Ah’yı işaret etti- Şu paçavradan kurtul ve benle birlikte Busan’a dön! Bu senin son şansın!”

“ASLA!” diye bağırdı Min Woo. “Bu asla olmayacak! Tehditlerin umrumda değil! Şimdi çek git burdan!”

Kyu Won son bir kez daha gözlerini kısıp nefretle oğlunu süzdü ve tükürür gibi: “Pişman olacaksın!” dedikten sonra arkasını döndü, hızlı adımlarla uzaklaştı.

Min Woo ise onun gidişini izlerken sinirinden tir tir titriyordu. Ama hemen sonra Ji Ah’yı hatırladı ve üzüntüyle onun başına koşturdu:

“Ji Han! Nasılsın? Canın çok yandı mı?”

Ji Ah’nın Kyu Won’un tokatıyla şişmiş olan yanağı hâlâ zonk zonk zonkluyordu ama genç kız kendisine endişeyle bakan bu çocuk yüzlü genci üzmek istemedi, gülümsemeye çalışarak:

“Ben iyiyim,” diye mırıldandı. “Soğuk bir şeyler koyarsam hemen kendime gelirim…”

Az sonra iki genç içeri geçmiş, Min Woo buzluktan aldığı bir torba buzu Ji Ah’nın yanağının üzerine kompres yaparken bir yandan da üzüntülü gözlerle bakıyordu ona. Acıyla mırıldandı:

“Pislik herif… Nasıl da vurdu sana!” Hırsla yumruklarını sıktı: “Onu asla affetmeyeceğim!”

Ji Ah’ysa gerginlikten çene kasları kasılmış olan çocuğun daha fazla üzülmesine kıyamadı, ortamı yumuşatmak istercesine:

“Üzülme, olur böyle şeyler,” diye onu teselli etmeye çabaladı, “Hem düşünsene, ben kaç defa senin suratını dağıttım böyle! Baban bir nevi senin intikamını aldı, hahaha!”

Ama Min Woo hiç gülmedi. Genç adam suratını asmış, hınçla o adamdan nasıl intikam alacağını düşünüyordu. Babası: “Seni pişman edeceğim,” demişti. Bunun nasıl olacağını anlamak için dâhi olmaya gerek yoktu.

Ama babasının bilmediği şey, Min Woo’nun da böyle bir durumda kuzu kuzu oturup başına gelecekleri bekleyecek olmadığıydı…

 *******************************************

“Evet, yirmi bir aralık günü maalesef hiç boş vaktimiz yok… Ama isterseniz yirmi iki aralık için bir şeyler ayarlayabilirim. Evet, öğleden sonra 3 ve 5 arası olabilir… Tamam, detayları ben oraya geldiğimde konuşuruz o halde.” Soo Hyun yeni bir iş bağlamanın sevinciyle telefonu kapattı ve yürüyüp çekimin yapıldığı platonun kapısında durmuş, gıkını bile çıkarmadan oyunu izleyen Ji Ah’nın yanına geldi. Kızın kısa saçlı başını neşeyle okşadı:

“Patronuna güzel bir dergi çekimi daha ayarladık Ji Ah. Vampir konseptli. O fotoğrafları gören tüm kızların dibi düşecek!”

Ji Ah kibarca gülümsedi: “Öyle olacağına eminim Soo Hyun-şi…” Sonra yüzündeki tebessüm eşliğinde, hayran bakışlarını yeniden ileride, sahnede duran Min Woo’ya çevirdi. Evet, bu yakışıklı adam bırak vampiri isterse zombi olsun, yine de tüm kızların yüreklerini hoplatacağı kesindi.

Ji Ah bir an kıvançla: “Üstelik şimdi o benim sevgilim!” diye düşündü. Bu fikir kendisine hâlâ çok tuhaf geliyor, genç kız kendini Min Woo’nun kolunda galalarda düşünemiyordu ama tüm Kore’nin hayran olduğu böyle bir yıldızın sevdiği insan olmak olgun Ji Ah’nın bile başını döndürmeye yetmişti.

Gerçi… şu anda tüm bu yalanlar arasında gerçekten sevgili sayılabilirler mi, Ji Ah bilemiyordu…

Genç kızın yüreği kararırken yanıbaşındaki Soo Hyun’a kaçamak bir bakış attı: Bu orta yaşlı zeki adam, yıldızının yanında çalışan bu kıza tutulduğunu bilse ne yapardı acaba? Hem de… kız olduğunu bile hâlâ bilmediği halde??

Ji Ah umutsuzca dudağını ısırdı: Çok, çok büyük risk alıyordu, evet. Ama dün gece Kyu Won’un yarattığı kargaşada Min Woo’ya kadın olduğunu itiraf edememişti. Olmamıştı işte… “Ama bugün söyleyeceğim,” diye söz verdi kendi kendine. “Ondan sonra eğer Min Woo hâlâ beni kabul ederse Soo Hyun’a da her şeyi anlatıp özür dileyeceğim: Onun güvenini boşa çıkardığım ve Min Woo’yla yakınlaştığım için…”

Soo Hyun tam da o anda sanki kızın içinden geçenleri duymuş gibi ona döndü:

“Ji Ah! Bu arada seninle konuşmak istediğim bir şey var…”

Ji Ah’nın birden kalbi sıkıştı: Yoksa Soo Hyun bir şeyler mi sezmişti?

“Şu ablana artık bir şeyler söylesen diyorum,” dedi Soo Hyun. “Kız beni her gün on dakikada bir arıyor! Artık delireceğim! Telefon numaramı değiştirmeyi bile düşündüm ama maalesef piyasada herkes bu numaramı bildiği için bunu yapmam mümkün değil!”

“Zaten yeni numaranızı da bir şekilde öğrenir,” diye mırıldandı Ji Ah. Ablasının ünlü olma yolundaki azmi kendisini bile korkutuyordu! Soo Hyun’sa:

“Neyse işte, lütfen beni bu işten kurtarır mısın?” dedi yalvaran bir sesle. Zavallı menajerin kendi yüzüne diktiği acıklı gözlerine bakınca Ji Ah kıkırdamasını zorlukla bastırdı: Adamcağıza acıyordu acımasına, ama Sun Ah’nın bir şeye taktı mı nasıl takacağını da iyi biliyordu: Ablasının bundan önceki sevgilisi kızın evlenme takıntısı yüzünden (Sun Ah her gün yaklaşık yirmi kere ne zaman evleneceklerini soruyordu!) çareyi yurt dışına kaçmakta bulmuştu! Zaten Sun Ah’nın hırs yapıp ünlü olmaya heveslenmesi de o günlere rastlıyordu…

“Soo Hyun-şi, unnime ufacık da olsa bir rol ayarlayamaz mısınız?” dedi en şirin ses tonunu takınıp. “Çok ufak bir rol bile olsa olur, yeter ki onun gönlünü alın. Bakın o zaman sizi rahatsız etmekten kendisi vazgeçecektir…”

“Mi dersin?” dedi Soo Hyun dudak bükerek. Pek ikna olmamıştı; Sun Ah’ya ufak bir rol ayarlamak sorun değildi de, ondan sonra gaza gelen kız yakasından hiç düşmez diye korkuyordu!

O sırada içeriden “kestik!” sesi yükseldi ve Min Woo ile Hyo Rim rahatlayarak oyunu bıraktılar. Herkes onları tebrik ederken Min Woo hemen gözlerini çevrede gezdirdi ve ileride, kapının aralığında Soo Hyun’la konuşarak kendisini bekleyen Ji Ah’yı görünce yüzüne hafif bir tebessüm düştü. Boynuna bir havlu atıp Hyo Rim’e bir veda bile etmeden hızlı adımlarla onların yanına koşturdu.

“Hey, işim bitti, hadi çıkalım Ji Han!”

“Siz nasıl isterseniz efendim,” dedi Ji Ah ve Soo Hyun’a çaktırmadan gülümseyip Min Woo’ya göz kırptı. Min Woo da keyifle sırıttı: Menajerinin olaylardan henüz haberi yoktu, Ji Han’ın böyle saygılı davranması o yüzdendi. Min Woo Soo Hyun’a yeni durumu nasıl açıklayacağı konusunda biraz sıkıntılı olsa da, onun haberi olmadan böyle işler çevirebildiği için çocuksu bir gurur içerisindeydi.

City Hunter OST – Girl’s Day

Biraz sonra Min Woo üzerini değiştirmiş, Ji Ah’yla birlikte arabaya atlamıştı. Ji Ah dikiz aynasından ona gülümsedi:

“Evet, nereye gidiyoruz?”

“Bugün senle birlikte alışveriş yapacağız!” diye coşkuyla ilan etti Min Woo, “Seni önemli yerlere yanımda götürürken şu şoför üniformasını daha fazla taşımanı istemiyorum!”

“Bana pahalı kıyafetler mi alacaksın yani? E iyiymiş,” diye sırıttı Ji Ah. Genç kız hülyalı bir biçimde Chanel ya da Prada marka bir elbisenin içinde ne kadar güzel görüneceğini düşündü…

Ama az sonra, Hugo Boss bir takımın içinde soyunma kabininden çıktığında erkek kılığında oluşunu nasıl olup da unutmuş olduğunu düşünüp bir kez daha şansına küfrediyordu!

“Çok yakıştı,” dedi Min Woo beğeniyle. Ve mağaza görevlisine döndü: “Tamam, bunu ve diğer üç takımı alıyoruz. Bu arkadaşımın üzerinde kalsın, diğerlerini paket yapıp eve göndertin lütfen!” Ji Ah’ya baktığında gözleri neşe saçıyordu: “Nerdeyse benim kadar yakışıklı oldun!”

Ji Ah zoraki gülümserken az ötedeki kadın kıyafetlerine acıklı gözlerle bakıp hafifçe iç çekmeden edemedi…

Alışverişin ardından dışarı çıktıklarında kendilerini cıvıl cıvıl insan kalabalığının içerisinde buldular. Min Woo pardösüsünün kalkık yakası ve güneş gözlükleriyle kendini gizlemişti. Ama genç adam birilerinin kendisini tanımasını artık nerdeyse umursamaz haldeydi; neşe içinde konuşup duruyor, küçük şımarık bir oğlan çocuğu gibi yolda gördüğü her şeyden istiyordu!

“Ah Ji Han, Ji Han: Şuraya bak, közlenmiş patates satıyorlar! Ne dersin, alalım mı? Soğukta sıcak sıcak iyi gider…”

“Aaa Ji Han, nehir kenarındaki lunaparka girsek mi? Hem pamuk şeker yeriz! Dönmedolaba da bineriz!”

“Yok vazgeçtim, dönmedolaba binmeyelim, benim midem bulanıyor… Atış yapmaya ne dersin?”

Ama atış sırasında bekleyen insan kalabalığını görünce Min Woo bu fikrinden de caymış, gözlüklerin ardında fıldır fıldır dolaşan gözlerle eğlence yerindeki başka atraksiyonları araştırmaya başlamıştı. Birdenbire gözüne falcı çadırları ilişti: Ji Ah’nın bir şey demesine kalmadan kızın koluna yapıştığı gibi o yöne sürükledi:

“Ji Han! Süper bir fikrim var: Falımıza baktırmamız lâzım, palli palli!”

“Ama!” Ji Ah daha itiraz bile edemeden kendini falcı çadırlarının birinin içinde buldu. İçeride nargilesini tüttüren Hint fakiri kılıklı adam iki genci görünce altın dişlerini göstererek gülümsemeye başlamıştı bile:

“Oooo, genç efendiler, hoşgeldiniz! Ben Rama-san ve sihirli baklalarım emrinizdedir!”

“Sihirli bakla mı…” diye güvensizlikle mırıldandı Ji Ah. Min Woo ise çoktan falcının karşısına oturmuştu bile. Hevesle:

“Eee, anlat bakalım Rama-san, benim falımda neler görünüyor?” diye sordu.

“Memnuniyetle genç efendi! Ama bir Hint atasözü ne der bilir misiniz: Para peşin, kırmızı meşin!”

“Ha?? Meşin… derken?” Ji Ah Min Woo’nun kulağına eğildi: “Sanırım önce parasını ödememizi istiyor…”

“Haaa…” dedi Min Woo ve cebinden bir elli binlik çıkardı. Ramasan parayı kaplan gibi kaptı ve sırıtarak “bereket versiiiin!” diye bağırdı. Sonra da elindeki baklaları sallayıp önündeki tezgaha döktü. Meraklı Min Woo’ya döndüğünde yüzünü ciddi bir ifade bürümüştü:

“Senin geleceğin çok parlak görünüyor genç efendi…”

Min Woo hafifçe sırıtıp kasıldı: “Eh, haliyle… Koskoca yıldız Cha Min Woo’yum ben; bunu söylemek için falcı olmaya gerek yok…”

“Ama kaderindeki genç hanımla aranda büyük bir yanlış anlaşılma var!”

Min Woo bir an durakladı, sonra kahkahayı patlattı: “Ahaha! Senin bir şarlatan olduğun ortaya çıktı bile Rama-san! Kaderimde genç bir hanım olduğunu hiç zannetmiyorum…” Sırrını daha fazla ele vermemekten memnun, kendi kendine hafifçe sırıttı. Rama-san’sa kendisine inanılmamasına öfkelenmişti:

“Sihirli baklalar asla yalan söylemez genç efendi, geleceğinde genç ve güzel bir hanım görüyorum… Ama bu hanımla önce aranızdaki bazı sorunları halletmeniz lazım…”

Min Woo kesik kesik gülerken Ji Ah fena halde gerilmişti. Min Woo’nun omzuna dokunup fısıldadı: “Artık gitsek mi?” Min Woo’ysa: “Dur, dur bir dakika,” deyip gene sırıtarak falcıya döndü: “Eee, bu genç hanım hakkında bana başka ne anlatabilirsin bakalım?”

“İkinizi henüz bilmediğiniz büyük bir sırrın bağladığını görüyorum,” dedi falcı. “Ama meraklanmayın, bu sır yakında açığa çıkacak ve sizle birlikte iki kişiyi daha derinden etkileyecek!”

Ji Ah birdenbire tüylerinin ürperdiğini hissetti: Yoksa… Yoksa bu bahsedilen sır…

Min Woo’ysa her şeyden habersiz, işin gırgırındaydı:

“Yok canım? Allah Allah?” dedi abartılı bir şaşkınlıkla (Tosun Paşa kılığındaki Şaban ses tonuyla okuyunuz :D) “Ne sırrıymış bu acaba??”

Ama Rama-san kendisine inanmayan bu genç adama fena halde kızmıştı: Ellerini beline koydu, tizleşen bir sesle:

“Bana inanmıyorsunuz galiba delikanlı,” dedi, “Ama ünlü müzisyen Moon Jee’nin meşhur olacağını ben taaa ne zaman önceden bilmiştim! Şimdi bile Moon Jee-şi arada bir gelir beni ziyaret eder, yaa n’aber??”

“Hadi canım, daha neler, Kim Moon Jee arkadaşıymış bizimkinin,” diye sırıttı Min Woo. Ramasan’ın artık sabrı taşmıştı. Ayağa kalktı, Min Woo’yu itekleyerek çadırından çıkarırken:

“Hadi yallah, benim sanatıma güvenmeyenlerle işim olmaz,” diye bağırdı. “Hem eski bir Hint atasözü ne der bilir misiniz: Su uyur, düşman uyumaz!”

“Haa?? Ne alakası var yav?” dedi Min Woo şaşkınca. Rama-san ise bir sonraki müşterisini çadıra almıştı, sabırsızca kafasını çadırın aralığından çıkardı ve:

“Senin kuyunu kazıyorlar! Aklın varsa çabuk olur önlemini alırsın!” deyip tekrar içeri girdi.

Min Woo ve Ji Ah bir an donup kaldılar. Min Woo yeniden içeri girmek için hamle yapacak oldu, ama Ji Ah onun kolunu tuttu:

“Sanırım artık bizimle ilgilenmeyecek… Boşver, gidelim artık…”

“Ne dediğini duydun mu? Babamdan bahsediyordu, değil mi?? Bunu nasıl bildi?!” dedi Min Woo şaşkınlıkla. Birkaç saniye daha çadıra yeniden girmeyi düşünür gibi kararsızca durdu, sonra düşünceli bir biçimde yürümeye başladı.

Ji Ah’ysa fark ettirmemeye çalışarak derin bir nefes almıştı: Orada biraz daha kalsalar falcı kendisinin kadın olduğunu Min Woo’ya yumurtlayacaktı ki, sırrının böyle öğrenilmesi kızcağızın istediği en son şeydi!

Çaktırmamaya çalışarak Min Woo’yu süzdü: Genç adam dalgınlaşmıştı. Anlaşılan babasının yapabileceklerini düşünüyordu.

Ji Ah birdenbire fena halde üzüldü ve daha önceki kararını hatırladı: Artık kız olduğunu Min Woo’ya itiraf etmesi lâzımdı. Bugün! Hatta şimdi! Derhal!

Derin bir nefes aldı ve Min Woo’nun kolunu tuttu. Kendisine dönen genç adama hafifçe gülümsedi:

“Şeyy… Biraz… biraz konuşabilir miyiz?”

Ama Min Woo ona dönüp çabucak gülümsedi: “Şimdi değil! Bugünlük kaygılarımızı bir tarafa bırakacak ve günümüzü eğlenceyle geçireceğiz tamam mı?” Ve neşeyle, az ilerideki buz pateni pistini işaret etti: “Hadi biraz kayalım! Hem böylece toplum içinde senin elini tutabilirim, millet düşmemek için yaptığımı zanneder!”

Big bang – feeling 

Gerçekten de az sonra iki genç buz üzerinde ayakta kalabilmeye çalışırken birbirlerine tutunuyor, kıkırdayıp duruyorlardı. Min Woo çalan müziği bastırıp sesini duyurmaya çalışırken:

“Sıkı tutun, şimdi hızlanacağız!” diye bağırdı kıza. Ve tüm gücüyle kaymaya başladı. Ji Ah ise onun elini sıkı sıkı tutarken yarı korkmuş, yarı eğlenmiş biçimde çığlıklar atıyordu. Ancak pistin kenarına doğru hızla ilerlediklerini fark edince ufak bir çığlık kopardı:

“Min Woo! Durmayı biliyorsun di mi??”

Min Woo’nun “Yooo!” dediği anda ikisi birden hızla kenara çarptılar ve sırt üstü devrildiler! Ji Ah belini tutarak doğrulmaya çalışırken çarpmanın etkisiyle sersemlemiş Min Woo’yla göz göze geldi ve ikisi birden çocuk gibi gülmeye başladılar.

“Bir daha böyle bir şey yaparsan lütfen sonunu da düşün Min Woo!”

“Sonunu düşünen kahraman olamaz!” diye sırıttı Min Woo. Ji Ah şüpheyle durakladı: “Bu laf bana bir yerlerden tanıdık geliyor, ama?” (Birkaç akşam önce ablasının izlediği bir Türk dizisinden olduğunu sonradan hatırlayacaktı…)

Biraz sonra buz pateni niyetine yerlerde sürünmekten epeyce hırpalanmış bir halde kendilerini yeniden parka saldıklarında Min Woo yeniden falcıyı hatırlamış, az önce içinde kalan öfkesini çıkarmak için saydırmaya başlamıştı:

“Adama bak bee, bizi resmen çadırından attı! Beni, yani koskoca Cha Min Woo’yu öylece kapı dışarı etti, inanılır gibi değil! Bir de yalan atıyor, yok efendim Moon Jee’yi tanıyormuş da, onun ünlü olacağını kendi söylemiş de…”

“Ama Moon Jee-şi’yi gerçekten tanıyorsa bence bu çok havalı bir şey,” dedi Ji Ah, “Moon Jee-şi’yi ben çok severim, müzikleri bir harikadır…”

“N’olmuş yani, onu ben de tanıyorum,” diye omuz silkti Min Woo. “Hatta geçen yıl SBS ödülleri gecesinde Moon Jee ve eşiyle aynı masaya oturmuştuk… Sadece onlar değil, Big Bang’den T.O.P ve Taeyang da bizim masadaydı…”

“NEEE???!!!” Ji Ah birdenbire heyecandan zıplayarak genç adamın önünü kesti. Kızın gözlerinden gökkuşağı fışkırıyordu sanki: “Aman Tanrım, sen ne diyorsun?! Beni de Big bang’le tanıştıracaksın tamam mı, söz mü?!?! Aaaa, inanamıyorum yaa!”

“Asıl ben sana inanamıyorum, çocuğa bak, burda koskoca Cha Min Woo dururken Big Bang oğlanlarının hesabını yapıyor…” Min Woo fena bozulmuştu, somurtarak yüzünü öteki tarafa çevirdi. Ji Ah ise onu kırdığını anlayıp bir an: “Ah şu koca çenem!” dedi içinden. Sonra hemen çocuğa sırnaşmaya başladı:

“Yaaa, özür dilerimmm! Ben öyle demek istemedim; yani tabii ki sen benim en çok hayran olduğum, Kore’nin en büyük yıldızı olan insansın! Ama Big bang de bir başkadır şimdi; sen aktörsün, onlarsa benim en çok sevdiğim müzik grubudur… Ben o yüzden öyle dedim… Küsme bana olur muuu?? Hıı??” Ji Ah yüzünü Min Woo’nun yüzüne yaklaştırdı ve tüm sevimliliğiyle ona baktı. Min Woo’ysa somurtmaya devam etmeye çalıştı, ama maalesef bu Ji Han ona küs kalabilmesi için haddinden fazla şekerdi!

“Öff… Neyse tamam, peki,” dedi en sonunda. “Ama aktör-müzisyen fark etmez, sen en çok bana hayran olacaksın, söz mü?”

“Söz!” diye kıkırdadı Ji Ah. Min Woo bunun üzerine umursamaz ve ilgisiz görünmeye çalışarak mırıldandı: “Eh, tamam o zaman… Barışayım bari…”

“Yaşasın!” diye cıvıldadı Ji Ah ellerini çırparak. Sonra sağına soluna baktı, kimsenin onlarla ilgilenmediğini görünce çocuğun yüzüne doğru yaklaştı. Min Woo’nun kalbi birden pır pır etti: Acaba Ji Han’dan bir öpücük mü geliyordu?

“O zaman bu sözünü unutma: Beni bir gün Bigbang üyeleriyle tanıştıracaksın!” diye fısıldadı Ji Ah ve kıkırdayarak döndü, koşturmaya başladı. Zavallı Min Woo’nunsa hevesi kursağında kalmıştı, birkaç saniye boş boş kızın arkasından baktı. Sonra birden kendine geldi:

“Heyyyy! Bekleee! Ben öyle bir söz vermedim!”

Ji Ah önde o arkada park boyunca koşturmaya devam ederlerken Ji Ah neşeyle kıkırdıyordu: Min Woo’yla date’e çıkmak zannettiğinden de eğlenceli olmuştu!

 *******************************************

İki genç Min Woo’nun malikanesine geldiklerinde hava çoktan kararmıştı. Malikanenin demir bahçe kapısı ağır ağır açılırken Ji Ah gülümseyen gözlerle Min Woo’ya döndü:

“Benim bu gece eve gitmem lâzım, kaç gündür uğramadım, ablam merak etmiştir… Ama yarın sabah erkenden gelirim, seni sete götürürüm, tamam mı?”

“Bu gece de yanımda kalamaz mısın?” diye somurttu Min Woo. Ji Ah ona “olmaz” diyen gözlerle bakınca da: “Ama ya yine kabus görürsem??” diye mızmızlandı. “Bu kocaman evde tek başıma mı kalayım? Hıı??”

“Kabus görürsen hemen bana telefon açarsın. Telefonum başucumda uyuyacağım,” dedi Ji Ah onu yatıştırır bir biçimde. “Ama gerçekten Min Woo, bu gece gitmem gerekiyor…”

Min Woo alt dudağını sarkıtıp çocuk gibi somurtunca genç kız gülmeden edemedi. Sonra uzandı ve onun dudağına sevgiyle, ufak bir öpücük kondurdu:

“Hadi bakalım, şimdi uslu bir çocuk ol…”

“Öff, tamam ya…” diye mırıldandı Min Woo ve arabadan indi. Kapıyı kaparken camdan eğildi: “Bu arada sana Big bang’le tanıştırma sözü falan vermedim, hatta bugün ettiğin laflardan sonra hayatın boyunca onlarla seni bir araya getirmemeye çalışacağım, bilmiş ol!”

“Bunu göreceğiz! İyi geceler gönlümün bir numarası!” diye kıkırdadı Ji Ah. Min Woo son bir surat daha yapıp bahçenin eve giden girişinde gözden kaybolurken Ji Ah hâlâ gülüyordu. Sonra içini çekti ve arabayı hareket ettirdi. Yüzünde hâlâ güzel geçmiş günün tüm neşesi dururken gaza yüklendi.

Aniden, gölgeler arasından fırlayan bir silüet, Ji Ah’nın yüreğini ağzına getirdi! Kız tüm gücüyle frene yüklendi ve araba acı bir fren yapıp durdu.

Ji Ah öne doğru savrulan başını kaldırdığında yüreği korku ve heyecandan ağzında atıyordu. Önüne çıkan kişinin yüzüne bakınca bu duygular yerini şaşkınlık ve öfkeye bıraktı.

Kendini nerdeyse hayatından bile vazgeçercesine arabanın önüne atan kişi, solgun yüzüyle Kang Hyuk’tu…

 *******************************************

Feridun Düzağaç – Aşkın Önsözü Ayrılık

Az sonra iki eski dost, nehir kenarında bir bankta oturuyorlardı. Ji Ah kaşlarını çatıp Kang Hyuk’a döndü:

“Dökül bakalım şimdi, neydi az önceki saçmalık?!”

Ve içinde öfke kıvılcımları çakan güzel gözlerini karşısındaki genç adama dikti. Bir cevap bekliyordu. Ama Kang Hyuk gözlerini nehrin yakamozlanan siyah sularına sabitlemişti.

“Şimdi siz… Min Woo’yla beraber misiniz?” dedi yavaşça.

Ji Ah durakladı. Hafifçe yutkundu. Öfkesi, yerini suçluluk duygusuna bırakmıştı. Hiçbir şey diyemeden, yalnızca başını sallamakla yetindi.

Kang Hyuk ona baktı, ve acı acı gülümsedi.

“Demek doğru, ha…” dedi yalnızca. Ji Ah huzursuzca kıpırdandı. Kang Hyuk’sa acı bir gülümsemeyle:

“Bunu tahmin ediyordum…” diye mırıldandı. “Ona karşı bir şeyler hissettiğini anlamıştım… Ama onun seni erkek zannetmesi yüzünden belki de hiçbir şey olmaz diye ummuştum… Boş bir umut işte…” Hafifçe güldü.

“Ben kalbimin kırılmasına alışığım Ji Ah… Sorun o değil. Ama, ah… Ah, bir bilebilsem…”

Ji Ah iliklerine kadar ürperdi: Bu ses… ne kadar da ıstırap doluydu…

“Senin üzülmeyeceğini bilsem… Bundan emin olsam… Belki o zaman biraz daha rahat olurdu içim…” dedi Kang Hyuk çaresizce…

Genç adamın gözleri dalmıştı: Ji Ah’nın üniversitedeki sevgilisini düşünüyordu, Shi Kyung’du adı. Kang Hyuk tam da Min Seo’dan ayrılmayı başarmış, büyük bir mutluluk içinde Ji Ah’ya açılmak için uygun fırsatı kollarken bu adam çıkmıştı kızın karşısına. Ji Ah’nın gözlerinde kocaman bir mutluluk parıltısıyla Shi Kyung’un elinden tutup kendisiyle buluşmaya geldiği o kara günü, şimdi tüm berraklığı ile hatırlıyordu Kang Hyuk: O kara, o korkunç günü…

“Shi Kyung’la geçen hafta bizim spor kulübünün düzenlediği partide tanıştık,” diye anlatmıştı Ji Ah gözleri parlayarak. “Shi Kyung da bizim üniversiteden; ama hukuk bölümünde. Üstelik biliyor musun Kang Hyuk, Shi Kyung okulu bitirdiği zaman stajını yapacağı avukatlık bürosunu şimdiden ayarladı bile: Seul’ün en iyilerinden biri!”

Ji Ah gözleri parlayarak yeni sevgilisinin parlak başarılarını anlatırken Shi Kyung cool bir tavırla onu dinliyordu. Zavallı Kang Hyuk ise gülümsemeye çabalamıştı.

“Ne güzel! Sen parlak bir öğrencisin zaten, demek Shi Kyung da öyle… Harika bir çift olmuşsunuz…”

Ve az öncesine kadar Ji Ah’nın buluşmalarına yalnız başına geleceğini düşünerek kendi kendine heyecan içinde hazırladığı tüm o konuşmaları (“Ji Ah… Biliyorum belki Min Seo’dan yeni ayrıldığım için garipseyecek, bu ne saçmalık diyeceksin… Ama ben hep seni sevdim; yalnızca seni…”) uzayın sonsuz karanlıklarına gönderip Ji Ah’ya aldığı ufak hediyeyi (arasına ufak, gonca bir kırmızı gül konmuş olan bir şiir kitabıydı bu: Aragon’un şiirleri…) masanın altında titreyen ellerinin arasında sıktı, sıktı…

Ve içtenlikle diledi: Ji Ah’nın mutlu olmasını tüm kalbiyle, içtenlikle diledi…

Ancak Shi Kyung kalıbının adamı olmadığını pek kısa zamanda kanıtlamıştı yazık ki: Ji Ah’nın annesini kaybettiği, babasınınsa ölüm döşeğinde olduğu o korkunç günlerde kızcağızın yanında bile olmamıştı. Hatta Ji Ah babasını kaybettiğinde cenazeye bile gelmemişti! Kang Hyuk artık dayanamayıp onu çalışmaya başladığı o çok prestijli hukuk bürosunda ziyarete gittiğinde ise bu yaptıkları çok doğalmış gibi:

“Evet, Ji Ah’dan ayrılmayı düşünüyorum,” demişti. “Ben Ji Ah’yla birlikte olmaya başladığım zaman o kız sınıfının en iyisi ve geleceği umut vaad eden bir öğrenciydi. Ama şu son hale bak: Gül gibi işinden ayrıldı, şimdi boş gezenin boş kalfası… Ben böyle bir kadınla hayatımı birleştiremem…”

Kang Hyuk kulaklarına inanamamıştı: “Kızın annesi vefat etti! Sonra babası hastalandı, ve geçen gün onu da kaybettiler! Ve sen… sen böyle bir durumda bunların hesabını mı yapıyorsun?!”

“O da ayrı konu ya,” demişti Shi Kyung sıkıntılı bir tavırla, “Tamam, bu kadar felaket onun başına geldiği için üzülmüyor değilim… Ama daha nişanlım bile olmayan bir kızın derdini tasasını ben çekemem! Zaten benim de bin türlü derdim var…”

Sonra karşısında ona hâlâ inanamayarak bakan Kang Hyuk’a dönüp hafifçe sırıtmıştı:

“Neyse, senin buraya kadar gelmen iyi oldu, beni büyük bir zahmetten kurtardın: Ji Ah’ya beni bir daha aramamasını sen söylersin. Şimdi üzgünüm ama bir müşterim bekliyor,” deyip ayağa kalkmış, Kang Hyuk’un elini sıkmak üzere elini uzatmıştı. Kang Hyuk’sa yerinde ağır ağır doğrulmuştu. Ve karşısında kendisine elini uzatmış bekleyen adama nefret dolu bir bakış fırlatmış:

“Şu kıyafetin içinde seni gören de adam zanneder,” demişti. “Ama sen çıkarcı, sinsi sırtlanlardan bile daha aşağılık bir adammışsın!”

Ve arkasını dönüp hızlı adımlarla yürüyerek adamın ofisinden çıkmıştı. Kang Hyuk şimdi bile o günü düşündükçe öfkeyle yumruklarını sıkıyordu: Ah ulan ah, neden o adamın suratını dağıtmamıştı ki sanki?! Neden öyle sakin sakin yürüyüp çıkmıştı?! Shi Kyung önce suratının tam ortasına bir yumruğu, sonra da yüzüne tükürülmesini hak ediyordu!

Ve şimdi Kang Hyuk bir defa daha korkuyordu: Ji Ah’nın kendini toparlaması yıllarını almıştı. Babasının ölümünden sonra hayata dönmesi bile bu kadar zor olmuşken bir de yine Shi Kyung’a benzer adi bir herife gönlünü kaptırırsa hali ne olurdu? Kang Hyuk acıyla:

“Ben kalbimin kırılmasına alışığım Ji Ah…” diye mırıldandı. “Bunu daha önce de yaşadım… Ama…”

Durdu, başını yukarı kaldırdı ve derin derin içini çekti. Ve nefes gibi:

“Ama o adam ya seni incitirse?… İşte buna dayanamam…” diye fısıldadı.

Ji Ah ona dudakları titreyerek baktı. Genç kız bu yüce gönüllü genç adama ne diyeceğini bilemiyordu. Kang Hyuk’sa bir elini saçlarının arasından geçirdi ve gülmeye çabaladı:

“Gerçi Min Woo beni şaşırttı, biliyor musun: Senin kadın olduğunu öğrenince sana bağırır çağırır, hatta seni kovar zannediyordum. Ama baksana, bunu böyle kolayca kabullenip duygularına sahip çıktığına göre onu hafife almışım galiba… Belki de mutlu olursunuz, neden olmasın? Umarım mutlu olursunuz…”

Ji Ah suçluluk duygusu içinde yerinde kıvrandı. Bunu yapmamalıydı biliyordu; ama Kang Hyuk’un bu içtenliğini görünce sırrını daha fazla içinde taşıyamayacağını anladı. Ve hafif bir sesle:

“Ben… aslında bunu henüz söyleyemedim…” diye itiraf etti.

Kang Hyuk bir an onun ne demek istediğini anlamadı. Ama sonra, gözleri hayretle açıldı. Kıza döndü: “Nasıl?! Nasıl yani?”

“Şey…” Ji Ah başını önüne eğdi ve iyice hafifleyen bir sesle: “Min Woo beni hâlâ erkek zannediyor…”

“Ama… ama o zaman… nasıl olur?!” Kang Hyuk’un ağzı açık kalmıştı. Genç adam bir an nasıl tepki vereceğini bilemedi; gülse mi ağlasa mı? Sonra hayretle:

“Ji Ah saçmalama, bunu nasıl saklarsın?! Böyle ilişki mi olur?! Ya öğrenince ne olacak?!” Kang Hyuk o kadar şaşırmıştı ki, hızla ayağa kalktı, hızlı hızlı birkaç adım atıp geri geldi. Ve kızı omzundan tutup sarsmaya başladı:

“Ji Ah! Bu işin artık şakası yok, iyice saçmalamadan kız olduğunu söylemek zorundasın! Yoksa başına büyük bir bela açacaksın, üzüleceksin, incineceksin! Ve ben-“

Birden durdu. Kızın omzunu tutan elleri gevşedi. Bakışlarını kaçırdı ve sözünü kırık bir sesle tamamladı:

“Ben her şeye katlanırım, ama senin incinmene dayanamam Ji Ah…”

Ji Ah bir defa daha ürperdiğini hissetti. Gülmeye çabaladı:

“Korkma! Ben… ben kolay kolay incinmem,” dedi garipsemiş bir tavırla. “Hem zaten… bir an önce anlatacağım ona. Gerçekten!”

Kang Hyuk’sa ona acıklı gözlerle baktı. Ji Ah bu bakışların ne anlama geldiğini çözmeye çabalayarak şaşkınca alnını kırıştırmış haldeyken de genç adam hüzünle gülümseyip ayağa kalktı. Bankta hâlâ şaşkınca oturan ve onun ne düşündüğünü anlamaya çalışan Ji Ah’yı oracıkta bıraktı, kızın: “Kang Hyuk-a! Dur! Gitme, konuşalım!” demesine aldırmadan sallanan adımlarla yürüdü, gecenin karanlıkları içerisinde uzaklaştı…

“Hiç durmadan yürürdüm yolumuz olsa

Bu sana son susuşum son sözüm olsa…

Sonsuza gitmiyor aşk, keşke gitseydi…

Bir hayat biriktirdim sana yetseydi…”

 *******************************************

“Ne?! Sen ne dediğinin farkında mısın?”

Hyo Rim şaşkınlıktan ağzını bile kapamayı unutmuş biçimde Kang Hyuk’a bakıyordu. Genç adam hafifçe güldü:

“Tabii bu dün gece böyleydi… Belki şu ana kadar çoktan konuşmuş, her şeyi açığa kavuşturmuşlardır…”

Hyo Rim bir an durdu. Ama Min Woo’nun sabah setteki kaygısız halini düşününce yavaşça:

“Hayır,” dedi. “Konuşmamışlardır… Min Woo böyle büyük bir olayın sarsıntısını bu kadar kolay atlatamazdı…” Genç kız bir an durakladı, sonra sinirli sinirli güldü: “Ama hâlâ inanamıyorum: Demek benim gerizekâlı eski sevgilim bir erkeğe âşık olduğunu zannediyor, ha?! Hey Allah’ım…” Hyo Rim tüm öfkesine rağmen başını iki yana sallayıp gülmeden edemedi. Min Woo’nun şapşal olduğunu bilirdi ama bu kadarını tahmin edememişti…

Sonra birden durdu, karşısındaki çocuğa dikkatle baktı. Kang Hyuk öncekinden farklı görünüyordu. Gözlerinin altı çökmüş, hırpalanmıştı; ama bir de tuhaf bir ışık vardı şimdi gözlerinde. Vahşi bir ışık.

“Peki ama bunu bana neden anlattın?” diye sordu merakla. “Entrikalarıma dahil olmak istemediğini zannediyordum…”

Kang Hyuk bir an durakladı. Sonra yavaşça:

“Min Woo’nun Ji Ah’ya mutluluk getireceğine inanmıyorum,” diye cevapladı. “Dün geceden sonra emin oldum… Ji Ah hâlâ kadın olduğunu itiraf etmekten korkuyorsa, büyük ihtimalle Min Woo bu durumu öğrenince çok kızacak ve onu kıracak olduğu içindir… Ben… ben buna izin veremem…”

Hyo Rim karşısındaki delikanlıyı süzdü ve hafifçe gülümsedi. İçinden: “Kendine bir kılıf arıyorsun,” diye geçirdi, “Oysa sen de yalnızca sevdiğinin başkasıyla değil, seninle mutlu olmasını istiyorsun, başka da bir şey değil…” Ama bunu Kang Hyuk’a söylemedi. Sadece kendinden emin bir biçimde gülümsedi:

“O zaman merak etme. İşbirliği yaparsak Min Woo ve Ji Ah’yı ayırmamız çocuk oyuncağı olacaktır…”

Tam da o esnada Min Woo ise telefonuna gelmiş olan bir mesaja kaygılı gözlerle bakıyordu. Genç adamın alnı endişeyle kırışmıştı: Böyle bir şeyi bekliyordu ama bu kadar erken olacağını tahmin etmemişti…

Sonra derin bir nefes aldı: Bu işten kaçış yoktu. Tüm cesaretini topladı ve ani bir hareketle mesajın gönderildiği numarayı tuşladı. Karşısına çıkan adama:

“Evet Jun Pyo-şi,” dedi, “Gönderilen görüntülerdeki kişi gerçekten de benim… Evet, programınıza katılıp her şeyi açıklamak istiyorum…”

 *******************************************

Heartstrings OST – You have fallen for me

“Neeeyyyy?! Benim repliğim bu mu??” Sun Ah yüzünü ekşiterek Soo Hyun’a baktı: “’Yiyin gari’… bu ne demek ki zaten?”

“Inju şivesiymiş, ben de bilmiyorum,” diye omuz silkti Soo Hyun. Sun Ah’ysa suratında feci gıcık olmuş bir ifadeyle: “Üstelik köylü kadın kılığına girecekmişim… Şu güzelliği, şu seksapelimi köylü kıyafetleri arasına mı gizleyecekler yani?! Ayşşş, çinça!”

Soo Hyun derin bir nefes aldı: İşe bak, hatuna bir cips reklamı ayarlamış, gene de yaranamamıştı. Sakin olmaya çabalayarak tane tane konuştu:

“Bakın Sun Ah-şi, bu reklam filmini ayarlamak için çok uğraştım… Lütfen beni mahcup etmeyin. Ayrıca beğenilirseniz devam filmlerinde de oynama şansınız olacak ve,” Soo Hyun bir an durdu ve durumun ciddiyetini belirtmek için kelimelerin üstüne basa basa ekledi: “So Ji Sub’ın da bu marka ile çalıştığını düşünürseniz birlikte reklam filmi çekme şansınız olabilir…”

“OMO!” Sun Ah’nın gözleri birden açıldı. Genç kadın “So Ji Sub” ismini duyunca yelkenleri suya indirmişti. Yüzüne yaltak bir gülümseme gelirken:

“Şunu baştan söylesenize!” dedi ve Soo Hyun’un koluna girdi: “O zaman olur işte, ben köylü güzeli olurum, So Ji Sub’sa benim doğallığıma vurulan zengin bir chaebol…” Sun Ah hülyalar içerisinde kendi senaryosunu yazmaya başlarken Soo Hyun içinden: “Çattık belaya,” diye geçirdi. “Ah Ji Ah, ah… Beni fena kandırdın, şimdi cidden bu hatundan kurtuluş yok…”

O sırada arkalarından bir ses:

“Soo Hyun-şi! Soo Hyun Oppa!” diye seslendi.

Soo Hyun ve hâlâ onun koluna yapışmış haldeki Sun Ah arkalarını döndüklerinde Hyo Rim’i kendilerine gülümserken buldular. Soo Hyun gülümsedi:

“Hyo Rim-şi… Rakip kanalın binasında ne arıyorsunuz böyle?” dedi şakacıktan. Hyo Rim ufak bir kahkaha attı:

“Aynı soruyu ben de size sormalıyım! Ama…” Sun Ah’ya bakıp gülümsedi: “Sanırım yeni yıldızınızla birlikte bir çekim için burdasınız…”

Sun Ah Hyo Rim’den gelen bu iltifat karşısında (“omooo… Hyo Rim-şi bana yıldız dediiiii…”) erirken Soo Hyun zoraki gülümsedi: “Eheh… Yaa, yaa, öyle…” Hyo Rim şirince:

“O zaman size kolay gelsin,” dedi, “Ben Strong Heart’a katılmak üzere geldim, birazdan çekimler başlayacak… Geç kalmadan gideyim… Hoşçakalın!”

Soo Hyun kibarca: “Güle güle,” diye veda ederken Sun Ah heyecan içinde: “İyi çekimler Hyo Rim-şi! Fightingggg!” diye yerinde zıplayarak veda etti genç kıza. Hyo Rim onların yanından ayrıldıktan sonra bile kendi kendine gülmeye devam ediyordu: Ji Ah’nın ablası gerçekten egzantrik bir hatundu!

Linkin Park – Burn It Down

Hyo Rim yüzünde az önceki karşılaşmanın getirdiği neşeyle kanal binasında ilerledi, kendisini tanıyanların selamlarına kibarca karşılık vere vere stüdyoların olduğu kata kadar geldi. Onu karşılayan görevli bir genç kız:

“Ah, hoşgeldiniz Hyo Rim-şi!” dedi saygılı bir biçimde, “Sizi B stüdyosuna alacağız; çekimler birazdan başlayacak… Bu arada kuliste dinlenmek istemez misiniz?”

“Elbette,” dedi Hyo Rim ve “O halde bu taraftan lütfen…” diye ona yol gösteren genç kızı takip etti. Kız onu bir odaya aldıktan sonra: “Makyöz birazdan burada olur, lütfen keyfinize bakın…” deyip odadan çıktı.

Hyo Rim odadaki koltuklardan birine oturdu ve beklemeye başladı. Bir yandan da keyifle, birazdan içlerinde C.N.Blue, 2AM ve Shinee’den yakışıklıların olacağı programa katılacağını düşünüp neşeyle sırıtıyordu.  Acaba herkes neler anlatacaktı? Kim bilir ne sırlar-…

Birdenbire, genç kızın o ana kadar ilgisini çekmeden arka planda kendi kendine çalışan televizyonda “Cha Min Woo” lafı geçti. Hyo Rim birden düşüncelerinden sıyrıldı ve dikkatle duvara monte edilmiş olan LED TV’ye baktı. Ekranda bir magazin programı vardı ve “flaş haber!” başlığı ile bir ses:

“Şok Şok Şok!” diye anons ediyordu, “Ünlü yıldız Cha Min Woo’nun öpüşürken görüntülendiği yeni sevgilisi kim?? Görüntüleri izleyince şok olacaksınız! Cha Min Woo, şimdi canlı yayında!”

Hyo Rim aniden ayağa kalktı! Genç kızın nefesi kesilmişti. Hızlı adımlarla yürüdü, televizyonun dibine kadar girdi. O sırada ekrana Min Woo’nun görüntüsü gelmişti. Genç yıldız her zamanki neşeli ve sempatik tavrının aksine yorgun ve heyecanlı görünüyordu.

“Evet, tanıtımı izledik, Min Woo-şi,” dedi karşısındaki sunucu. “Biraz önce kuliste bana bir şey söylemiştiniz, görüntüleri izlemeden önce bunu halkımızın karşısında da tekrarlamak ister misiniz?”

“Evet, sevgili Kore halkına büyük bir itirafta bulunacağım,” dedi Min Woo, “Size de aynen böyle söylemiştim… Birazdan, herkesten sakladığım yeni sevgilimi canlı yayında açıklayacağım!”

Hyo Rim korkuyla nefesini tuttu: Min Woo ne halt ediyordu böyle?!

“Oooooooo, işte buna bomba haber derler!” dedi Min Woo’nun karşısındaki sunucu. Heyecandan yerinde duramıyordu, asrın bombası ayağına kadar gelmişti. Ama ortalığı iyice kızıştırmak ve tansiyonu artırmak için ekledi: “Biz görüntülerde neler olduğunu biliyoruz… Ama bunu henüz izlememiş olan halkımız için kısaca açıklayabilir misiniz, neden yeni sevgilinizi böyle canlı yayında açıklama gereği duydunuz? Bu olayı özel yapan nedir?”

Min Woo hafifçe başını salladı.

“Haklısınız, bu olayı özel yapan bir durum var…” Genç yıldız bir an durdu. Sonra: “Son sevgilim sıradan bir kişi değil…” dedi ağır ağır. “Onunla ilişkimi gizli saklı yaşamaktansa bu yayına katılmayı ve bu açıklamayı yapmayı tercih ettim…” Sonra bir kez daha durakladı ve gözlerini kameraya çevirdi. Kamera da ona zum yaptı. Şimdi Min Woo’nun ciddi yüzü tam ekrandan seyircinin gözlerinin içine bakıyordu:

“Sevgili Kore halkı, belki de bugünden sonra benden nefret edeceksiniz,” dedi. “Beni dışlayacaksınız… Ya da belki, aşkıma sahip çıktığım için beni bağrınıza basacaksınız… Gerçekten bilemiyorum…” Huzursuzca kıpırdandı. Ama bunu yapmaya kararlıydı; o yüzden tekrar gözlerini kaldırdı ve kameraya cesurca baktı:

“Ama ben bu aşka sahip çıkmak istedim,” dedi. “Ve az sonra canlı yayında size sevdiğim insanı tanıtmaya karar verdim! Bundan sonra ikimiz de sizin takdirinize sığınıyoruz… Lütfen…” Genç adam bir an yutkundu, sesi titredi: “Lütfen aşkımızın büyüklüğüne inanın ve bizi kucaklayın…”

Sunucu hemen atıldı: “İşte duydunuz sevgili seyirciler, Min Woo-şi’nin büyük bir sırrı var ve az sonra canlı yayında bize açıklayacak! Şimdi sadece otuz saniyelik bir reklam arası veriyoruz, ve hemen ardından bu bomba haberle karşınızda olacağız…”

Ve aynı anda görüntüye reklamlar girdi. Hyo Rim’se şok olmuştu:

“Gerizekâlı embesil!…” diye mırıldandı kendi kendine. “Kariyerini bitirecek! Hem de yok yere! Aaggghhhhh!”

Genç kız saçını başını yolmak üzereydi; Min Woo’nun bu kadar salak olabileceğini hayatta tahmin edemezdi! Hadi Min Woo salaktı, ama Ji Ah ona neden engel olmamıştı?! Hyo Rim nefretle: “Bencil kaltak!” diye düşündü, “Min Woo’nun gay zannedilip piyasadan silinmesi kaltağın umrunda bile değil! Ama ya Soo Hyun, o neden bu salağı durdurmadı??” Ama genç kız hemen durumu algıladı: “Ah, elbette, Min Woo onun kendisine engel olamaması için bu açıklamayı özellikle onun Sun Ah’yla uğraştığı zamana denk getirmiş olmalı…” Ve umutsuzca çırpınmaya başladı: “Ahh, ne yapacağım, ne yapacağım?!”

Aynı anda Ji Ah ise hemen iki yanındaki kuliste duvarları inceliyor, şaşkınca bekliyordu. Min Woo yarım saat önce onu buraya sürüklemiş, “sana büyük bir sürprizim var,” demekten başka bir açıklama yapmamıştı. O sırada kulisin kapısı açıldı, az önce Hyo Rim’e kendi kulisini gösteren genç kız:

“Ji Han-şi”, dedi, “Buyrun, sizi stüdyoya alıyoruz…”

“S-stüdyo mu?” dedi Ji Ah şaşkınlıkla. Görevli kız saygıyla gülümseyip: “Evet efendim,” dedi, “Lütfen beni takip edin… Bu taraftan…”

Ji Ah şaşkınca dudak büküp onun dediğini yaparken birazdan nasıl bir felakete sebep olacağından haberi bile yoktu…

-On İkinci Bölümün Sonu-

Not: Rama-san ve Moon Jee, daha önceki hikâyemiz Güneş ve Ay’ın karakterleridir.

On Birinci Bölüm: “Artık yalnız değilsin…”

UYARI: Aşağıdaki yazı hafif oranda cinsellik içermektedir. 16 yaşından küçüklerin okuması sakıncalı olabilir. Söylemedi demeyin 🙂 Analar babalar, siz de çocuklarınıza sahip çıkın kardeşim, aaa… 🙂

Junsu – Too Love (SKKS OST)

Min Woo arabaya yaslanmış Ji Ah’yı büyük bir hazla öperken, az ilerideki bir arabanın içinde genç bir kadın hıçkırmaya başladı: Hyo Rim’di bu.

Zavallı Hyo Rim’in gördüğü sahne ile bütün hayalleri yıkılmıştı. Genç kadın ileride öpüşen iki genci izlerken gözlerinden sicim gibi yaşlar iniyor, ama yine de bir kapana kısılıp kalmış gibi başını çevirip uzaklaşamıyordu.

En sonunda, büyük bir iradeyle arabasını çalıştırdı ve sert bir dönüşle geldiği yoldan geriye doğru uzaklaşmaya başladı. Bir yandan da gözlerinden hâlâ yağmur gibi yaşlar iniyordu.

“Neden… neden…”

Demek ki şüphelerinde yanılmamıştı. Min Woo Ji Ah’nın kadın olduğunun farkındaydı. Hatta… hatta ona…

Hyo Rim elinin tersiyle gözünden damlayan yaşları sildi ve dikiz aynasından göz attığı ikilinin hâlâ öpüşmeye devam ettiğini görünce acı içinde gaza yüklendi. O sırada köşede gölgelere sinmiş olan bir başkasının yanından geçtiğini hiç bilemeden oradan uzaklaştı…

***************************************************

Min Woo sonunda dudaklarını Ji Ah’nın dudaklarından ayırmayı başarabildiği zaman mutluluk ve aşk sarhoşuydu. Yavaşça gözlerini araladı, ve karşısındaki kıza baktı. Ji Ah’nın da gözleri aynı anda hafifçe açıldı.

Genç kız birdenbire toparlandı ve Min Woo’yu üzerinden itti! Sonra utanarak bakışlarını kaçırdı, üstünü başını düzeltmeye başladı. Gecenin karanlığında bile fark edilecek kadar kızarmıştı.

Min Woo’nun da kızarmış olma konusunda ondan çok farkı yoktu. Ama genç adamın dudağının köşesinde hafif bir gülümseme takılı kalmıştı. Hafifçe öksürdü, sesine karizmatik bir ton vermeye çalışarak:

“Öhöm… Eee, o halde… İçeri geçelim!” diye emretti.

“Aa… Ama… Pe-peki…” diye kekeledi Ji Ah. Bir an Min Woo’ya doğru baktı, ama sonra hemen bakışlarını kaçırdı. İçinden çığlıklar atıyordu, Tanrım, bu durum çok tuhaftı, hem de çok!

Önde Min Woo, arkasında içten içe çığlıklar atan Ji Ah, Min Woo’nun büyük evine girdiler. Ji Ah içeri girer girmez bir çırpıda:

“Benodamagidiyorumhadisizeiyigeceler!” diye cıyaklayıp odasına doğru koşturdu, Min Woo’nun daha “Ha? Ne…” demesine kalmadan ortadan yok oldu. Zavallı Min Woo’ysa bir süre şaşkın şaşkın onun ardından bakakaldı. Ama sonra, genç yıldız kendi kendine gülümseyip havalı havalı içini çekti:

“Ah ah… Zavallıcık… Kolay değil tabii, benim gibi bir dünya yıldızı ona kendisinden hoşlandığını söyledi. Çocukcağız kalp krizi geçirse yeridir!”

Böyle düşünüp kendisi de neşeyle odasının yolunu tuttu: Konuşulması gereken şeyleri yarın akşam set dönüşünde konuşurlardı artık…

Ji Ah ise karışık duygular içerisindeydi: Bir yandan olanlara hâlâ inanamıyor, Min Woo’nun öpücüğünden dolayı başı dönüyordu. Tamam, çocuğa hiçbir zaman deli gibi hayran olmamıştı ama sonuçta o Kore’nin en ünlü aktörlerinden biriydi ve Ji Ah şu anda bir facebook grubu kursa kendisinin yerinde olmak isteyecek yüz milyonlarca genç kız bulabilirdi. Ama diğer yandan, kendini fena halde suçlu hissediyordu: Zavallı Min Woo’yu resmen kandırmıştı! Çocuk kaç gündür gay olduğu şüphesi ile kafayı yiyordu; bunu anlamak için müneccim olmaya gerek yoktu. Ji Ah vicdan azabı ile dudaklarını ısırdı: Şimdi işler bu kadar ilerlemişken kız olduğunu Min Woo’ya nasıl itiraf edecekti?!

Genç kız derin derin içini çekti. Anlaşılan bu gece kendisine uyku yoktu…

***************************************************

Full House – Fate (Why?)

“Güzel aşkım, tatlı aşkım, kanayan yaram benim

İçimde taşırım seni yaralı bir kuş gibi

Ve onlar bilmeden izler geçiyorken bizleri

Ardımdan tekrarlayıp ördüğüm sözcükleri

Ve hemen can verdiler iri gözlerin için

Mutlu aşk yoktur…”

Kang Hyuk derin bir nefes verip önündeki kitabın kapağını kapattı. Bir süre öylece durdu. İçinde giderek büyüyen hüzne artık alışmıştı alışmasına da, dün geceden sonra bu hüzün daha yakıcıydı sanki.

O büyük itirafın üzerinden geçen son birkaç günde genç adam her sabah yeni bir karanlığa uyanıyordu: Ji Ah’dan uzak kalmak… Ona büyük bir hayalkırıklığı yaşatmış olmak… Ve en fenası da, bunca yıldır beklediği, şimdi ise yalnızca yirmi gün kadar uzağında olan o büyük güne dair hiçbir umudunun kalmamış olması…

Fakat dün gece ilk kez hayatını kaplayan bu devasa karanlıkta ufacık, miniminnacık da olsa bir umut ışığı belirir gibi olmuştu: Ji Ah’yla yeniden karşı karşıya gelmiş, üstelik onunla birlikte “en iyi arkadaşıma aşık olduğum için şanslıyım” diye şarkı söylerken birbirlerine gülümseyerek bakmışlardı. Kang Hyuk’un yaralı kalbi bu ufacık umut ışığıyla yeniden atmaya başlamıştı sanki; belki de her şey bitmemişti… Belki de Ji Ah’ya onu nasıl sevdiğini, bunca yıldır neler çektiğini anlatırsa bir şansları olabilirdi… Genç adamın yüreği bu ihtimalin heyecanıyla ağzında atmaya başlamıştı; tüm cesaretini toplayıp Ji Ah’ya bu konuyu uzun uzun konuşmak istediğini söylemek üzereyken o felaket gerçekleşmişti: Min Woo, Ji Ah’yı çağırıyordu. Genç kız çarçabuk özür dileyip kaçar gibi uzaklaşırken Kang Hyuk bir defa daha bomboş ellerle kalakalmıştı…

“Bakakalırım giden geminin ardından…

Atamam kendimi denize, dünya güzel…

Serde erkeklik var;

Ağlayamam…”

Kang Hyuk derin derin içini çekti: Üstelik Ji Ah söz vermişti, telefonu dışarıda cevaplayıp geri dönecekti. Ama, hayır… Ji Ah geri gelmedi. Her nedense genç kız doğumgünü sahibesi Young Hee’ye bile veda etmeden öylece çekip gidivermişti.

Kang Hyuk bunun nedenini öğrenmekten bile korkuyordu.

O sırada dükkanın kapısında biri girip çıkarken sallanan ufak rüzgar süsü şıngırdadı: Kang Hyuk kimin geldiğini görmek için başını kaldırdı ve gözleri şaşkınlıkla açıldı.

“Siz!…”

“Sanırım kim olduğumu biliyorsunuz,” diye gülümsedi Hyo Rim güneş gözlüğünü indirirken. Genç kızın yüzünde hafif bir tebessüm vardı ama gözlerinin altı halka halkaydı; hüzün doluydu bu güzel yüz. Kang Hyuk bu ünlü yıldızı mütevazı dükkanında görmenin heyecanıyla ayaklandı:

“Buyrun, şöyle oturun lütfen! Bir şeyler içer misiniz? Kahve? Meyve suyu?”

“Hayır, teşekkür ederim,” dedi Hyo Rim gösterilen yere otururken. “Ben sizinle önemli bir konu hakkında görüşmeye geldim.” Genç kız bir an durdu. Sonra yavaşça ekledi: “Min Woo ve… Ji Ah hakkında…”

Kang Hyuk şaşkınlık içinde tek kaşını kaldırdı: “Ji… Ah mı dediniz?”

Hyo Rim hafifçe gülümsedi: “Evet, Ji Han’ın gerçek kimliğini biliyorum. Onun erkek kılığına girmiş olduğunu da! Anlamadığım, neden böyle bir şeye gerek duyduğu: Çünkü anladığım kadarıyla Min Woo da onun bir kadın olduğunun gayet farkında.”

Kang Hyuk o kadar şaşırmıştı ki, bir an ağzını açtığı halde ses çıkmadı. Sonra genç adam hafifçe güldü ve:

“Bu çok saçma!” deyiverdi, “Bunu da nerden çıkardınız? Yani Min Woo-şi’nin Ji Ah’nın kadın ol-“

“Oppaaaaaa, biz geldiiiik!” O sırada büyük bir şamatayla kitapçı dükkanından içeri dalan bir grup liseli genç kız Kang Hyuk’un lafını ağzında bıraktı. Kızlar neşeyle değiştirmeye geldikleri kitapları çıkartıp şamataya başlarken Hyo Rim güneş gözlüğünü takıp ayağa kalkmıştı bile. Kang Hyuk’a doğru eğildi, tezgahta onun önüne doğru bir kartvizit sürerken fısıldadı:

“Size kartımı bırakıyorum… Eğer yarın sabah müsait olursanız evime bekliyorum, adres kartta yazılı. Bu konuyu ayrıntılı bir biçimde görüşmemiz lâzım, bu çok önemli!”

Ve genç kız Kang Hyuk’un cevabını bile beklemeden gerisin geri yürüyüp dükkandan çıktı. Genç kızlar bir an şaşkınca onun arkasından bakmış, kendi aralarında fısıldaşmaya başlamışlardı: “O kadın… Wang Hyo Rim’e çok benziyordu değil mi?” “O olabilir mi?”

Ama Kang Hyuk hemen: “Eveeet, söyleyin bakalım hangi kitapları bitirdiniz?” deyince ilgi bir anda yine bu yakışıklı adama döndü. Kızlar birbirlerinin sözünü keserek okuduklarını anlatırlarken Kang Hyuk da gülümseyerek onları dinlemeye başlamıştı.

Fakat genç adam, Hyo Rim’in söylediklerinden sonra büyük bir felaketin yaklaştığını hisseder gibiydi…

***************************************************

Urban zakapa – Always be Mine

Ertesi akşam Min Woo çok heyecanlıydı. Genç adam evin içinde kıpır kıpır dolaşıyor, yerinde duramıyordu. Ji Han’ın alışverişe gitmiş olmasını fırsat bilip eve en pahalı restoranlardan en güzel yemekleri sipariş etmiş, masayı bu yemeklerle ve mumlarla donatmış, ayrıca romantik bir atmosfer için en güzel müzikleri de ayarlamıştı. Min Woo’nun içi içine sığmıyordu: Dün geceden sonra Ji Han göz göze geldikleri her seferinde kızararak bakışlarını kaçırmış, gün içinde sürekli kendisinden kaçmış olsa da, genç yıldız bu akşam her şeyi açık açık konuşmaya ve onu sevgilisi olmaya razı etmeye kararlıydı.

Min Woo birden ne düşündüğünü fark etti ve içinde hafif bir ürperti duydu: Sevgilisi… Bir adamı sevgilisi yapmaktan bahsediyordu! Ama tuhaf şey, bu ona son derece doğal geliyordu. Ji Han’a söyledikleri konusunda son derece ciddiydi: Şimdiye kadar asla düşünemediği bir şey başına gelmiş, bir erkekten hoşlanmaya başlamıştı. Hem de ne hoşlanma! Min Woo “seninle mahvolmaya da varım” derken yalan söylemiyordu. O yüzden ne olursa olsun bu sevgiyi sonuna kadar yaşamaya kararlıydı.

Min Woo kendi kendine sırıtıp dururken kapının şifresi öttü ve içeri elleri kolları poşetlerle dolu olarak Ji Ah girdi. Min Woo onu görünce hemen koşturup masanın baş köşesine kurulmuştu. Ji Ah içeri girdi ve masada çeşit çeşit yemekler, kandiller ve şarap eşliğinde Min Woo’nun karizmatik bir gülümsemeyle kendisine baktığını gördü.

“Elindekileri bırak ve yanıma gel Ji Han,” diye emretti genç yıldız. Ji Ah telaşla kekeledi:

“Şeeyyyy, b-benim biraz başım ağrıyor, izninizle direk odama-”

Ama Min Woo bu kez onun kaçmasına izin verecek değildi. Hemen ayağa kalktı, çevik bir hareketle koşturup elindeki alışveriş poşetlerini bile bırakmamış olan kızın koluna girdi, onu getirip masaya oturttu. Ji Ah poşetleri yavaşça ayağının dibine bırakırken kaderini kabullenmiş bir biçimde nefes verdi: Anlaşılan bu defa kaçarı yoktu…

Genç kız masanın üzerindekilere bir göz gezdirdiğinde ise gözleri hayranlıkla açıldı:

“Min Woo-şi, tüm bunlar da nedir böyle??” Masanın üzerinde çeşit çeşit yemekler, tatlılar, bir orduyu doyurmak üzere hazır bekliyorlardı!

“Bu akşam sana bir ikramda bulunmak istedim…” dedi Min Woo tüm şirinliğiyle. Sonra muzipçe parmağını salladı: “Diyetimi senin için bozuyorum, değerini bil, haha!”

Min Woo gülerek tabaklara yemek servisi yaparken genç kız tedirgince üzerindeki üniformayı kokladı: Piii, leş gibi olmuş… Böyle bir durumla karşılaşacağını bilse biraz daha özenli giyinirdi canım!

Gerçi… kendisi erkek kılığında bir şofördü, değil mi…

Min Woo ise bu gece tüm tatlılığını takınmıştı. Yemekleri servis etti, sonra şarap açtı ve ikisinin kadehini de doldurdu. Ve genç kızın gözlerinin içine bakıp tatlılıkla gülümsedi:

“Şerefe!”

Ji Ah da hafif tedirgince gülümseyerek kadehini kaldırdı.

Yemek boyunca Min Woo konuştu da konuştu: O gün sette olanlardan, bundan sonra yapacağı film projesinden, yönetmen Han’ın geçmişteki kirli çamaşırlarından, aklına ne geldiyse anlattı. Ji Ah’ysa son derece sessizdi, genç kız hâlâ bu heyecanlı adama kız olduğunu nasıl söyleyeceğini düşünmekteydi. Min Woo bıyık altından güldü: Onun sessizliğini yanlış anlayıp utangaçlığına vermişti… Aslında genç adamın biraz haklılık payı vardı; Ji Ah dün gece olanlar aklına geldikçe geriliyordu: Patronu ona “seninle yok olmaya da razıyım” deyip onu öpmüştü lan…

En sonunda yemek bitti ve masadan kalktılar. Ji Ah hâlâ tedirginlik içinde kıvranıyordu.

Min Woo’nunsa yüzüne anlayışlı bir ifade gelirken kanepeye geçip oturdu, Ji Ah’ya da yanına oturması için işaret etti:

“Ji Han… Gelsene, konuşmamız lâzım…”

Ji Ah ezilip büzülerek geldi, kanepenin bir köşesine ilişti. Min Woo ona gülümseyerek baktı, çocuk şu mahcup halleriyle öyle şirindi ki yanaklarını mıncıklamamak için kendini zor tutuyordu!

Söze kendisinin başlaması gerektiğini düşünüp boğazını temizledi:

“Öhöm… Şimdi… dün olanları ikimiz de hatırlıyoruz…”

Ji Ah dudaklarını ısırdı, ona bakmadan hafifçe başını sallayıp onayladı. Dün gece olanları şimdi hatırlıyor olmayı bırak, bütün bir ömrü boyunca unutabileceğini sanmıyordu!

Min Woo anlayışlı bir biçimde gülümsedi:

“Senin bu durumdan son derece rahatsız olduğunu fark edebiliyorum… Ve sanırım sebebini de biliyorum.”

Ji Ah’nın birden kalbi sıkıştı: “Eyvah!” Genç kız heyecan ve korkuyla: “Demek sonunda anlamış!” diye düşündü. “Kız olduğumu artık biliyor! Ama zaten beni öperken bile bunu anlamamış olsa biraz tuhaf olurdu…”

“Evet biliyorum: Aramızdaki işveren-çalışan ilişkisinden dolayı sıkılıyorsun…”

Ji Ah birden: “Ha??” diye kalakaldı. Min Woo’ysa anlayışlı patron havasında gülümseyerek sözüne devam ediyordu: “Ama lütfen sıkılma… Bundan sonra sana patronluk taslayacak değilim.”

Ji Ah derin bir nefes verdi: Genç kız rahatlamayla karışık biraz da hayalkırıklığı hissediyordu. Nasıl olurdu yaa, Min Woo onun kız olduğunu teninin yumuşaklığından, kokusundan da mı anlamamıştı? Yoksa bunca zamandır erkek kılığında gezmekten bu kadar mı bakımsız olmuş, erkekleşmişti?? Ji Ah birden fena halde üzüldü, sonra da çocuğa hırslandı: Şuracıkta üstünü başını yırtıp: “Kızım ulan ben, kızzz!” diye bağırmamak için kendini zor tutuyordu!

“Hatta belki de artık birlikte çalışmamamız en iyisi…”

Ji Ah birdenbire Min Woo’nun sözleriyle kendi kadınca alınganlıklarından sıyrıldı ve şak diye gerçek dünyaya döndü: İşten kovulmak üzereydi!

Genç kız korkuyla atıldı: “Ama efendim, ben-”

“Yanlış anlama, senin ve ablanın tüm masraflarını karşılayacağım elbette!” diye çabuk çabuk açıkladı Min Woo. Sonra tatlılıkla onun yüzüne baktı: “Ben sadece ikimizi eşit bir konuma getirmeye çalışıyorum…”

Ji Ah bir an durdu. Sonra buruk bir biçimde:

“Eğer bana hiç çalışmadığım halde para verecekseniz kendimi aşağılanmış hissederim Min Woo-şi,” dedi genç yıldıza. “O yüzden… o yüzden ya işimi korumama izin verin, ya da bırakın başka bir iş bulayım!”

Min Woo şaşkınlıkla ellerini kaldırdı: “Vovv… Dur, dur, sakin ol! Tamam tamam, vazgeçtim… Şoförüm olarak… hayır, asistanım olarak kalmaya devam edebilirsin!”

Ji Ah derin bir nefes alıp başını salladı. Gözle görülür biçimde rahatlamıştı. Ama sonra, yeniden dudaklarını ısırdı. Erkek olmadığını artık bir biçimde söylemesi lâzımdı.

“Bakın Min Woo-şi, ben aslında-” diye söze başladı.

“Bana artık Min Woo-şi deme! Min Woo de. Ayrıca şu kibar konuşma olayından da vazgeç!”

Ji Ah şaşkınlıkla “Ama-“ diye itiraz edecek oldu, Min Woo’ysa ışıl ışıl gözlerle onun sözünü kesti: “Anlamıyor musun, artık ben senin patronun olmaktan önce, erkek arkadaşınım! Ve sen de… Eee…” Min Woo bir an durdu, sonra bir tuhaf olmuş biçimde ekledi: “Hımm, sanırım sen de benim erkek arkadaşım oluyorsun…” Ama genç adamın yüzünden bu işten pek hoşlanmadığı anlaşılıyordu. Ji Ah fırsat bu fırsat diye hemen atıldı:

“İşte bakın, ben de onu diyorum, erkek arkadaş değil de-“

“Evet haklısın, erkek arkadaş demeyelim, sevgili diyelim!” diye onun sözünü tamamladı Min Woo. Genç adam heyecanla yerinden fırladı, salonda hızlı hızlı yürümeye başladı: “Aslında bu olanlar çok tuhaf… Yani…” Yeniden elini başına götürüp bir an durdu, sonra sinirli sinirli güldü:

“Ben… ben böyle bir ilişki yaşayacağımı asla düşünmezdim! Ama şu anda hiçbir şeyden pişman değilim! Gerçekten! Seni öptüğüm için pişman değilim! Senden hoşlanıyorum Ji Han, bir erkek olmana rağmen senden hoşlanıyorum, hatta belki de bu yüzden hoşlanıyorum senden!”

Ji Ah birden irkildi: “Anlamadım?? Ben erkek olmasam benden hoşlanmaz mıydınız? Ee, yani hoşlanmaz mıydın?”

“Bilmem, belki de…” diye dudak büktü Min Woo. “Erkek olmasan bu kadar güvenilir bir insan olmazdın belki. Senle her şeyimi açık açık paylaşamazdım, birbirimizi bu kadar iyi anlıyor olmazdık… Bilirsin, kız milleti biraz daha içten pazarlıklıdır..” Böyle deyip şirince göz kırptı. Ji Ah ise iyiden iyiye bozulmuştu.

“Yaa…” dedi bozuk bir sesle. “Demek… kız milletini içten pazarlıklı buluyorsun.”

“Evet, ne sinsidir onlar!” dedi Min Woo yüzünü buruşturarak. Ji Ah öfkeyle dişlerini sıktı.

“Ama bunca zamandır sevgililerini bu sinsi kızlardan seçiyordun, yanlış mıyım??”

Ji Ah aslında kendi cinsinin “sinsi” diye adlandırılmasına bozulmuştu ama Min Woo onu tamamen yanlış anladı. Genç adam ufak bir kahkaha attı:

“Ahaha! Demek şimdiden kıskançlıklara başladın! Bu ne hız böyle??”

Urban zakapa 지겨워

Sonra kanepede Ji Ah’nın hemen yanına oturdu. Genç kızın elini tuttu. Ji Ah hafifçe irkildi. Başını kaldırıp Min Woo’ya baktığında, onu sevgiyle kendisini süzerken buldu.

“Bak, sana karşı dürüst olacağım,” dedi Min Woo. “Ben gay değilim derken ciddiydim. Sen ilgi duyduğum ilk erkeksin. Ama şu anda senden başkasını gözüm görmüyor. Erkek falan dinlemeden seni öpmek, sana dokunmak istiyorum!”

Ji Ah korkuyla yutkundu: “Gulp!” Min Woo ise devam ediyordu:

“Ama bu durum ne kadar sürer, bir süre sonra yeniden kızlar ilgimi çekmeye başlar mı, öyle bir durumda ne olur, inan ki hiçbir fikrim yok… Yani kızları sinsi bulduğum gerçek; ama dolgun göğüslü, uzun bacaklı bir hatun da kanımı kaynatmaya yetiyor, doğruya doğru!”

Genç adam muzipçe güldü. Ji Ah ise ona gıcık olmayı bekleyerek içini yokladı. Ama aksine, bu samimi tavır hoşuna gitmişti. Aynı anda, Min Woo da yüzündeki çocuksu ifadeyle ona baktı:

“Ama şu anda senin mesela göğüslerinin olmamasının inan ki hiçbir önemi yok: Dedim ya, gözüm senden başkasını görmüyor… Elbette erkek zaaflarım her zaman var olacak, taş gibi hatunları görünce her zaman salyalarım akacak, ama yanımda istediğim, güzel anları paylaşacağım kişi sen olacaksın… Beni anlıyorsun değil mi?”

Ji Ah hafifçe başını salladı. Genç kız ne diyeceğini bilemiyordu. Min Woo’nun kendisine sevgiyle bakan gözlerini görünce kalbinde derin bir sızı hissetti: Çocuğa kız olduğunu söylediği anda kendisine olan tüm güvenini bir anda yerle bir edecek, “kızlar sinsidir!” yargısını iyice güçlendirmiş olacaktı.

Ama… ama bunu daha ne kadar saklayabilirdi ki? Üstelik de sevgili olmak üzerelerken… Bir an önce söylemek en iyisiydi. O yüzden genç kız cesaretini topladı ve:

“Bakın, tüm bunlar iyi hoş da, benim size, yani sana anlatmam gereken daha önemli bir şey var,” diye söze başladı. “Bak Min Woo, sen gerçekten de gay değilsin… Zaten ben de gay değilim… Birbirimizi çekici bulduk, çünkü-”

“Tamam, boşuna yorulma, ben bunların farkındayım,” diye onun sözünü kesti Min Woo. “Senin gay olmasan bile beni çekici bulman kadar doğal bir şey olamaz, hatta çekici bulmasan insan olduğuna bile şaşardım! Bense… hımm, sonuçta çok güzel bir yüzün var, bakma dolgun göğüs falan dedim ama güzel yüz de benim için önemlidir… Ama ondan da öte, hayatımda ilk defa birinin kişiliğinden bu kadar etkileniyorum…”

Genç yıldız durakladı. Ji Ah’ya duygulu gözlerle baktı. Sonra uzandı, kızın alnına düşmüş bir tutam saçı kulağının arkasına attı. Ji Ah ister istemez ürperdi bu dokunuştan.

“Sen gerçekten özel bir insansın,” dedi Min Woo duygu yüklü bir sesle. “Belki de şu anda hayatta en çok güvendiğim, en çok inandığım insansın… İyi ki seninle tanışır tanışmaz sana iş teklif etmişim!” Ve genç yıldız yine böbürlenmeden edemedi: “Zaten tam bir insan sarrafıyımdır, öhöm!” Sonra, gözlerindeki sevgi dolu pırıltı ile yeniden ekledi: “Ama aynı zamanda, çok da şanslıyım: Herkes senin kadar dürüst, senin kadar yürekli bir arkadaş bulamaz…” Bunları söyledikten sonra Ji Ah’nın yüzüne doğru eğildi, ve fısıldayarak ekledi: “…ve sevgili de!”

Ve dudaklarını Ji Ah’nın dudaklarına dokundurdu. Ji Ah yine tüm hücrelerine kadar ürperdi: Genç kızın aklında az önceki cümleler çınlıyordu: “Şu anda hayatta en çok güvendiğim insansın…”

Bu güveni bir anda nasıl paramparça edecekti, Tanrım?!

Hüzünle içini çekti. Min Woo’ysa onun içlenmesi ile daha da duygulanmıştı, genç adam bir eliyle kızın başının arkasından tuttu, Ji Ah’nın üzerine doğru eğildi ve öpücüğü derinleştirdi. Ji Ah’nın kokusu tüm hücrelerini doldurmuştu; Min Woo’nun bu kokuyla başı dönmeye başlamıştı. Ji Ah’yı öperken içinden: “Bunun bu kadar doğal geleceğini hiç düşünmezdim,” diye geçiyordu. “Ben biseksüelmişim de haberim yokmuş!” Oysa şimdi, bu güzel dudakları öpmek ona ne kadar iyi geliyordu!

Ji Ah ise allak bullaktı. Genç kız artık bütün dengesini şaşırmıştı; vicdan azabı, tutku, sevgi birbirine karışmıştı. Kız sarhoş gibi: “ama ona söylemeliyim…” diye düşündü, ama neyi söylemesi gerektiğini bile hatırlayamaz haldeydi. Beyninin arka fonunda: “ama ona söylemeliyim..” cümlesi dönüp dururken kendisi de Min Woo’nun güzel dudaklarının tadına kapıldı…

Min Woo’ysa Ji Ah’nın tüm yüzünü öpücüklere boğmuş, daha fazlasını istemeye başlamıştı. Ji Ah’nın belinde duran eli yavaşça yukarı doğru uzandı, kızın üzerindeki gömleğin düğmelerini teker teker açmaya başladı.

İşte o anda Ji Ah kendine geldi! Birden öpüşmeyi kesti, elleriyle yakasını kapatıp irileşmiş gözlerle Min Woo’ya baktı:

“Ne yapıyorsun?!”

“Hiiiç, çok tatlısın, biraz daha yakınlaşmak istiyorum,” dedi Min Woo aldırmazca, ve yeniden ona doğru uzandı. Ama Ji Ah ani bir hareketle yerinden fırladı. Gözleri korku doluydu.

“Ben… ben sanırım odama gitsem iyi olacak!” dedi ve Min Woo’nun “hey, ne-“ demesine bile kalmadan koşar adımlarla uzaklaştı!

Min Woo ise kanepenin üzerinde kalakalmıştı. Genç adam hayalkırıklığı ile bir nefes verdi, ve bir an Ji Han’ın peşinden gitmeyi düşündü; tam da işler hızlanırken böylece bırakılır mıydı canım?? Ama sonra düşündü ve:

“Çocuk haklı…” diye mırıldandı, “Sen o kadar duygular muhabbeti yaptıktan sonra çocuğa one night stand muamelesi yaparsan o da kaçar tabii… Yavaştan almayı öğrenmen gerek Min Woo, yavaştan al…”

Ama yine de acıklı gözlerle az önce Ji Ah’nın oturduğu yere bakıp iç çekmeden edemedi…

***************************************************

“İçeri gelin, Kang Hyuk-şi!”

Kang Hyuk Hyo Rim’in peşinden eve girdiğinde yüksek tavana, bembeyaz duvarlara, her halinden çok pahalı olduğu anlaşılan dekorasyona hayranlıkla bakmış, genç yıldızın gerçekten iyi kazandığına hükmetmişti. “Eh, elbette öyle olmalı, Hyo Rim-şi Kore’nin en popüler yıldızlarından biri,” diye düşündü genç adam kendi kendine.

Ama yine de salona girdiği andaki ihtişama hazırlıklı değildi. Kang Hyuk ağır varaklı koltuklara, pirinç saksılara, duvardaki kocaman yağlıboya tablolara, özellikle bir duvarı boydan boya kaplayan ve tavana dek uzanan kütüphaneye hayret ve hayranlıkla bakakaldı.

Hyo Rim hafifçe gülümsedi ve biraz mahcup bir tavırla:

“Şeyy, bunların tümü aile yadigarı eşyalar,” diye açıkladı; “Bizim… şeyy, anne tarafından soyumuz kral Hyojong’a dayanır da… Hatta belki duymuşsunuzdur, Kökler dizisi için beni düşünmelerinin asıl sebebi buydu…” Evin duvarlarını işaret etti: “Burası da aslında bana ait değil, aileme ait bir malikâne; ben de burada hâlâ anne ve babamla yaşıyorum… İşte öyle…”

Genç kız hafifçe kızarırken Kang Hyuk onun mahcup hallerine şaşırmadan edememişti. Sinema ve televizyon dünyasının parlayan yıldızının daha havalı olmasını beklerdi. Üstelik şimdi öğrendiğine göre Hyo Rim soyluydu da. Ama karşısındaki gayet normal, mütevazı bir genç kızdı.

“Aileniz şimdi burada mı?” diye sordu. Hyo Rim: “A, hayır, Hindistan’a gittiler,” dedi. Sonra muzipçe güldü: “Bundan böyle dünyayı gezmeye karar verdiler de… Neyse, içecek olarak ne alırsınız?”

Kang Hyuk: “Hiçbir şey almam, teşekkür ederim,” derken aynı anda iki minik köpek havlayarak köşeden çıkıp salona daldılar. Hyo Rim neşeli bir çığlık attı ve onları kucakladı:

“Ooooyy, kimler gelmiş! Ji Sub, Jun Ki, siz misafirimize hoşgeldin demeye mi geldiniz bakiym? Oy benim oğluşlarım!”

Hyo Rim bir yandan minik köpekleri gıdıklayarak severken diğer yandan da gülen gözlerle Kang Hyuk’a dönmüştü: “Bana ailemi sormuştunuz ya, işte benim ailem burda ajuşi,” dedi gülerek. “Ji Sub’la Jun Ki tam dört senedir benimle birlikteler. Artık ailem gibi oldular…”

“Gerçekten çok tatlılar,” dedi Kang Hyuk ve çömelip köpeklerden birini okşamaya başladı: “Ama bunlar çok ufak görünüyor, söylemeseniz yavru zannederdim…”

“Glen of Imaal Teriyeri onlar, bu kadar büyüyorlar,” dedi Hyo Rim. Sonra ayağa kalktı, yüzünde hâlâ az önceki gülüşün izleri dururken: “Biz en iyisi çalışma odama geçelim,” dedi. “Size anlatacaklarımı ciddiyetle tartışmamız gerekecek…”

Az sonra iki genç, çalışma odasındaki maun sehpanın iki tarafındaki koltuklarda karşılıklı oturuyorlardı. Genç kız Kang Hyuk’un tüm itirazlarına rağmen “lütfen deneyin, aşçımızın özel tarifidir,” diye çocuğun eline bir meyve kokteyli tutuşturmuş, bir tane de kendine doldurmuştu. Kendi kadehini hızla başına dikti, söze nasıl gireceğini bilemiyordu. Ama bunu yapmak zorundaydı.

Nihayet:

“Kang Hyuk-şi, korkarım hem sizin hem de benim için kötü haberlerim var,” diye başladı. “Ben…” Bir an durdu, başını kadehine eğdi. Sonra hafif bir sesle sözünü tamamladı: “Dün gece Ji Ah ve Min Woo’yu öpüşürken gördüm!”

Keremcem – Nerelere Gideyim

Kang Hyuk birdenbire içine asit dökmüşler gibi tam kalbinde derin bir yanma hissetti. Demek… demek sonunda korktuğu başına gelmişti! Genç adam sesinin titremesine engel olabilmek için oturduğu koltuğun kenarını bütün gücüyle sıktı:

“Nasıl… Nerede gördünüz?”

Hyo Rim ona üzüntüyle bakıyordu: “Min Woo’nun evinin önünde… Ben… ben onları takip etmiştim…” Sonra hafif buruk bir biçimde gülümsedi: “Min Woo Ji Ah’nın kadın olduğunu biliyor derken yalan söylemiyordum…”

Bir an durdu, sonra asıl söylemesi gerekenleri hatırlayıp kendini toparladı: “Bakın… Sizin Ji Ah’ya olan ilginizi biliyorum. Bense…” Genç kız bir an durakladı, bunu söylemek kendisi için çok zordu. Ama devam etmek zorundaydı, yutkundu ve sözünü tamamladı: “Bense Min Woo’yu unutamıyorum… Ayrılmamızın üzerinden tam üç sene geçtiği halde o aptal, o bencil, o şımarık herifi unutamıyorum! O yüzden… o yüzden ben…”

“O yüzden siz de bana işbirliği yapıp ikisini ayırmamız teklifinde bulunacaksınız,” diye onun sözünü tamamladı Kang Hyuk. Hyo Rim biraz şaşkın:

“E-evet, ben-” diye söze başlamıştı ki Kang Hyuk sertçe ayağa kalktı, genç kıza haşin gözlerle baktı:

“Üzgünüm ama ben böyle bir şey yapamam!” Sonra bir an durdu, kaşlarını çattı ve başına bir ağrı saplanmışçasına kaşlarının arasını ovuşturdu. Tekrar konuşmaya başladığında sesi kırıktı: “Bakın… Ji Ah’nın beni sevmesi için hayatımı bile vermeye razıyım!… Ama… ama onun mutsuzluğuna sebep olacak bir şey yapmayı asla, ama asla düşünemem… O yüzden sizin entrikalarınıza dahil olmam mümkün değil!”

Böyle dedi ve hızlı adımlarla yürüyüp odadan çıktı. Hyo Rim arkasından: “Bir dakika!-” diye seslenecek oldu; fakat genç adam çoktan kapıyı arkasından çarpmıştı bile. Hyo Rim hayalkırıklığı içinde tekrar koltuğuna oturdu…

Kendini evden dışarı atan Kang Hyuk’unsa gözleri yaşlıydı: Dün gece Ji Ah’nın geri gelmemesinin sebebini anlamıştı. Dünden beri kendisini bir defa bile arayıp özür dilememesinin sebebini anlamıştı.

Anlamıştı ki güzeller güzeli biricik aşkı, bir defa daha ellerinin arasından kayıp gidiyordu…

***************************************************

Tom Jones – Sex Bomb

Min Woo neşeli bir ıslık tutturmuştu: Genç adam banyodan çıkıp odasına geçti, aynanın karşısında çıplak vücudunu keyifle süzmeden edemedi:

“Heyt bee! Tam bir seks bombasısın adamım! Ji Han senin bu vücudunu görünce kendinden geçecek!”

Genç yıldız ayna karşısında pazularını sıkıp kendi kendine sırıtmaya başladı: “Haha! Zavallı Ji Han, beni ne kadar kıskansa yeridir! Bir onun o çiroz kollarını, incecik belini düşün, bir de benim şu kaslı vücuduma bak, heyt beee!” Sonra bir an duraklayıp dudak büktü: “Hımm… Gerçi o çiroz haliyle katır kuvveti var çocukta… Ama iyi ki kaslı-maslı değil, böyle feminen, ince bir vücudu olması çok daha çekici…” Min Woo hülyalı bir biçimde Ji Ah’nın narin figürünü düşündü bir an.

Ama hemen sonra, başını sallayıp kendine geldi: Daha dün gece bu fiziksel yakınlaşma işini yavaştan almaya karar vermemiş miydi? Öyle ya… İşleri aceleye getirmeden, yavaş yavaş ilerleyip zavallı kırılgan Ji Han’ı ürkütmemesi lâzımdı…

Sonra bir an durdu. Bu arada… kendisinin de bu işin iki erkek arasında nasıl olacağı hakkında hiçbir fikri yoktu. Acaba şey mi…

Birden feci halde utanarak ellerini yüzüne kapattı! Hayal etmeye bile utanıyordu, aaahhh!

Ama öte yandan… Ji Han’la birlikteyken onun o sıcaklığına fena halde kapılıyor, her şeyi unutuveriyordu… Ya bu gece de aynı şey olur, ikisi birden gaza gelir de şeye karar verirlerse…

“Ovvv, benim bu işi bir an önce öğrenmem lâzım!” diye düşünüp şimşek gibi laptopunun karşısına geçti Min Woo. Arama çubuğuna gay porn yazdı ve gelen videoları bir öğrenci titizliğinde izlemeye başladı.

O sırada Ji Ah ise akşamın yemeğini hazırlamakla meşguldü. Ama genç kız buzdolabında Min Woo’nun bugüne ait özel yemeğinin kalmamış olduğunu görünce tereddütle durakladı: Acaba kendisi sipariş verse mi, yoksa Min Woo’ya bir danışsa mı? Ona sormanın daha akıllıca olduğuna karar verip mutfaktan çıktı, merdivenleri tırmanmaya başladı.

Genç yıldızın odasına gelince umursamazca kapıyı tıklatıp içeri daldı: “Min Woo, akşam için lahanalı somon yemeğinden kalmamış, acaba sipariş-“

Ama gördüğü manzara karşısında zavallı kızın lafı boğazında kaldı: Odada yarı çıplak bir Min Woo, gözlerini bilgisayar ekranına dikmiş, pür dikkat garip bir şeyler izliyordu!

Tam da o anda ekrandan bir erkek sesi: “Evet sevgilim, evet! İstiyorum!” diye arzuyla bağırmasın mı…

Ji Ah’nın suratı karmakarışık olurken Min Woo basılmış olmanın paniği içinde:

“Ji Han!! Dur, inan ki açıklayabilirim!” diye bağırıp kapıya doğru bir hamle yaptı! Ama tam o anda belindeki havlunun kenarına basıp tökezledi, havlu açılıp yere düştü! Ji Ah ufak bir çığlık atıp ellerini yüzüne kapadı, sonra hemen dışarı kaçtı. Kapıyı arkasından kapatırken:

“B-ben… ben en iyisi sonra geleyim!” diye bağırdı ve koşarak merdivenlerden gerisin geri inmeye başladı. Zavallı kız şoktaydı – az önce sevgilisini porno izlerken yakalamıştı! Hem de… gay pornosu! o_O

Min Woo ise o odadan çıkar çıkmaz inleyerek yatağa gerisin geri oturuverdi.. Çok pis rezil olmuştu yaaa!… Daha iki gün önce “ben gay değilim! Sen ilgi duyduğum ilk erkeksin!” diye bağırırken şimdi bu videoyu izlerken yakalanmak… Min Woo hırsla yerinde tepinmeye başladı, bir yandan da ağlar gibi vıyaklıyordu: “Aişşşşş!!! Rezil oldum, rezillll! Ottukeee???”

O sırada mutfağa kaçmış, bir bardak su içip kendine gelmeye çalışan Ji Ah ise bu akşam bir daha Min Woo’nun yanına gitmeyeceğini iyi biliyordu!

***************************************************

Daisy OST – Final Song

Fırlattığım ok havada süzüldü, ve az ilerideki geyiği tam kalbinden vurdu. Etrafımızdakiler hayranlık nidaları atarken Prens Bongrim de bana dönüp gülümsemişti:

“İyi atıştı Jong Hwa! Tam bir saray muhafızından beklenecek cinsten!”

Saygıyla gülümseyip önünde eğilerek selamladım onu: “Teşekkür ederim veliaht prensim…”

O gün prensle birlikte avlanmaya çıkmıştık. Çevremizdeki kalabalık prense eşlik eden maiyetiydi. Bongrim artık veliaht prens olduğu için (ve maalesef prens So Hyun’un katili hâlâ yakalanmadığı için) majesteleri kral ona bu adamların sürekli olarak eşlik etmesi için emir vermişti. Tüm bu kalabalığın ve resmiyetin olmadığı eski günlerimizi öyle özlüyordum ki…

Bongrim birden, sanki tam da benim düşüncelerimi duymuş gibi adamlarına döndü:

“Siz şu aşağı taraftaki patikadan gidin! Jong Hwa ve ben şu sağdakini takip edeceğiz. Soğuksu pınarının kaynadığı açıklıkta sizinle buluşuruz, anlaşıldı mı?”

Adamlarda bir dalgalanma oldu, bir tanesi şaşkınlık içinde: “Ama efendim-” diyecek oldu; ama Bongrim çatık kaşlarla onun sözünü kesti: “Ben ne diyorsam öyle yapın!”

Bunun üzerine adamlar eğilerek selam verdiler ve geri geri yürüyüp çevremizden çekildiler. Şimdi Bongrim’le ikimiz kalmıştık. Ona hafifçe gülümsedim ve saygılı konuşmayı bir tarafa bırakarak:

“En sevdiğim arkadaşımı özlemiştim,” dedim. Bongrim gülümseyerek omzumu sıktı: “Ben de öyle!”

Ormanın derinliklerine doğru birlikte yürümeye başladık. Bongrim düşünceliydi. Zaten zavallı arkadaşım ülkesine döndüğünden beri gün yüzü görmemişti: Prenses Hee Jin’in idamından beri birkaç ay geçmiş olmakla beraber yarattığı korkunç etki hâlâ taptazeydi. Ülkenin değişik köşelerinden her gün isyan haberleri geliyordu. Veliaht prensi gerçekten de kralın bizzat kendisinin öldürdüğüne inananların sayısı azımsanamayacak kadar çoktu. En başta da Prenses Hee Jin’in annesinin soyunun da dahil olduğu Noron klanı geliyordu: Soylu noronlar yaşlı kralı artık apaçık eleştirmeye, tahttan çekilmesini talep etmeye başlamıştı.

Bense, tüm bu karmaşanın tam ortasında kalmış olan sevgili dostum için içtenlikle üzülüyordum.

“Bongrim,” dedim yumuşak bir sesle. “Seni çok düşünceli görüyorum. Sen… iyisin değil mi?”

Bongrim bana dönüp hafifçe gülümsedi: “Benim için endişelendiğini iyi biliyorum sevgili dostum… Ama merak etme. Ben gayet iyiyim.”

Sonra durdu, hüzünle içini çekti: “Ben iyiyim iyi olmasına da… ülkenin durumu için aynı şeyi söyleyemeyeceğim…”

Kalbim korkuyla sıkıştı. Bilmediğim şey değildi, ama yine de bunu veliaht prensin ağzından duymak içimde büyük bir sıkıntının büyümesine yol açmıştı.

“Biz… bir şey yapamaz mıyız?” diye sordum. “Noronlarla majestelerinin arasını düzeltmek, halkı yatıştırmak için yapacak bir şeyler olmalı! Yoksa… korkarım daha çok kan dökülecek…”

Bongrim kaşlarını çattı. Ağır ağır: “Bunları ben de düşünüyorum,” dedi. “Yaşlı Go Han’la konuştum. Onun kralımıza çok hizmetleri olmuştur, sen de biliyorsun… İşte o bana bir akıl verdi. Sanırım onun dediği gibi yapacağım…”

“Nedir o?” diye sordum merakla. Ama sonra haddimi aştığımı düşünüp kekeledim: “Afedersin! Yani ben… eğer benim de sana yardım edebileceğim bir şeyse, tüm kalbim ve yeteneklerimle emrindeyim!”

Bongrim bana dönüp sevgiyle gülümsedi: “Biliyorum Jong Hwa… Senin dostluğundan ve sadakatinden hiçbir şüphem yok… Ama bu iş, yalnızca benim yapabileceğim bir şey… Olay şu ki, Noron klanının yeniden gönlünü alabilmek için Prenses Hee Jin’in kız kardeşi He Ran’la evlenmem lâzım…”

Birden dünya durdu sanki. Olduğum yerde sallandım… 

Şimdi artık kuşların ötüşünü duyamıyordum. Az önce yüzümü okşayan bahar yeli birden buz kesmişti. Bütün dünya karanlığa boyanmıştı sanki. Hiçbir şey göremiyordum.

Demek ölmek böyle oluyordu…

Ama hayır… Ölmüyordum. Allah kahretsin ki ölemiyordum!

Bongrim’in sesini, yıllar ötesinden gelirmişçesine de olsa duymaya devam edebiliyordum çünkü:

“… He Ran benim ölmüş amcamın kızıdır, onun çocukluğunu bilirim… Ve Tanrı bilir ya, ona asla o gözle bakmamıştım… Ama şimdi mühim olan ülkemizin şu düştüğü kara günlerden kurtulması: Ve bunu sağlamanın tek yolu da bu politik evliliğin gerçekleşmesi ve yengem Hee Jin ve ailesine itibarlarının iade edilmesinden geçiyor…”

Bongrim durdu ve bana baktı. Uzun süredir hiç sesimin çıkmaması merakını çekmiş olmalıydı. İşte o zaman toparlandım. Kendime bile yabancı gelen bir sesle:

“Demek… demek öyle,” diye mırıldandım. “Eğer yapılması gereken buysa…”

“Evet, öyle,” dedi Bongrim. Ve içini çekti: “Tanrım, zavallı kıza acıyorum: Daha ablasının yasını tutmadan zoraki bir evliliğe zorlanacak… Ama ne yazık ki başka çare yok…”

Başını iki yana salladı ve yürümeye devam etti.

Bense, kalbimde korkunç bir acıyla oracıkta kalakaldım…

***************************************************

Ji Ah keskin bir çığlıkla uyandı. Genç kız apar topar yatağından fırladı, şimşek gibi bir hızla Min Woo’nun odasına koşturdu. Kapıyı tıklatıp girdiğinde Min Woo yatağında korkudan açılmış gözlerle bir köşeye büzülmüştü.

“Ne oldu? Yine kabus mu?” dedi Ji Ah kesik kesik soluyarak. Min Woo dehşet içinde başını salladı. Ji Ah hemen gerisin geri koşturdu, dolaptan bir şişe su kapıp geri geldi. Min Woo’ya pet şişeyi uzatırken alnı endişeyle kırışmıştı. Yatağa oturup elini hâlâ dehşetle derin nefesler alıp veren çocuğun omzuna koydu:

“Korkma… Sadece bir kabustu… Korkacak bir şey yok…”

“Ama anlamıyorsun… O duygular… O üzüntü, o kalp kırıklığı… Her şey o kadar gerçek ki…” diye fısıldadı Min Woo. Genç adamın hâlâ elleri titriyordu. Zorlukla birkaç yudum su içerken Ji Ah onu üzüntüyle seyrediyordu. Min Woo şişeyi dudaklarından çekti, ve boğuk bir sesle:

“Biraz… bahçeye çıkıp hava alalım olur mu?” diye mırıldandı, “Yoksa göğsümdeki bu ağırlık hiç gitmeyecekmiş gibi hissediyorum…”

Ji Ah “tamam” anlamında başını salladı ve yataktan kalkmasına yardım etmek için genç yıldıza elini uzattı.

Jaejoong – I’ll Protect You

Az sonra iki genç gece ayazına aldırmadan evin bahçesine çıkmış, havuz kenarındaki şezlonglarda oturuyorlardı. Min Woo üzerindeki battaniyeye sarılmış, gözlerini havuzun evden gelen loş ışık altında parlayan sularına dikmişti. Kısık bir sesle:

“Bazen iki hayatım olduğunu zannediyorum,” diye mırıldandı. “Rüyalarımda gördüklerim, hissettiklerim öyle gerçek ki, orada da bir hayat yaşıyor gibiyim! Ve bu durum beni mahvediyor…” Ji Ah’ya dönüp acıklı gözlerle baktı: “Hiç tanımadığım insanlara dostum, hiç bilmediğim bir kadına aşkım demenin ne kadar tuhaf ve sarsıcı olduğunu anlayabiliyor musun Ji Han?”

Ji Ah yalnızca başını sallayabildi. Genç kızın nutku tutulmuştu, Min Woo’nun her kabus görüşünde neden bu kadar sarsıldığını şimdi daha iyi anlıyordu. Min Woo:

“Üstelik yaşananlar öyle korkunç şeyler ki, tüm bunları geçmiş hayatlarımın birinde yaşamış olma fikri bile beni delirtmeye yetiyor,” diye devam etti. “Tanrı aşkına, rüyamda bir prensesin idamını izledim ben Ji Han! Kim bilir bundan sonra ne gelecek; belki kendim de birini öldüreceğim!” Min Woo titreyen ellerini yüzüne kapattı. Ji Ah ise ne diyeceğini bilemiyordu. Genç kız bir yandan rüyaların ayrıntılarını delice merak ediyor, diğer yandansa Min Woo’nun şu perişan hali fena halde içine dokunuyordu. Ellerini yüzüne kapatmış, dehşet ve çaresizlik içinde titreyen bu genç adam yüreğini parça parça etmişti.

Birden uzandı, ve Min Woo’nun saçlarına dokundu. Min Woo şaşkınca ellerini yüzünden indirdiği zaman, Ji Ah’yı şefkat ve sevgiyle kendi başını okşarken buldu.

“Korkma…” dedi Ji Ah yumuşacık bir sesle. “Tüm bunlar ne anlama geliyor bilmiyorum ama birlikte çözeceğiz… Her şeyi birlikte aşacağız… Artık yalnız değilsin Min Woo…”

Min Woo’nun birden gözleri doldu: Ji Ah ona öyle tatlı bakıyordu ki, genç adamın kalbi kuş gibi hafifledi sanki. “Yalnız değilim…” Bu düşünce ne kadar güzeldi! İnsanın içini nasıl da ısıtıyordu!

“Gerçekten… hiç yanımdan ayrılmayacaksın, değil mi?”

Min Woo’nun çocuksu bir sesle sorduğu bu soru Ji Ah’nın kalbini bir defa daha titretti. İki gündür yaşananlar kızın başını döndürmüş, onun gerçek duygularını çözmesine hiç fırsat bırakmamıştı. Ama şimdi Min Woo’nun ona yalvarırcasına bakan güzel gözlerini görünce yüreğinden bu çocuk saflığındaki gence doğru ılık ılık bir şeyler aktı sanki… Ji Ah birden onu sarıp sarmalamak, dünyanın tüm kötülüklerinden korumak isterken buldu kendini.

Şimdi Min Woo onun patronu değildi artık. Kore’nin en büyük yıldızlarından biri de değildi. Şimdi Min Woo, onun sıcaklığına muhtaç, korkmuş bir çocuktu.

Ji Ah yüreğindeki bütün sevecenlikle gülümsedi ve Min Woo’ya doğru uzanıp onun başını kendi omzuna doğru çekti. Genç adama sıkıca sarılırken:

“Sen istemedikçe yanından ayrılmayacağım,” diye fısıldadı.

Min Woo’yu tam kalbinden vurdu bu sözler. Genç adam az önceki tüm kaygılarını unuttu; kendisine sarılan sevgilisine o da sıkıca sarılıp başını onun omzuna gömdü. Ji Ah’nın boynundan yükselen sıcaklığı içine çekmek istercesine gözlerini yumdu.

Ji Ah’ysa kollarının arasındaki bu çocuğun kendisi için ne kadar değerli olduğunu hüzünle karışık tuhaf bir mutluluk içinde fark ediyordu: Başlarda şımarık bir velet olarak gördüğü bu ufaklığı zamanla içtenlikle sevmeye başlamıştı. Bu… aşk mıydı? Hayranlık mıydı? Yoksa başka bir şey mi? Ji Ah şu anda bunu tam olarak anlayacak kadar duygularını çözememişti. Tek bildiği, Min Woo’ya sarılmanın kendisini çok iyi hissettirdiğiydi.

İki genç uzun süre sarmaş dolaş, böylece kaldılar. Sonra Ji Ah, yavaşça geri çekildi. Min Woo ise kollarını onun sırtından ayırmadan başını kaldırdı ve karşısındaki yüze baktı. Ji Ah’nın yüzündeki sevgi dolu anlamı görünce bir kez daha sevinçle gülümsedi. İki genç göz göze geldiler.

Bu defa Ji Ah uzandı ve karşısındaki çocuğun dudaklarına tutku dolu bir öpücük kondurdu.

Min Woo’cuksa bu öpücüğe hazırlıksız yakalanmıştı: Şimdiye kadar olayları başlatan hep kendisi olmuştu; hatta şu ana kadar Ji Han’ın kendisine olan duygularından bile emin değildi. Ama şimdi, dünün utangaç çocuğu kendisini büyük bir sevgi ve şehvetle öpmüştü! Min Woo Ji Han’ın içinden çıkıveren bu ateşli sevgili karşısında bir an alıklaşsa da, kendini çabuk toparladı. Ve kendisini öpmüş, geri çekilmek üzere olan kızı tuttu, yeniden kendine doğru çekti ve onun öpücüğüne aynı biçimde karşılık vermeye başladı.

Şimdi iki genç dünkünden de daha ateşli bir biçimde öpüşüyorlardı. Ji Ah: “Tanrım, bu delilik!” diye düşünürken yakaladı kendini. “Ne yapıyorum ben böyle?! Biraz daha devam edersem kız olduğumu anlayacak!” Ama bir yandan da tuhaf bir biçimde artık hiçbir şeyi umursamaz haldeydi: “Ne olacaksa olsun,” diye geçirdi içinden. “Artık umrumda değil… Ne olacaksa olsun…”

O sırada Min Woo boğuk bir inilti çıkardı ve diğer şezlongda oturan kızı hızlı bir hareketle kendi kucağına çekti. Bu sırada ikisinin üzerindeki battaniyeler de kaymış, yere düşmüştü: Şimdi vücutları ince pijamaların üzerinden birbirine yaslanıyordu. Min Woo bir koluyla Ji Ah’nın sırtından kavradı, onu iyice kendisine doğru çekti.

“Ji Han…” diye fısıldadı öpücükler arasında. Ji Ah bir an için korkuyla kasıldı: Evet, işte anlamıştı!

Ama birdenbire, genç kız ne olduğunu bile anlayamadan pençe gibi bir el koluna yapıştı ve onu fırlatır gibi çekip ayağa kaldırdı. Ji Ah gözlerini açar açmaz nereden geldiğini bile anlayamadığı bir tokat yüzünde patladı!

“AHHH!”

“BABA!” Ji Ah’nın çığlığı, Min Woo’nun haykırışına karışmıştı. Ji Ah bahçedeki çimenler üzerine yanağında feci bir sızıyla düşerken orta yaşlı adamın Min Woo’nun yakasını kavradığını dehşetle fark etti: Cha Kyu Won, gözlerinden ateş saçar gibi bakıyordu:

“BU NE REZALET??!!!” diye kükredi! “Min Woo, sen ne halt ettiğini sanıyorsun, ha?!”

Min Woo birden sertçe silkindi, yakasını babasının elinden kurtardı. Ve hemen, yere düşmüş olan sevgilisinin başına koşturdu: “Ji Han! İyi misin canım?”

“Bunu nasıl yaparsın?! Aile şerefimizi ayaklar altına aldın!” diye kükredi Cha Kyu Won bir kez daha. Hızlı adımlarla yürüyüp oğlunun yanına geldi, elindeki tomarı tokat gibi onun suratına çarptı: Min Woo, yere saçılan kağıt tomarının bir sürü fotoğraf olduğunu hayret içinde fark etti. Kendisinin… ve Ji Han’ın fotoğrafları… Dün gece, arabaya yaslanmış öpüşürlerken çekilen fotoğraflar…

“Cha Min Woo! Bu rezil ilişkiye derhal son vereceksin, yoksa!…” diye haykırdı Cha Kyu Won. “Yoksa!…”

Min Woo başını kaldırdı, ve babasının bir kaya sertliğinde bakan acımasız gözleriyle göz göze geldi. Kyu Won, şu anda her türlü kötülüğü yapabilirmiş gibi görünüyordu…

-On Birinci Bölümün Sonu-

Onuncu Bölüm: “Ben seninle birlikte yok olmaya da razıyım…”

Moon and Sun – Back in Time

Sarayın önündeki büyük meydanın tam önünde, ayakta dikiliyordum. Tam karşımda, büyük bir halk yığını var. İnsanlar büyük bir merak ve korkuyla bekliyor. Ortalık mahşer yeri gibi; konuşanlar, bağıranlar, ağlayanlar… “Olamaz, bu gerçek olamaz değil mi?” “Kral bunu kendi gelinine nasıl yapar?!” “Sadece gelini değil, aynı zamanda yeğeni de!” İnsanlar olup bitenlere inanamıyor.

Ben de öyle…

Görevimin gerektirdiği gibi hiç kıpırdamadan dimdik durup delici gözlerle karşımdaki kalabalığı süzerken aslında gerginlik ve üzüntüden oluk oluk terliyordum. Bu olanlara ben de inanamıyorum. Büyük bir kabusun içinde gibiyiz, her şey gerçek olamayacak kadar korkunç! Ama ne yazık ki… hepsi gerçek…

Prens Bongrim’in bile bütün çabalarına, tüm dil dökmelerine rağmen engelleyemediği korkunç bir olay gerçekleşmek üzere… 

Ve kabusu daha da dayanılmaz yapmak üzere, uzaktan onun geldiğini görüyorum…

İnsanlar onu ve annesini taşıyan taht-ı revanı görünce saygıyla iki yana açılıyorlar. Taht-ı revanı taşıyan dört hizmetli ilerliyor, tam meydanın kenarında, merdivenlerin başladığı noktaya kadar gelip duruyorlar. Taht-ı revan indiriliyor, içeriden solgun yüzlü iki kadın çıkıyor: He Ran… ve annesi.

İkisi de o kadar solgun ki her an yere yığılıverecek gibi görünüyorlar. Ama asaletlerini hiç bozmadan ilerliyor, meydanın en önüne kadar geliyorlar. O sırada He Ran’la göz göze geliyoruz.

Ama o, hemen gözlerini kaçırıyor…

Kalbime sivri uçlu bir bıçak saplanır gibi oluyor: Benden nefret etmekte haklı, hem de yerden göğe kadar haklı! Ne demiştim ona? “Ben, kraliyet töre bakanı Cha Im Woon’un oğlu Cha Jong Hwa, size burada şerefim üzerine yemin ediyorum ki, sizi ve hanedan üyelerini uğursuz bir kaderden korumak için kanımın son damlasına kadar savaşmaya hazırım!”

Ama… tutamadım sözümü…

Onu, ve ailesini koruyamadım…

Tam o anda kalabalık dalgalanıyor ve insanlardan bir uğultu yükseliyor: Sarayın büyük demir kapıları ardına kadar açılıp kolları zincirlenmiş tutsak beliriyor, muhafızlar arasında meydana getiriliyor.

He Ran’ın annesinin fenalaştığını, He Ran’ınsa onu düşmekten korumak için son anda koluna yapıştığını fark ediyorum. İçim o kadar eziliyor ki, onların yanına doğru koşmamak, görevimin başında kalabilmek için bütün gücümü sarf edip başımı çeviriyorum.

Tutsak prenses çok, çok yorgun görünüyor… Yüzü kireç gibi bembeyaz… Günlerdir yemek yemediği belli… Anlaşılan o ki, umrunda da değil. Eşini kaybettikten sonra hayata küsmüş, kaderini kabullenip ölümü bekliyor… Okçuların hedefi olan yere yöneltilip elleri kenardaki tahtalara bağlandığında hiç itiraz etmiyor. Sanki şimdiden bambaşka bir âlemde gibi…

Aynı anda saray kapıları bir defa daha açılıyor ve yaşlı kral maiyetiyle birlikte dışarı çıkıyor. Kralın biraz arkasında yürüyen Prens Bongrim’le göz göze geliyoruz. Zavallı arkadaşım bana umutsuz bir yüzle bakıyor: Anlaşılan o ki, kralı bir türlü ikna edememiş. Acıyla yutkunuyorum.

Kralın çıkışı ile birlikte kalabalıkta bir uğultu daha yükseliyor. Herkes heyecan ve korku içinde: Bütün bunlar gerçekten yaşanıyor olabilir mi?! Kral, kendi yeğenini, ölen oğlunun eşini, hem de böyle bir yöntemle tüm halkın gözleri önünde idam mı ettiriyor gerçekten?! Kimse bir şey demiyor ama herkesin beklentisi son anda kralın: “Prenses Hee Jin’i bağışlıyorum… Kendisi oğlumun bana emanetidir,” demesi yönünde.

Oysa yaşlı kralın gözleri bir kaya kadar sert bakıyor:

“Vatana ve kralına ihanet edenlerin sonu böyle olur!” diye kükrüyor. “Yapan kim olursa olsun, ihanet suçu asla affedilemez! Bugün burada gördükleriniz, törenin hükmü karşısında en üst düzeydeki soyluların bile dokunulmaz olmadığının bir göstergesidir!”

O sırada Bongrim’in krala yaklaştığını görüyorum. Arkadaşım büyük bir saygıyla kralın önünde eğiliyor:

“Majesteleri! Ne olur bu seferlik affetseniz… Benim, oğlunuz veliaht prensin hatırı için yengem Prenses Hee Jin’i affederseniz, beni ve tüm Chosun halkını berhudar etmiş olursunuz…”

Kalabalıktan onaylar gibi mırıltılar yükselirken kral:

“ASLA!” diye kükrüyor! “O kadın beni cinayetle suçladı! Bir kul, kralına nasıl böyle bir ithamda bulunabilir?? Üstelik arkamdan işler çevirdi, cinayeti araştırmaya kalktı… Bana karşı kurulan bir komplonun başı, bu hain kadındır! O yüzden bağışlanması söz konusu bile olamaz!”

Ve bu sözleri söyledikten sonra komutana sert bir hareketle işaret veriyor: Komutan emrindeki okçulara dönüyor: “Herkes yerini alsın! Hazır! Nişan al… Atın!”

Bongrim’in umutsuz bakışları ve kalabalığın soluğu kesilmiş sessizliği arasında havada uçan okların ıslık gibi sesi duyuluyor:

“Pat!” “Pat!” “Pat!”

Ve genç kadının göğsünde son bulmaları sadece bir saniyede gerçekleşiyor… Ama o sırada, ve hemen sonrasında oluşan sessizlik, asırlar sürüyor sanki…

Ve sessizliği bir kadın çığlığı yırtıyor:

“HEE JIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIINNNNNNNNNNNNNNNNNN!!!!!”

Prensesin yaşlı annesi feryatlar ederek kanlar içindeki kızına doğru bir hamle yaparken He Ran onu güçlükle zapt ediyor. Zavallı sevdiğimin gözleri ıpıslak, bir yandan yağmur gibi yaşlar dökerken, bir yandan da acıdan çığlıklar atan annesine engel olmaya çalışıyor. Yaşlı kadın daha fazla dayanamayıp acıdan iki büklüm olmuş halde yere yığılırken ben de kendime daha fazla engel olamıyorum. Görevmiş, sorumlulukmuş, her şeyi bir kenara fırlatmaya hazır, He Ran’a doğru koşmak üzere bir hamle yapıyorum.

“HAYIR!”

Birdenbire, birisi kolumu sıkıca tutup gitmeme engel oluyor. Şaşkınca bakışlarımı bu kişiye çevirince onun en yakın arkadaşım Ha Rim olduğunu görüyorum. Ha Rim, her zamanki şakacı tavrının aksine çok ciddi bir biçimde bakıyor bana. Gözlerinden ateş saçar gibi bakıyor. “Hayır…” Onun kararlılıkla bakan gözleriyle göz göze geliyorum, ve kaslarım gevşiyor: Ha Rim, haklı… He Ran’ın yanına gidersem bu her şeyi daha da berbat etmekten başka bir işe yaramaz… Oysa şimdi prenseslerinin idamını izlemiş olan halk, patlamaya hazır bir bomba gibi… Onların sakince dağılmasını sağlamak benim görevim…

Kalbime kırık cam parçaları batarken zavallı sevgilimi tüm acısıyla baş başa bırakıp arkamı dönüyor, gözlerimde yaşlarla, meydanın öteki ucuna, halkın olaysız biçimde dağılmasını sağlamak üzere ilerliyorum…

*********************************************

Min Woo o gün sette hiç olmadığı kadar dalgındı. Bir gece öncenin akşamdan kalmalığını henüz üzerinden atamamıştı. Asistan kızlardan birinin:

“Buyrun efendim, kahveniz,” diye uzattığı kahveyi hafif bir teşekkür kelimesi mırıldanarak aldı. Ve hemen başına dikti: Ayılması ve kendini işe konsantre olmaya zorlaması gerekiyordu…

Ama aklı Ji Han’la dopdoluyken bunu nasıl yapabilecekti, doğrusu bilmiyordu…

Dün gece alkolün verdiği tatlı vurdumduymazlık yerini yeniden kaygılarla dolu bir gerçekliğe bırakmıştı. Min Woo dün geceki duygularını ne yazık ki hâlâ tüm canlılığı ile hissediyordu: Şoförüne karşı hissettiği o yoğun duygular… Ama şimdi ayık kafayla düşününce bunun durumu çözmek yerine iyice karmaşıklaştırdığını fark ediyordu: Acaba piyasadaki diğer gay aktörler gibi undercover mı yaşamak zorunda kalacaktı? Kore toplumu örneğin Japonya ya da Amerika gibi değildi; bir erkeğe ilgi duyduğu anlaşılırsa piyasadan tamamen dışlanabilirdi! Ayrıca… Min Woo Ji Han’dan hoşlanıyordu da, çocuk kendisi hakkında ne düşünüyordu bakalım? Daha gay olduğu bile belli değildi; hatta Hyo Rim haklıysa bir kız arkadaşı bile olabilirdi! Min Woo kaşlarını çatıp kahve kupasını öfkeyle önündeki sehpaya çarpar gibi bıraktı. Ve içini çekip önündeki senaryo metnine uzandı…

Yaklaşık beş saatlik duraksız çalışmadan sonra Min Woo’nun pili tamamen bitmişti. Yönetmenin “kestik!” demesiyle birlikte az önceki enerjik hali bir elbise gibi üzerinden sıyırdı, yorgun bir nefes verdi. Kendisine uzatılan havluyla terini silerken yönetmenin “İyi işti Min Woo-şi!” diye kendisini tebrik etmesini donukça gülümseyerek hafif bir baş selamıyla cevapladı. Bu sırada oyunu kameraların arkasından izleyen Soo Hyun onun ve hemen yanında asistanlardan birinin verdiği suyu başına dikmiş içen Hyo Rim’in yanına gelmişti:

“Tebrikler Min Woo, Hyo Rim-şi, ikiniz de bir harikaydınız,” diye gülümsedi menajer. Sonra ikisinin birden ortasına geçip gülümseyerek fısıldadı: “Bu arada bu akşam ikiniz için Seoul Tower’daki lüks restoranların birinde rezervasyon yaptırdım; unutmadınız değil mi? Biliyorsunuz ki birlikte yemek yemeniz ve dostluk mesajı vermeniz dizinin promosyonu için harika bir reklam olacak!”

Hyo Rim tatlılıkla gülümsedi: “Siz hiç meraklanmayın, elbette unutmadım Soo Hyun-şi… Orada olacağız, değil mi Min Woo?” Min Woo ise somurtarak homurdandı, bu emrivakiden hiç mi hiç memnun değildi. Ama Soo Hyun sinirli bir sırıtışla onun omzunu sıkınca “Tamam beee…” diye mırıldandı. Bu türden dostluk, hatta flörtleşme gösterilerine mecbur olduğunu biliyordu; en azından dizi bitene kadar. O yüzden somurtarak Soo Hyun ve Hyo Rim’e döndü: “Saat sekizde orada olacağım… Ama o zamana kadar beni rahat bırakın tamam mı, eve gidip dinlenmek istiyorum!”

Tam o anda, stüdyonun giriş kapısında tiz bir ses çınladı:

“MİN WOO-Şİİİİİİİ!!! Açın kollarınızı, en büyük hayranınız geldi!!!”

Min Woo’nun gözleri inanmazlıkla irileşti: “Owww, yooo!” (Yalan Dünya – Çağatay sesiyle okuyunuz 😛 ) Gerçek hayattaki kabusu, dev deniz anası Sun Ah, nasıl olduysa buraya da girmişti! Onu uzaktan seçmiş olan genç kadın neşeyle elindeki pinik sepetini işaret edip bağırdı:

“Size kedi balığı getirdim! Kendi ellerimle pişirdim, şimdi de kendi ellerimle yedireceğim, hu huuuu!”

Min Woo telaşla Soo Hyun’a döndü: “Hyung, ben hemen burdan uzuyorum! Sun Ah’yla sen ilgileniyorsun tamam mı? Hadi eyvallah!” Ve genç kadını hiç işitmemiş gibi arkasını dönüp kulise doğru koşturdu. Hyo Rim şaşkınca Soo Hyun’a baktı:

“Bu kadın da kim, Soo Hyun-şi?”

“Min Woo’nun şoförünün ablası,” dedi Soo Hyun canı sıkkın bir biçimde. Geçen sefer Sun Ah’nın elinden zor kurtulduğunu unutmamıştı; üstelik şimdi işi daha da zor görünüyordu:  Sun Ah kendisini engellemeye çalışan set görevlilerini iki hamlede sağa sola itmiş; Min Woo’nun az önce dikildiği yere doğru koşturmuştu. Soo Hyun’un yanına gelince:

“Min Woo-şi nereye kayboldu?! Yoksa onu siz mi içeri yolladınız??” dedi adamı azarlar bir sesle. “Onunla konuşunca sizi de şikayet edeceğim Soo Hyun-şi! Geçen sefer bana “ben seni ararım” diye söz verdiniz, ama ne aradınız ne sordunuz! Ayıp ayıp, aaa!”

“Bildiğiniz gibi çok yoğun çalışıyoruz; ama bir fırsatını bulunca arayacaktım,” dedi Soo Hyun zoraki gülümseyerek. İçindense: “Seni arayacağımı söylemesem o gün beni bırakacağın yoktu ki cadaloz kadın!” diye geçiriyordu. Sun Ah dudak büktü:

“Beni yemeğe çıkaracağınıza söz vermiştiniz… Hem kariyer fırsatlarını da tartışacaktık…” Sonra birdenbire aklına gelen şeyin heyecanıyla bağırdı: “Oh, bu arada fark etmedim sanmayın: Kökler’in geçen haftaki bölümünde Ji Ah’yı da oynatmışsınız; hem de Çinli prenses rolünde!!! O role ablası olarak ben daha çok yakışmaz mıydım haa, şu endamıma, şu güzelliğime bakın!” Sun Ah böyle deyip havalı havalı poz verirken Soo Hyun’sa:

“Ehehe, elbette orası kesin de, o sahneler çekilirken biz daha tanışmamıştık,” diye zorlukla sırıttı. İç sesi ise “ne prensesi ulan, seni ancak büyücü cadı olarak oynatırım ben beee!” diye bağırıyordu.

Aynı anda ikilinin atışmalarını keyifle dinleyen Hyo Rim’in gülümsemesi dudaklarında dondu.

Ji Ah…

Sun Ah Ji Han değil, Ji Ah demişti… Ve Ji Ah’nın prenses rolünde oynadığını söylemişti… Hyo Rim şaşkınlıkla nefesini tuttu: Tüm bunlar ne demek oluyordu?!

Yoksa… yoksa Min Woo’nun şoförü…

Hyo Rim birdenbire sert bir hareketle arkasını döndü, hızlı adımlarla yürüyerek odadan çıktı. Genç kızın kaşları ciddiyetle çatılmıştı: Bunu öğrenmenin tek bir yolu vardı…

*********************************************

Min Woo üstünü değiştirip kendini stüdyonun dışına attığında derin bir nefes aldı. Ji Ah her zamanki gibi onu arabasının içinde bekliyordu. Genç yıldızın halini görünce tatlılıkla:

“Çok yorgun görünüyorsunuz… Hemen eve gidiyoruz değil mi efendim?” diye sordu.

Min Woo bir an durakladı. Sızım sızım sızlayan eklemleri, eve gidip akşam yemeği saatine kadar dinlenmeyi delice istiyordu. Ama öte yandan… Genç adam şoförünün profilden görünen beyaz boynuna kaçamak bir bakış attı. Sonra gözlerini camdan dışarı çevirdi, ilgisiz olmaya çalışan bir sesle:

“Hayır…” diye mırıldandı, “Bugün hava çok güzel… Şöyle dışarıda, mümkünse pek fazla insan olmayan bir yerde biraz dolaşmak istiyorum…”

Ji Ah bir an düşündü: Pek fazla insan olmayan bir yer… Tereddütle patronuna döndü:

“Şeyyy, şehir dışına çıkabiliriz ama bilmem ki ister misiniz? Kuzey doğuya doğru, okyanus kenarında çok güzel piknik yerleri, kırlık alanlar biliyorum ama yol en az bir-bir buçuk saat sürer…”

“Olsun, gidelim,” dedi Min Woo hevesle. “Hadi vakit kaybetme, gazla bakalım!”

“Siz nasıl emrederseniz!” dedi Ji Ah ve gazı kökledi.

Katzenjammer – Demon Kitty rag 

Yaklaşık bir buçuk saat sonra iki genç kendilerini küçük bir kasabanın çarşısında dolaşırken buldular. Ji Ah bildiği dağ yollarında bisikletle dolaşmayı teklif etmiş, bu öneri Min Woo’nun aklına yatınca da genç kız direksiyonu en yakın kasabaya doğru kırmıştı. Bisiklet kiralayacak bir dükkan ararlarken kendilerini bir insan kalabalığı içinde bulunca şaşkına döndüler. Ama Ji Ah durumu anlamakta gecikmedi; az ötede kasaba meydanının girişine asılmış bir afişi işaret etti:

“Bugün burada panayır varmış… Kalabalık o yüzden olmalı…”

Min Woo’ysa sıkıntıyla yüzünü buruşturdu: “Olamaz yaa! Şimdi burda biri beni tanırsa bütün kasabaya imza dağıtmak zorunda kalırım!”

Ji Ah düşünceli düşünceli: “Evet ya… Böyle bir sorunumuz var, değil mi…” diye mırıldandı. Ama hemen sonra, az ilerideki bir dükkan gözüne ilişti. Genç kızın bir anda gözleri parladı, Min Woo’yu kolundan tuttu:

“Gelin benle! Bir fikrim var!”

Az sonra Min Woo başında bir peruk, gözlerinde güneş gözlüğü ve pantolonunun üstüne giydiği kocaman bir etekle dükkandan çıktığında Ji Ah eseriyle gurur duyuyordu! Sırıtarak Min Woo’ya baktı:

“Bayan olmak size çok yakıştı Min Woo-şi!”

“Kes sesini,” diye homurdandı Min Woo. Altındaki uzun eteğe yüzünü buruşturarak baktı, neyse ki etek ayakkabılarını saklıyordu da çıkarması gerekmemişti; yoksa bu Ji Han utanmadan kendisine topuklu ayakkabı giymesi için de ısrar ederdi! İçini çekip şoförüne döndü: “Hadi bir an önce bisiklet kiralayıp çıkalım bu kasabadan!”

Böylece sağa sola bakarak kasabanın çarşısında yürümeye başladılar. Ji Ah sağlı sollu tezgahların kurulmuş olduğu bu yol boyunca kız kılığındaki Min Woo’nun yanında yürürken sırıtmadan edemiyordu: Dışarıdan bakan biri kadın olanın kendisi, erkeğinse yanındaki uzun saçlı güzel hatun olduğunu asla anlayamazdı! Ji Ah kendi kendine hınzırca sırıtırken hemen yanından geçtikleri tezgahın başındaki yaşlı kadın:

“Güzel kızı bulmuşsun, gülersin tabii di mi köftehor!” diye laf attı ona. “Gel de madem güzel sevgiline hoş bir takı al!”

Ji Ah sırıta sırıta tezgâha yaklaştı. “Nelerin var bakalım ajumma?” diye sordu yaşlı kadına. Kadın: “Ooo, neler yok ki, bak rengarenk kolyelerim, bileziklerim var…” diye tezgahtakileri işaret etti. Ji Ah bakınca ışıl ışıl parlayan rengârenk taşlı kolyeleri, bilezikleri gerçekten beğendiğini fark etti. Bir an düşündü, akşam Young Hee’nin doğumgününe davetliydi, doğru dürüst bir hediye almaya fırsatı olmamıştı, o halde bunlardan birini neden almıyordu? Böyle düşünüp neşeyle mavi bir bilekliği işaret etti:

“Tamam, şunu alıyorum ajumma! Ne kadar?”

“Sevgiline beğenip beğenmediğini sormayacak mısın?” dedi kadın yan gözle Min Woo’ya bakıp. Min Woo’ysa o sırada tam bir tikky hatun gibi eliyle kendini yelpazelemek ve gözlerini iri iri açarak oflayıp puflamakla meşguldü: Şuradan bir an önce kurtulsalar iyi olacaktı!

“Hadi ama Ji Haaaan, n’apıyorsun sen orda??” dedi sabırsızca. Ji Ah alelacele yaşlı kadına döndü:

“Sen hemen paket yap şunu ajumma, bizim hatun biraz kaprislidir de! Şimdi beni beklettin diye triplerden triplere koşar…”

Böyle deyip hemen uzatılan kolyeyi aldı, parasını verdi ve Min Woo’nun yanına koşturdu. Hâlâ ikisini izleyen yaşlı kadına rol kesmek için Min Woo’ya sevimlice sırıttı:

“Geldim işte hayatım! Haydi gidelim!”

Ve şaşkın Min Woo’yu çekiştirerek, bir yandan da kıkırdayarak panayır alanında ilerletmeye koyuldu. Biraz uzaklaşınca Min Woo’nun bir şey sormasına fırsat kalmadan:

“Ajumma ikimizi sevgili sandı!” diye güldü, “Size kolye aldığımı sanıyor! O yüzden öyle davranmak zorunda kaldım, kusura bakmayın…”

“Ha… Tamam…” dedi Min Woo şaşkınca. Bir an durdu, sonra merakla sordu: “Peki kolyeyi kime aldın?”

“Ha, akşam yakın bir arkadaşımın doğumgünü partisi var da… Ona aldım,” dedi Ji Ah umursamazca. Min Woo durakladı ve yan yan şoförüne baktı: Yoksa… Ji Han’ın kolye aldığı kişi, Hyo Rim’in bahsettiği şu kız arkadaş olabilir miydi? Genç yıldız tam ağzını açıp sormak üzereyken Ji Ah heyecanla ilerideki bir dükkanı işaret etti: “Oh! İşte bisikletçi şurda! Haydi Min Woo-şi, bir an önce alalım bisikletlerimizi!”

“Ta-tamam!” dedi Min Woo şaşkınca ve kendisini sürükleyen kızın hızına yetişmek için koşturmaya başladı. Ama bu uzun etekle koşmak da çok zor oluyordu canım, bacaklarına dolanıp duruyordu! Ji Ah gülmesini zor bastırarak patronuna baktı: Onu bu halde görmüştü ya, artık gözü açık gitmeyecekti!

*********************************************

Hyo Rim büyük bir hayretle derin bir nefes verdi: Gözlerini ekrandaki kızdan ayıramıyordu.

Az önce Kökler dizisinin ikinci bölümünü izlemeye başlamış; bölümde Çinli prenses rolü oynayan kızın sahnelerini elleri titreyerek arayıp bulmuştu. Kızın yüzünün tam olarak göründüğü yerde görüntüyü dondurdu. Ve kanının donduğunu hissetti:

Evet: Ekrandan kendisine gülümseyerek bakan yüz, aşırı makyajlı ve uzun saçlı bir perukla da olsa, Ji Han’a aitti…

*********************************************

The Classic OST – Me To You, You To Me

“Ama çok yavaşsın Ji Han, eğer bu hızla sürmeye devam edersen hava kararınca ancak tepede olacağız! Üstelik akşam yemeği için Seul’e dönmem gerekiyor biliyorsun!”

Ji Ah gıcık olmuş bir biçimde dişlerini sıktı ve homurdandı: “Sizin de pedal çevirmeniz gerekmiyor mu efendim??”

“Bu etekle çeviremediğimi söyledim ya! Etek pedallara dolanıyor,” diye dudak büktü Min Woo. Ji Ah dişlerini gıcırdattı: “Artık şehir merkezinden oldukça uzaktayız efendim, peruktan ve etekten kurtulabilirsiniz…” Ama Min Woo: “Olmaz, riske atamam…” deyince içinden Min Woo’yu kadın kılığına sokma konusundaki dâhi (!) fikrine sövmeye başladı!

Zavallı Ji Ah’cığın şanssızlığı bisikletçide sadece çift bisikletleri kalmış olmasıydı: Genç kız tek direksiyonlu iki oturaklı bu bisiklette mecburen öne oturmuş, ama Min Woo’nun tembelliğini hesaba katamamıştı. Şimdi döne döne yükselen kır yolunda kendi ağırlığı yetmiyormuş gibi bir de Min Woo’yu taşımak fazlasıyla zordu! Ji Ah: “Bu ay maaşımı çifte maaş istesem yeridir,” diye geçirdi içinden, “Bu herif yüzünden fıtık olucam lan!”

Neyse ki Ji Ah’nın pili bitmek üzereyken güzel manzaralı bir yer bulup durabildiler. Min Woo kuru dalların ve yaprakların kapladığı yere oturmadan önce şöyle bir burun kıvırdı, Ji Ah’nın oturması için yere bir şeyler sermesini bekliyordu. Ama şoförünün yorgunluktan sereserpe yere serildiğini görünce içini çekip beklemekten vazgeçti, genç kızın hemen yanına oturuverdi. Sağına soluna bakındı, sonra yüzünü buruşturarak kafasındaki peruğu çıkardı: “Pöfff, şu kirli şeyi de kafama taktım ya…”

“Merak etmeyin, ölmezsiniz…” diye mırıldandı Ji Ah. Şu anda hiç kapris çekecek durumda değildi.

Min Woo da peruğu ve eteği çıkarmış, onun yanına uzanmıştı. Şoföründen yana kaçamak bir bakış attı: Acaba ona kız arkadaş meselesini sorsa mıydı?

Bir süre iki genç de sustular. Sonra Min Woo çekingence:

“Bu arada… Akşam doğumgünü partisine gideceksin öyle mi?” diye söze başladı. Ji Ah’dan uykulu bir: “Hıhı…” geldi. Min Woo yerden bir parça ot kopardı, onu elinde evirip çevirmeye başlarken:

“Bu arada… geçenlerde başıma garip bir olay geldi. Sana anlatmadım ama geçen gün Hyo Rim’le birlikte asansörde kaldım ben, biliyor musun? İşte o gün Hyo Rim çok tuhaf bir şey anlattı: Seni bir kızla beraber 51 Cafede gördüğünü söyledi. Söylediğine göre çok samimi gibiymişsiniz. Hatta senin kız arkadaşın olduğunu iddia etti ama ben tabii Ji Han’ın kız arkadaşı olsa ben bunu bilirdim dedim. Yani tamam, her şeyini bana anlatman gerektiğini iddia etmiyorum ama sonuçta ben çalışanlarıma arkadaş gibi davranan bir patronum, sen de beni samimi bulup anlatırsın diye düşündüm. Kız arkadaşın ya da erkek arkadaşın varsa bunu anlayışla karşılarım.” Sonra birden durdu, heyecanla ekledi: “Öhöm, yanlış anlama sakın, erkek arkadaş derken bir şey ima ediyor değilim, yani bunlar doğal-”

Min Woo’nun sözü yarıda kaldı: Soluna doğru dönüp yanında yatan çocuğa bakınca Ji Ah’nın çoktan uyku moduna geçmiş olduğunu görmüştü. Min Woo uyuz bir biçimde yüzünü buruşturdu: Lan! Bir saattir boşuna mı çene çalıyordu??

Sonra “neyse…” der gibi bir ifadeyle hafifçe yerinde doğruldu, elindeki kuru ot parçasını Ji Ah’nın yüzüne yaklaştırdı. Ji Ah burnunu kırıştırdı ama uyanmadı. Min Woo’nun muzipliği tutmuştu, elini başının altına destek yapıp diğer elindeki otla kızın burnunu gıdıklamaya başladı. Zavallı Ji Ah eliyle sinek kovar gibi hareketler yapıp uykuya devam ettikçe Min Woo neşeyle kıkırdıyordu. Bir yandan da Ji Ah’nın güzel yüzüne yeniden hayran olmadan edemiyordu; bir erkek için ne kadar güzel bir yüzdü bu! Bu düzgün burun, bu dolgun dudaklar estetik olabilir miydi acaba? Min Woo anlamak istercesine Ji Ah’nın yüzüne iyice yaklaştı, saçları onun yüzüne değdi…

Birdenbire Ji Ah’nın gözleri “winkkk!” diye açıldı ve genç kız ani bir refleksle burnunu kendi burnuna dayamış olan Min Woo’yu alaşağı etti!

Şimdi Min Woo yerde yatıyor, Ji Ah onun tepesinde faltaşı gibi açılmış gözlerle ve hızlı hızlı soluyarak neler olduğunu kavramaya çalışıyordu. Min Woo’nun da gözleri korkuyla açılmıştı, genç çocuk panikle kekeledi:

“Ji-Ji Han! B-benim ben! Kötü bir niyetim yoktu!”

Ji Ah o anda kendine geldi, çocuğun yakasını kavrayan elleri gevşedi: “Ah, özür dilerim Min Woo-şi, ben-”

Ama genç kızın sözü yarım kaldı: Hemen arkalarından cırlak bir ses:

“Püüüüüü, utanmaz arlanmaz adi adamlar! Ormanın ortasında işi pişirmeye utanmıyor musunuz terbiyesizlerrr??!!” diye çınladı.

Ji Ah ve Min Woo şaşkın gözlerini sesin geldiği yöne çevirdiklerinde elinde koca bir merdaneyle orta yaşlı bir köylü kadının kendilerine doğru koşarak geldiğini gördüler. Kadın bir yandan da bağırmaya devam ediyordu: “Püüüü, ahlâksız herifler! Şehirler yetmedi, şimdi de bizim köyümüze mi dadandınız pis homolar!”

“KAÇ, KAÇ, KAÇ!” Min Woo Ji Ah’nın koluna yapışıp panikle yerinden fırladı, iki genç kendilerini bisikletin üzerine zor attılar! Min Woo bu defa öne geçmişti, pedallara yüklenirken:

“Sıkı tutun Ji Han!” diye bağırdı. Ve tüm gücüyle pedallara asıldı! Bisiklet hızla yokuş aşağı inmeye başlarken kızgın kadının yanından geçtiler, kadın merdaneyi şöyle bir salladı ama neyse ki isabet ettiremedi! Min Woo zafer dolu bir çığlık attı:

“Hahaha! O işler öyle kolay değil cadı kadın!”

“Min Woo-şi, dikkat! Önünüze bakın!” diye bağırdı Ji Ah. Neyse ki Min Woo önündeki tümseği zamanında gördü ve bisikleti kurtarmayı başardı. Sonra Ji Ah’ya bakıp bir defa daha neşeyle bağırdı:

“Vuhuuuuuuuuuuuuu! İşte budur! İşte bu, Ji Han!”

“AAAAGHHH, ÖNÜNE BAK ÇOCUUKKK!” diye bağırdı Ji Ah yine. Artık saygıyı-maygıyı bir tarafa bırakmıştı, bu genç yaşında buralarda ölmek istemiyordu!

Beyaz bisiklet Ji Ah’nın çığlıkları, Min Woo’nun kahkahaları arasında dağ yollarından hızla inerken Seul’ün kuzeyinde güneş batmaya başlamıştı…

*********************************************

“Evet arkadaşlar, bu kadar görüntü almak yeter… Şimdi lütfen genç çiftimizi rahat bırakalım…” dedi Soo Hyun ve deminden beri yemek masasındaki Min Woo ile Hyo Rim’i fotoğraflayıp duran onlarca muhabiri dışarı çıkardı. Kendisi de çıkıp kapıyı ardından çekerken ikisine göz kırptı: “Haydi size afiyet olsun!”

Onların çıkışından sonra Min Woo derin bir soluk aldı ve yüzündeki sahte gülümsemeden kurtuldu. Hiçbir şey demeden önündeki yemeği didiklemeye başladı. Hyo Rim’se düşünceliydi. Genç kız, sabahtan beri beynini kemirip duran düşüncelerle boğuşuyordu. Yemeğine yumulan Min Woo’ya kaçamak bir bakış attı: Min Woo şoförünün kadın olduğunu bilmiyordu galiba, değil mi? Hyo Rim birlikte oldukları günlerden beri Min Woo’nun kadın çalışanları işe almadığını iyi biliyordu. O yüzden Min Woo’nun bu işten haberi olmasa gerekti… Ama öte yandan, genç adamın asansörde kaldıkları zaman “Ji Han’ın kız arkadaşı olamaz!” diye abartılı tepkiler vermiş olmasının da bir sebebi olmalıydı…

Min Woo ise aynı anda Ji Han’ın kendisini buraya bıraktıktan sonra gideceği partiyi düşünüyordu: Nedense bu parti işi aklına fena takılmıştı. Acaba Ji Han o hediyeyi gerçekten de kız arkadaşına mı almıştı? Normal arkadaş olan bir kızla bir erkek birbirlerine öyle kolyeymiş, yüzükmüş, almazlardı galiba; öyle değil mi?

Genç adam en sonunda çatalını masaya bıraktı: Yararı yoktu, kafasına bu iş takılmışken yemek bile yiyemiyordu. Birden ayağa fırladı.

“Min Woo?? Ne yapıyorsun?”

Hyo Rim’in hayalkırıklığı yüklü sesini duyunca bir an düşüncelerinden sıyrılıp dünyaya döndü:

“Efendim? Haa, şeyy…” Omuz silkti Min Woo: “Ben daha fazla yemeyeceğim Hyo Rim, sen yemeklerin keyfini çıkar. Benim gitmem gereken bir yer var da…”

Böyle dedi ve kızın cevap vermesine bile fırsat bırakmadan hızlı adımlarla salonu bir baştan bir başa geçip gözden kayboldu. Hyo Rim olduğu yerde kalakalmıştı. Bir an, hayalkırıklığı ile dolan gözlerini Min Woo’nun kaybolduğu noktaya dikti. Sonra birden, ani bir hareketle kalktı, çantasına uzandı ve kendisi de Min Woo’nun kaybolduğu köşeye doğru koşar adımlarla ilerledi…

*********************************************

Ji Ah karaoke bara girdiği anda arkadaşlarını görmek için çevresini araştırıp dururken birdenbire iki kız hemen önüne damladılar:

“Hiiiii, Ji Aaaaah! Çok uzun zamandır görüşemedik, nasılsın canım benim??”

min hyung

min hyung

“Kısa saç sana çok yakışmış!” İki kız kendisine sarılıp şapır şupur öperlerken Ji Ah da: “Park Ha! Se Na! Sizi görmek ne güzel!” diye neşeyle cıvıldıyordu. Kızlar hemen onun kollarına yapıştılar, Ji Ah’yı kendi masalarına doğru çeke çeke götürürlerken konuşmaya devam ediyorlardı: “Ne iyi oldu da görüştük! Young Hee’nin doğumgünü olmasa üniversitedeki arkadaşlarla bir araya gelemeyeceğiz…” “Min Hyung kimle geldi tahmin bile edemezsin: Ha-neul!”

“Nasıll??? Yoo In Na’ya benzeyen ufaklık mı?” Ji Ah’nın ağzı açık kalmıştı. Park Ha gülerek “hişşşt, duyacaklar!” diye kıkırdadı, “Açıkçası ikisi çıkıyor mu çıkmıyor mu biz de hâlâ anlayamadık ama Min Hyung’un Ha Neul’a eskisinden biraz daha farklı davrandığı kesin…”

Park Ha ve Se Na birbirlerinin sözünü keserek neşeyle anlatmaya devam ederken Ji Ah yüzünde koca bir gülümsemeyle iyi ki gelmiş olduğunu düşünüyordu: Kızları aylardır, hatta belki yıllardır görmemişti; hayat koşuşturması içinde insan ister istemez kopuyordu arkadaşlarından… Young Hee sayesinde üniversite arkadaşlarıyla bir araya gelme fırsatı bulmuştu, ne iyi!

Birdenbire Ji Ah masanın ucunda oturan kişiyi gördü ve gülümsemesi dudaklarında dondu:

Kang Hyuk…

Aynı anda Kang Hyuk da gözlerini kaldırdı ve Ji Ah’yla göz göze geldi. Genç adamın yüzünden hafif bir tebessüm geçer gibi oldu. Başını hafifçe eğip kızı selamladı. Ji Ah’ysa o kadar şaşırmıştı ki selam bile veremeden öylece kalakalmıştı. Kang Hyuk’u burda görmeyi hiç mi hiç beklemiyordu!

“Ji Aaaaaaaahhh! N’aber tatlım??” Masanın diğer ucundan Young Hee rüzgar gibi koşturarak gelmiş, en sevdiği arkadaşına sarılmıştı bile. Sonra kızın ellerine yapıştı: “Pastaya yetişemeyeceksin zannetmiştim! Neyse ki geldin, o zaman hemen pastanın kesilmesine geçebiliriz!” Böyle dedi ve ortalıkta dolaşan garsonlardan birine işaret etti. Ji Ah ise kendini toparlamıştı, hemen arkadaşının kulağına eğildi:

“Kang Hyuk’u da mı davet ettin? Sadece üniversite arkadaşlarımız olacak zannediyordum…”

“O da üniversite arkadaşımız sayılır, aynı okuldan olmasak da birlikte az takılmadık,” diye cevapladı Young Hee. “Çağırmasam ayıp olurdu…”

Tam o sırada pasta geldi ve herkes alkışlamaya, neşeyle bağırıp çağırmaya başladı. Ji Ah da mecburen sesini kesip ortamdaki şamataya dahil olmak zorunda kaldı. Ama zavallıcık fena halde gerilmişti. Kang Hyuk’un olduğu tarafa bakmamaya çalışıyordu. Ortamdaki diğer insanlarla konuşup gülüşüyor, Kang Hyuk orda değilmiş gibi davranıyordu.

Ama çabaları boşunaydı: Pasta kesilip herkes bir köşede kendi dilimini yemeye başladığı anda birdenbire omzunun üzerinden bir ses:

“Ji Ah…” diye fısıldadı.

Taru – Me Too Flower OST

Ji Ah’nın tüyleri diken diken oldu. Hemen sağına soluna bakınıp kaçacak bir delik aradı; ama az önce çevresinde olan tüm arkadaşları başka köşelere dağılmışlardı. Ji Ah yerinden bile kıpırdayamadan Kang Hyuk onun kolunu tuttu ve yüzünü kendine doğru çevirdi. Ji Ah çaresizlikle derin bir nefes aldı. Yapacak bir şey yoktu. Cesur olmaya çalışarak bakışlarını kaldırdı ve Kang Hyuk’la göz göze geldi.

Ve genç kız birden üzüntüyle sarsıldı: Kang Hyuk ona öyle acıklı, öyle özlem dolu gözlerle bakıyordu ki… Üstelik genç adamın gözlerinin altı çökmüştü, sanki günlerdir uyumamış gibi görünüyordu. Yine de hafifçe, ama burukça gülümsedi Kang Hyuk:

“Nasılsın?”

“Ben… şey, iyiyim…” diye mırıldandı Ji Ah. “Sen… sen iyi misin peki?”

Kang Hyuk buna cevap vermek yerine acıyla gülümsedi. “Nasıl iyi olayım?” der gibi gülümsemişti. Ji Ah birden dostu için fena halde üzüldüğünü hissetti: Zavallı çocuk o günden beri kendini yiyip bitiriyor olmalıydı…

“Aslında ben… özür dilemek istemiştim,” dedi Kang Hyuk sonra. “Şey için… O gün olanlar için işte… Ben… aptalca davrandım. Ne olur bağışla beni…”

Böyle dedi ve başını önüne eğdi. Ji Ah’nın içi sızladı: Kang Hyuk’u böyle görmek isteyeceği son şeydi.

Ama…

Ji Ah bir an durdu, sonra elini uzattı ve Kang Hyuk’un kolunu tuttu.

Kang Hyuk hayret ve beklenti yüklü bakışlarla ona bakınca genç kız dudaklarını ısırdı. Utancından pembeleşmişti. Ama bunu konuşmak zorundaydı. Cesur olmaya çalışan bir biçimde:

“Bak…” dedi. “Ben aramızda bir tatsızlık olmasını istemiyorum, tamam mı? Eskisi gibi olmak istiyorum, her şeyi unutalım!”

Kang Hyuk ona ıstırap dolu gözlerle baktı. Sonra hafifçe başını eğdi.

“Ben… Ben bunu yapabileceğimi sanmıyorum… Özür dilerim…” diye mırıldandı ve arkasını dönüp yürümeye başladı.

Ama o sırada geri kalanlar karaokeye başlamış, seçilen şarkıyı kimin söyleyeceği tartışmaları alevlenirken gruptakilerden biri: “Bu şarkı tam Kang Hyuk’la Ji Ah’lık!” diye bağırınca herkes birdenbire aynı şeyi söylemeye başlamıştı: “Evet ya! Aynen öyle!” “Kang Hyuk, Ji Ah! Gelin, bu şarkıda düet yapmanız lazım!” “Haydi gençler!”

Min Hyung ve Park Ha koşturarak geldiler, şaşkınlık içinde neler döndüğünü anlamaya çalışan Ji Ah ve Kang Hyuk’un koluna girip ikisini de sahneye sürüklediler. Bu sırada Se Na hayretle olanı biteni izleyen Young Hee’nin kulağına eğilip:

“Bu ikisi hâlâ çıkmıyor mu? Bunca yıldır hepimiz aralarında bir şey olmasını bekleyip duruyoruz ama jetonları paraşütlüymüş, bir türlü düşmedi!” diye sırıttı.

Young Hee hayretle: “Ama onlar kanka!” deyince de Se Na kızın kafasına hafif bir şaplak atıp güldü: “Aman be Young Hee, sen oldum olası hep saftın zaten! Kanka ayağı ne ayağıdır bilirsin kızım, erkekle kızdan kanka olur muymuş??”

Young Hee duyduğu şeyin şokunu hazmetmeye çalışırken Ji Ah ve Kang Hyuk’sa ellerine tutuşturulan mikrofonlara hayretle bakmakla meşguldüler. Min Hyung neşeyle bağırdı:

“Hadi oğlum, bu şarkıyı hiç mi duymadınız?? Önce sen başlıyorsun Kang Hyuk!”

Jason Mraz – Lucky

Kang Hyuk şaşkınca başını salladı ve ekranda yazılı olan sözlere bakıp söylemeye başladı:

“Do you hear me / I’m talking to you / Across the water across the deep blue ocean / Under the open sky / Oh my, baby I’m trying”

Sonra Ji Ah sözü devraldı: “Boy I hear you in my dreams / I feel you whisper across the sea / I keep you with me in my heart / you make it easier when life gets hard”

Ve ikisi birden nakaratı söylemeye başladılar: “I’m lucky I’m in love with my best friend… Lucky to have been what I’ve been…”

Seyircilerden alkışlar, ıslıklar yükselmeye başladı: “Vuuuu! İşte buuu!” “Süpersiniz gençler!”

Ji Ah bir yandan şarkıyı söylemeye devam ediyor, bir yandan da hayretle Kang Hyuk’a bakıyordu. Şarkının sözlerini gerçekten de içinde hisseder gibiydi: Kang Hyuk “beni duyuyor musun, seninle konuşuyorum,” dediği anda onu ne kadar zamandır gerçekten duymadığını anlar gibi olmuştu. Sonra kendi sözleri gelmişti: “Ben seni rüyalarımda duyuyorum… Seni hep kalbimde saklıyorum… Hayat zorlaşınca onu kolaylaştırıyorsun…”

Ne kadar da doğruydu! Kang Hyuk şimdiye dek hep hayatını kolaylaştırmıştı…

Sonra… İkisi birden “şanslıyım ki en iyi arkadaşıma âşığım” diye söylemeye başlayınca Ji Ah kıpkırmızı olduğunu hissetti. Kang Hyuk da şaşırmış, sesi utangaç çıkmıştı bu bölümde. Ama seyirciler onları çığlık çığlığa alkışlamaya başlayınca Kang Hyuk yarı şaşkın, yarı mutlu gülümsedi. Ve ışıl ışıl gözlerle Ji Ah’ya baktı. Ji Ah da ona baktı. Ve kendisi de gülümsedi.

Evet, Kang Hyuk gibi bir dostu olduğu için çok şanslıydı… Aralarında her ne geçmiş olursa olsun, çok şanslıydı…

Ve şarkıyı daha güçlü bir sesle söylemeye başladı.

Tam da o sırada, Min Woo partinin yapıldığı mekâna gelmiş, kocaman, loş ve gürültülü barda Ji Ah’yı arıyordu. Sonra gözleri sahneye takıldı ve birdenbire gözleri hayretle açıldı.

Sahnede Ji Han… ve Kang Wook vardı! İkisi birbirlerine gülümseyerek düet yapıyorlardı. Söyledikleri şarkı ise…

Min Woo birdenbire dizlerinin titrediğini hissetti: “En iyi arkadaşıma âşık olduğum için şanslıyım” mı…

Genç adam öfke ve kıskançlıktan titremeye başladı. İçinden hınçla: “Ji Han… Sen bunu bana nasıl yaparsın??” diye bir düşünce geçti. Öfkeden kısılmış gözlerle sahneye baktı, sonra ani bir hareketle arkasını döndü, yürümeye başlarken cebinden telefonunu çıkardı.

Aynı anda Ji Ah ve Kang Hyuk da şarkının son notalarını tamamlamış, büyük tezahüratlar altında sahneden inmişlerdi. Ji Ah yanıbaşında: “Çok güzel söylediniz! Gerçek bir düet gibiydi!” diye kendilerini tebrik eden Park Ha ve Ha Neul’a utangaçça gülümseyip teşekkür etti. Sonra Kang Hyuk’a döndü. Şimdi biraz daha rahatlamıştı. Tatlılıkla gülümsedi:

“Güzel bir şarkıydı, benle paylaştığın için teşekkür ederim…”

“Asıl ben sana teşekkür ederim,” dedi Kang Hyuk. Genç adamın da gecenin başından beri ilk defa yüzünde bir rahatlama ifadesi belirmişti. Bir an durakladı, sonra cesaretini toplayıp Ji Ah’ya doğru bir adım attı:

“Ji Ah… Şeyy, eğer senin için de sakıncası yoksa biraz dışarı çıkıp ko-”

“Ah, bir dakika Kang Hyuk!” Ji Ah o sırada zır zır ötmeye başlayan telefonunu çıkardı ve yüzü buruştu. Arkadaşına döndü: “Min Woo-şi arıyor! Hemen cevap vermezsem ne kadar huysuzlanacağını bilirsin! Bekle, ben bunu dışarıda cevaplayıp hemen geliyorum…”

Genç kız böyle dedi ve telefonu açıp barın gürültülü ortamından dışarıya doğru ilerledi. Kang Hyuk bir defa daha, onun ardından bakakalmıştı…

Ji Ah bardan dışarı çıkıp telefonunu kulağına götürdü: “Alo? Alo?? Min Woo-şi?” Ancak karşıdan ses gelmiyordu. Ji Ah yüzünü buruşturup şaşkınca telefonu indirdi, ekrana baktı.

DBSK – Why Did I Fall in Love with You?

Tam o anda, arkadan birisi rüzgar gibi gelip koluna yapıştı ve kendisini çekiştirerek yürütmeye başladı! Ji Ah “n’oluyo yaa??” diyerek bu davetsiz misafirin yüzünü görmek için döndüğü zaman şaşkınlıktan ağzı bir karış açıldı:

“Min Woo-şi!”

“YÜRÜ!” Min Woo sert bir sesle bu tek kelimeyi söylemiş, sonra hırsla kızı çekiştirmeye devam etmişti. Ji Ah’yı çeke çeke binadan çıkardı, barın önüne park ettiği arabaya kadar yürüttü; sonra onu yan koltuğa oturtup şoför koltuğuna kendisi geçti! Gaza hırsla yüklendiğinde Mustang büyük bir homurtuyla ileri fırladı.

Aynı anda, biraz gerideki bir arabanın da farları yandı. Mustang’dekilerin haberi bile olmadan bu araba arkalarından takibe başladı…

Bu arada Ji Ah ise resmen aptallaşmıştı: Min Woo’ya ne diyeceğini bilemeden, korkuyla bakıyordu. Acaba ne yapmış da patronunu bu kadar kızdırmıştı? Min Woo burnundan soluyor, öfkeyle ileri bakıp son derece sert ve tehlikeli manevralarla kullanıyordu arabayı. Ji Ah korkuyla emniyet kemerini taktı ve çenesini kapattı. Çocuk bu haldeyken sorular sorup onu daha fazla kızdırmanın hiç gereği yoktu!

Yaklaşık on beş dakika sonra araba sert bir frenle Min Woo’nun malikânesinin önünde durdu. Min Woo arabadan inip kapıyı sertçe çarptı, sonra Ji Ah’nın kapısını açıp: “İn!” diye emretti. Ji Ah korkmuş gözlerle indi arabadan. Olabildiğince tatlı bir sesle:

“Efendim… bilmeden bir hatam mı oldu?” diye sordu. “Eğer ne hata yaptığımı söylerseniz, ben-“

“Ben gay değilim tamam mı!” dedi Min Woo birden onun sözünü keserek.

Bu laf o kadar alakasızdı ki Ji Ah yanlış duyduğunu zannetti: “Pardon, siz ne-“

“Sen gay olabilirsin! Hatta az önce gördüklerime bakılırsa kesinlikle öylesin!” dedi Min Woo sertçe. Genç adamın hâlâ öfkeden kaşı gözü seğiriyordu. Sonra bir an durdu. Başını yukarı doğru kaldırıp elini alnına götürdü ve sinirden gülmeye başladı. “Ah Tanrım… Bu olanlar öyle saçma ki..”

Ji Ah ise ne yapması, ne söylemesi gerektiğini bilememenin çaresizliği içerisindeydi. Ezik bir biçimde:

“Min Woo-şi, bakın ben gerçekten ne demeye çalıştığınızı anlamıyorum,” diye söze başladı, “Ben ne yaptım da sizi bu kadar kızdırdım? Lütfen bana doğru dürüst anlatır mısınız??”

Min Woo bunun üzerine başını indirdi, çocuğa döndü. Gözlerini kısıp öfkeyle baktı şoförüne:

“Bunu nasıl yaptığını bilmiyorum!” diye bağırdı. “Ama gay olduğuna göre belki de başından beri planın buydu! Evet, tabii ya!” Hızlı hızlı yürüdü, hâlâ arabanın yanında dikilen Ji Ah’nın yanına kadar geldi. Eliyle kızın çenesinden tutup kaldırdı, kendisine bakmaya zorladı. Ji Ah korkuyla yutkundu: Karşısındaki gözler hınç doluydu.

“O halde tebrikler!” diye tısladı Min Woo. “Beni oyuna getirmeyi başardın! Benim gibi, şimdiye dek yalnızca güzel kadınlarla birlikte olmuş, son derece yüksek standartları olan bir adamı baştan çıkardın! Doğrusu bravo, tebrik ederim!”

Ji Ah hayretle gözlerini kırpıştırdı: “E-efendim??”

“Evet doğru duydun!” diye bağırdı Min Woo. Genç adam hâlâ öfkeli görünmeye çalışıyor, ama başaramıyordu, dudakları titremeye başlamış, gözleri dolmuştu. Ji Ah’nın çenesini bırakmadan, ona bir adım daha yaklaştı. Şimdi aralarında on santim bile yoktu. Ji Ah Min Woo’nun nefesini yüzünde hissedince midesinden tüm vücuduna doğru bir ürperme yükseldi.

“Doğru duydun,” dedi Min Woo tekrar. Sesi titriyordu. “Senden hoşlanıyorum! İstesem tek bir hareketimle Seul’ün en güzel kızlarını yatağımda bulabilecekken, ben, bir erkek olan şoförümden hoşlanıyorum! Bu ne demek, anlayabiliyor musun??”

Ji Ah konuşma yetisini kaybetmiş halde, iri iri açılmış gözlerle bakakaldı yalnızca. Min Woo’nunsa gözlerinden birer damla yaş süzüldü. Dudakları titreyerek:

“Bu, mahvoldum demek…” diye fısıldadı. “Kariyerim, hayatım, her şeyim alt üst olacak demek…”

Ve Ji Ah’ya doğru son bir adım daha attı ve gerileyen kızı arabaya yapıştırdı. Ji Ah’nın kaçacak yeri kalmamıştı, arabayla Min Woo’nun vücudu arasında sıkışmış haldeydi. Genç kız bir yandan kalbi korku ve heyecanla atarken, diğer yandan gözlerini Min Woo’nun yaşlarla dolu güzel, badem gözlerinden alamıyordu. Duydukları yüzündense başı dönüyordu: Min Woo… kendisinden hoşlanıyordu öyle mi??

“Beni bitirdin Ji Han…” diye fısıldadı Min Woo. Genç adamın nefesi Ji Ah’nın yüzünü yaladı, Ji Ah başını geriye attı. Min Woo’ysa onu iyice beter etmek ister gibi yüzünü iyice yaklaştırdı bu yüze:

“Ama artık umrumda değil,” dedi nefes gibi bir sesle. “Ben seninle birlikte yok olmaya da razıyım!”

Ve hâlâ çenesini tuttuğu Ji Ah’yı kendisine doğru çekti…

Dudakları birleşirken Min Woo heyecan ve hazla titredi: Ah Tanrım, gerçekten de kendini mahvediyordu! Ama… ama her şeye rağmen, Ji Han’ı öpmek ne kadar güzeldi!

Ji Ah’nın da gözleri kapanmış, yaşadıklarıyla sarhoş olan kızın gözlerinin önünden sarı çiçekler çağlayanı akmaya başlamıştı. “Rüyadayım galiba,” diye düşündü Ji Ah… “Aman tanrım, Kore’nin en büyük starlarından birini öpüyorum!”

Ama hayır: Rüyada değildi. Yaşananlar gerçekti.

O kadar gerçekti ki, bu an’ın tanığı bir çift davetsiz misafir de karşılarındaki manzarayı biri şok, diğeriyse sevinç içinde izliyorlardı…

-Onuncu Bölümün Sonu-

Not: Min Hyung ve Ha Neul, masalevi’nin şahane romantik hikâyesi Kalp Hırsızı‘nın karakterleridir 😉

Dokuzuncu Bölüm – “Ji Han’ın bir kız arkadaşı olamaz!”

T- Ara & Davichi – We Used to Love 

Kang Hyuk onu hırsla öpmeye başladığında Ji Ah için zaman durdu sanki…

Genç kız gözleri faltaşı gibi açılmış halde donakalmıştı. Kang Hyuk kendisini öyle sıkı tutuyordu ki, kolları acımaya başlamıştı. Genç adamın alkol kokan sıcak nefesi yüzünü yakıyordu, yumuşak saçları yanaklarına dokunuyordu. Ve dudakları; o yumuşak, ama o tutkulu dudakları… Ji Ah’nın güzel dudaklarını acıtırcasına kendi dudakları arasında eziyordu Kang Hyuk, içindeki tüm acı ve öfkeyle yaralı bir hayvan gibiydi. Gözleri kapalı, yıllardır sevdiği kadına tüm aşkını, tüm tutkusunu ve acısını kanıtlamak ister gibi hırsla öpüyordu onu!

Sonra gözleri hafifçe aralandı ve genç adam birdenbire durakladı.

Ji Ah’nın gözünün kenarından süzülen bir damla gözyaşını görmüştü…

İşte o anda Kang Hyuk kendine geldi: Yüzü Ji Ah’nın yüzünden ayrıldı, onun kollarını tutan elleri gevşedi, ve Kang Hyuk hayret içinde kıza baktı. Hayret ve utanç içinde.

“B-ben…” diye kekeledi. Şaşkındı, hatta kendisi de şoktaydı. Tanrım, az önce ne halt etmişti?!

Ji Ah ise aynı anda gözlerini ona çevirdi ve iki eski arkadaş bir saniye göz göze geldiler: Kang Hyuk, Ji Ah’nın gözlerinde hayret, öfke ve hayalkırıklığını okudu ve kalbini yerinden sökmüşler gibi hissetti. Ama en çok… en çok da kocaman bir hüzün vardı bu gözlerde. “Neden… neden yaptın?!” der gibi bakıyordu bu gözler, “Ben sana güvenmiştim,” der gibi bakıyordu, “Sen benim en iyi dostumdun… Senin yüzünden en iyi dostumu kaybettim!” diye bağırıyorlardı sanki! Ji Ah ona kısacık bir süre yaşlı gözlerle baktı, sonra hiçbir şey demeden arkasını döndü, koşmaya başladı. İki saniye içinde evin bahçeye açılan kapısından içeri girdi, gözden kayboldu. Kang Hyuk’sa olduğu yerde bronz bir heykel gibi kaskatı kalakalmıştı…

Ji Ah hıçkırıklarını zaptetmeye çalışarak içeri girip koşar adımlarla kendi odasına giderken, bahçeye açılan kapının hemen yanındaki duvara yaslanmış olan patronunun yanından geçtiğini hiç bilemedi. Min Woo ise kendini son anda kenara atmayı başarmıştı, soluk almaya bile çekinerek onun uzaklaşmasını bekledi. Ji Ah onu duyamayacak kadar uzaklaşınca da tuttuğu soluğu verdi.

Genç adamın başı dönüyordu: Neye daha çok şaşıracağına şaşırmıştı! Daha Ji Han’ı öpmek üzere oluşunun şokunu atlatamadan iki çalışanı arasında böyle bir sahneye şahit olmak Min Woo’nun sinirlerini iyice bozmuştu. Genç çocuk gülse mi ağlasa mı bilmez bir vaziyetteydi: Kang Wook’un gay olduğu az önce yaptığı şeyle kanıtlanmış durumdaydı! Min Woo “olamaz yaa!” dercesine yüzünü buruşturdu: Bu çocuk kendisine defalarca masaj yapmıştı ulan! Kim bilir kendi muhteşem vücuduna dokunurken bu sapık herifin aklından neler geçmişti?! Olamaz, olamaz yaaa! Min Woo kendini kullanılmış gibi hissediyordu! 😛

Ama hemen sonra, kendisinin de ondan pek farkı olmadığını düşündü ve fena halde sarsıldı: Kang Wook bir hışımla odaya dalmadan önce kendisi de çocuğu öpmek üzereydi! Şoförünü öpmek üzereydi!!! Min Woo inleyerek elini yüzüne vurdu; bu yaptığından feci halde utanıyordu. Daha doğrusu, utanmaktan çok, kendine öfkeleniyordu: Onca güzel, çıtır kız dururken… Bir erkeğe, hem de kendi şoförüne… nasıl olur da… Aaaaghh!

Aslında Min Woo’nun şimdiye dek böyle şeylerle hiç sorunu olmamıştı: Bu piyasada pek çok gay vardı ve Min Woo her zaman açık fikirliliği ile övünürdü: Kendini, eşcinsel haklarını destekleyen ileri görüşlü bir sanatçı olduğuna inandırmıştı. Ayrıca pek çok gay hayranı vardı. Ama… şimdiye kadar bir gay tarafından taciz edilmemişti! Ve elbette kendisi de bir erkeğe ilgi duymamıştı! Bu iki korkunç durum birden aynı anda nasıl başına gelirdi yaa?!

Böylece Kang Hyuk en yakın arkadaşının güvenini kaybetmiş, Min Woo ise aslında eşcinselliğe hiç kafa yormamış olduğunu algılayıp alt üst olmuş vaziyetteyken Ji Ah’nın durumu da onlardan daha iyi sayılmazdı: Genç kız koşarak kendine ayrılan odaya gitmiş, kapıyı kapatıp yığılır gibi kapının hemen dibine çökmüştü. Gözlerinden sicim gibi yaşlar iniyordu. İşin tuhafı, Ji Ah da bu yaşların gerçek sebebini bilemiyordu: Genç kız Kang Hyuk’a karşı büyük bir öfke hissetmeyi umarak bekledi. Ama… ama asıl hissettiği, yakıcı bir hüzün oldu…

Gözlerinin önüne Kang Hyuk’un az önceki perişan hali geliyordu. Onun umutsuzca “Unutmadım de… Lütfen unutmadım de,” diye fısıldayışı… Zavallı bir kukla gibi kollarının yana düşmesi…

“Gerçekten unuttun mu…” demişti. “Oysa… oysa ben bir gün bile unutmadım!… Ben tüm hayatım boyunca o günün hayaliyle yaşadım: Nihayet sana kavuşacağım günün… Ama senin umrunda bile değildi, değil mi…”

Ji Ah acıyla yutkundu. Eğer izin verseydi…

Eğer Kang Hyuk konuşmasına izin verseydi, “Hayır,” diyecekti. “Ben de unutmadım.”

“Bir gün bile unutmadım…

Ama unutmayı çok istedim Kang Hyuk… Bunu deliler gibi istedim!

Ne yazık ki olmadı…

Habuki sözümüzü asıl unutan sendin Kang Hyuk: O sözü vermemizin üzerinden daha birkaç hafta geçmeden her şeyi unuttun sen! Bir kalemde silip attın!

Gerçekten böyle bir söz vermiş olan bir insan, iki hafta, sadece iki hafta sonra başka biriyle çıkmaya başlar mıydı?!”

Mabel Matiz – Filler ve Çimen

Şimdi her şeyi hatırlıyordu Ji Ah: O güzel, o inanılmaz günü iyi hatırlıyordu. Nasıl olduğunu kendisi de anlamadan deli bir cesaretle “Mesela… mesela senle ben evlensek çok mutlu oluruz!” deyivermişti! Kang Hyuk’a, en yakın arkadaşı ve büyük aşkına bu sözleri söyleyecek cesareti bulabilmişti!

Ve ardından o da oyununa katılınca, “otuza kadar kimseye âşık olmazsak birbirimizle evlenelim” deyince o kadar, ama o kadar mutlu olmuştu ki! Ji Ah ömründe bundan daha mutlu olduğu bir ânı hatırlamıyordu. Kang Hyuk bunları söylediğine göre, o da kendisinden hoşlanıyor demekti, öyle değil mi? Yoksa neden böyle bir söz versin ki? Çocuk kalbi uzun zamandır en yakın arkadaşından hoşlanıyor olmanın vicdan azabını ne zamandır içinde taşıyordu, ama birdenbire onun da kendisinden hoşlanıyor olma ihtimali belirince Ji Ah’nın kalbi bu kez umutla çarpmaya başlamıştı.

Ama… bu kadar büyük bir umudun ardından gelen hayalkırıklığı da çok büyük oluyordu: Gencecik bir kızın dünyasını başına yıkacak kadar büyük…

Aslında her şey çok güzel gidiyordu: Gerçekten de o üstü kapalı hoşlanma ilânından sonra iki çocuk birbirlerine daha da yakınlaşmış gibiydiler. Artık okuldaki tüm zamanlarını birlikte geçiriyor, öğle yemeklerini birlikte yiyor, ödevleri kafa kafaya verip birlikte yapıyorlardı. Konuşulmuş bir şey yoktu, ama sanki çıkıyor gibiydiler. Ji Ah artık Kang Hyuk’tan gelecek bir çıkma teklifini bekler olmuştu.

Sonra bir gün, Kang Hyuk okula gelmedi. Ertesi gün geldiğinde ise sabah sınıfa girer girmez Ji Ah’nın yüzüne bile bakmadan geçti, Ji Ah’nın iki çaprazındaki yerine oturdu. Ji Ah ona selam vermek için neşeyle elini salladığını, ama çocuğun görmemiş gibi başını çevirdiğini hatırlıyordu. Kızcağız fena halde bozum olmuştu. Tam o sırada kimya hocası sınıfa girince Ji Ah oturduğu yerde oturmak zorunda kaldı.

Tenefüs zili çalıp hoca dışarı çıkınca Ji Ah da hemen ayaklandı: Kang Hyuk’a bu triplerin sebebini sormak için sabırsızlanıyordu!

Ama daha sırasından bile kalkamadan sınıf arkadaşları Min Young ve Ga In tarafından yolu kesildi. İki kızın da gözleri heyecanla parlıyordu:

“Hey Ji Ah, söylesene, Kang Hyuk’la Min Seo arasında ne var?? Dün onları Han nehrinde el ele görenler olmuş!”

Ji Ah’nın başından aşağı kaynar sular döküldü. “N-nasıl… nasıl yani?” dedi kızlara hayretle, “Emin misiniz? Kang Hyuk mu?” Kızlarsa birbirlerine bakıp “Bunun hiçbir şeyden haberi yok!” “Of Ji Ah yaa, biz de Kang Hyuk’un en yakın arkadaşısın diye sen bilirsin sanmıştık…” diye söylenerek hayalkırıklığıyla yanından uzaklaştılar. Ji Ah olduğu yerde öylece kalakaldı. Zavallı kızın başı dönüyordu: N-nasıl… nasıl olur??

Neden sonra kendini toparladı, bacakları titreyerek yerinden kalktı. Kang Hyuk’a bu dedikoduların doğru olup olmadığını sormalıydı. Kang Hyuk sınıftan çıkmıştı. Ji Ah onu okulun koridorlarında ararken bir yandan da ilk şoku atlatmış, kendi kendini teselli etmeye başlamıştı: Çok saçma, olur muydu öyle şey? Kang Hyuk ve Min Seo ha? İkisinin doğru dürüst muhabbeti bile yoktu, ne çıkması?? Ji Ah kantine inerken her şeyin bir dedikodudan ibaret olduğuna inanmış, hatta gülümsemeye bile başlamıştı.

Sonra… onları gördü.

Kantinde, en köşe masadaydılar. Yan yana oturuyorlardı. Hatta fazla yakın oturuyorlardı! Min Seo çocuğun boynuna sarılmıştı, gülerek bir şeyler anlatıp duruyordu. Kang Hyuk’sa yüzündeki hafif dalgın ifadeye rağmen uysalca duruma boyun eğmişti; kızın elleri kendi saçlarını karıştırırken onu sessizce dinliyor, arada bir söylediklerine kısa cümlelerle cevap veriyordu. Kantindeki herkes de onları izliyor, bu beklenmedik sürprizin heyecanıyla kıkırdaşıp duruyorlardı. Öyle ya, Kang Hyuk okulun en yakışıklı çocuklarından biriydi; Min Seo ise tüm kaprisine ve iticiliğine rağmen zengin ve güzel bir prensesti. Şimdiye dek hiç bir arada görmedikleri bu ikili birdenbire sevgili olmuştu! Bundan büyük haber olur mu?

Ji Ah ise gördüklerinin şokuyla nefes bile alamaz vaziyetteydi. Gene de kendini toparladı; yüzüne bir gülümseme kondurdu. Ve neşeli adımlarla ilerleyip ikilinin yanına geldi.

“Selam millet,” diye cıvıldadı, “Duyduğuma göre çıkmaya başlamışsınız. Tebrikler!”

Min Seo - Kim Min Seo

Min Seo - Kim Min Seo

Kang Hyuk şaşkınca ona bakakalırken Min Seo çocuğun koluna girdi, Ji Ah’nın gözlerinin içine bakıp gülümsedi:

“Evet ya, öyle oldu… Teşekkür ederiz Ji Ah…”

“Ama ben senin bu sevgiline kızmak zorunda kalacağım,” dedi Ji Ah da gülümseyerek. Ve yarı şaka-yarı öfkeli Kang Hyuk’a döndü: “Bu büyük haberi benden nasıl saklarsın, ha?! Neden en yakın arkadaşına daha önce söylemedin bakayım?”

Kang Hyuk “ben… şey…” diye gevelerken Min Seo onun sözünü kesti:

“Kusura bakma Ji Ah’cığım, her şey çok ani gelişti… Sevgilime kızma, olur mu?” Ve uzanıp Kang Hyuk’un yanağına ateşli bir öpücük kondurdu. Kantindeki herkes “ooooo!” diye bağırıp alkış tutmaya başlayınca Ji Ah da kendini gülmeye zorladı. Kang Hyuk ve Min Seo’yla biraz daha konuştuktan sonra: “Neyse, benim gidip matematik ödevini tamamlamam gerekiyor, görüşürüz sonra,” dedi ve kaçar gibi uzaklaştı yanlarından.

Koşar adımlarla kantinden çıktığında artık tahammül sınırının sonlarına gelmişti. Bahçeye çıkıp kimsenin kendisini göremeyeceği bir köşeye geldiğinde ise o ana kadar tuttuğu gözyaşları, bir sel gibi boşandı gözlerinden…

Kang Hyuk… artık başkasının sevgilisiydi…

Bu o kadar beklenmedik ve o kadar büyük bir darbeydi ki, Ji Ah midesine sağlam bir yumruk yemiş gibi hissediyordu. Genç kız adeta fiziksel bir acı çekerek olduğu yerde iki büklüm, öylece kalakaldı…

Neden sonra kendini toparlayıp ayağa kalkmayı başardığında çoktan ikinci dersin ortasına gelmişlerdi… Ji Ah ayaklarını sürüyerek yürüdü, okul bahçesinden çıktı…

Önce nereye bile gideceğini bilmeden sokaklarda avare avare dolaştı. Sonra varoş mahallelerin birinde kirli bir kuaför gördü, hırsını saçlarından çıkarmak ister gibi içeri girip saçlarını kısacık, erkek gibi kestirdi! En sonunda ise kendini bir barda buldu: Ji Ah’nın ilk defa içki içmesi o güne rastlar…  Kafası güzel olunca yapay bir neşe gelmiş yüreğini doldurmuştu. Çılgın bir vurdumduymazlıkla kendini sahneye atmıştı Ji Ah: Sahnedeki rock grubu elemanlarıyla şarkı söylemeye başlamış, bayağı da iyi söylemişti. Öyle ki, üniversiteli gençlerden oluşan grubun gitaristi ona gruplarına katılması için teklifte bile bulunmuştu!

Ertesi günse, önce hiçbir şey olmamış gibi davrandı Ji Ah. Kang Hyuk’la her zamanki gibi kanka modunda takıldı, ona şakalar yapıp güldü. Görünüşte saçlarından başka bir değişiklik yok gibiydi. Ama sonra ikisi birlikte nehir yolundan eve dönerken pat diye:

“Ben liseden sonra okulu bırakmaya karar verdim,” demişti arkadaşına. “Bir rock grubunda şarkı söylemeye başladım. Bundan sonra üniversiteye hazırlanmakla falan vakit kaybetmeyeceğim! Hem yakında albüm yapınca ünlü olacağız, böyle dertlerim kalmayacak!”

Ama Kang Hyuk’un o zaman ona nasıl öfkelendiğini, “Buna izin vermeyeceğim, tamam mı? Notların çok iyi, harika bir üniversitede harika bir bölüm kazanacaksın, bu fırsatı nasıl tepersin, nasıl, haa?” diye onu kolundan tutup sarstığını iyi hatırlıyordu Ji Ah. İşte o anda kızın duyguları karmakarışık olmuştu: Bir yandan genç adamın canını yaktığı, onu üzdüğü için vahşi bir zevk almış ve onun kendisi için bu kadar endişelendiğini görüp fena halde mutlu olmuştu: Kendisi Kang Hyuk için önemliydi, hem de çok önemli! Yoksa neden saçmaladığı için ona bu kadar kızsın ki? Ama diğer yandan “yine de asla beni sevgili olarak görmeyecek,” diye düşünmüştü acıyla, “en yakın olduğumuzu zannettiğim zamanda gidip başkasıyla çıkmaya başladı… Kang Hyuk beni asla bir dosttan öte sevmeyecek…”

Ve o gün Ji Ah kendi kendine yemin etti: Verdikleri o sözü unutacaktı! O aptal konuşmayı hiç yaşanmamış sayacaktı! Zaten böyle bir hayalin gerçek olmasının da imkânı yoktu…

Ve böylece, Kang Hyuk’u tamamen aklından çıkarabilmek için bütün gücüyle uğraştı Ji Ah. Derslerine yoğunlaştı, iyi bir yeri kazandı. Üniversitede başkalarıyla tanıştı, birkaç sevgilisi oldu. Bu arada Kang Hyuk da Min Seo ile üniversitenin son sınıfına kadar bir dargın bir barışık çıkmaya devam etmişti. Ji Ah kıza bayılmasa da artık kabullenmiş, hatta onunla iyi arkadaş olmuştu; arada bir ikisiyle “acaba düğünüzüde hanginizin nikâh şahidi olsam??” diye şakalaşıyordu. Doğrusu iyi atlatmıştı, ilk aşkının verdiği büyük acıyı yenmişti! Daha doğrusu öyle zannediyordu…

…bu geceye dek…

Şimdiyse Kang Hyuk’un yaşlı gözleri aklından çıkmıyordu. Onun o perişan hali…

“Gerçekten unuttun mu…

Oysa ben bir gün bile unutmadım!”

Ve elbette gözlerinde çakan o vahşi ışıkla bağırışı: “Seni seviyorum, duy işte, sana yıllardır âşığım, SENİ DELİLER GİBİ SEVİYORUM!” Ve dudaklarına kapanıp kanatırcasına öpüşü…

Ji Ah istemsizce elini dudaklarına dokundurdu. Sanki… sanki onun dudaklarının dokunuşunu hâlâ hisseder gibi ürperdi bir an.

Sonra acıyla içini çekti. Gözlerinden yaşlar inmeye devam ederken: “Neden,” diye düşündü, “Neden beni bir kez daha paramparça ettin Kang Hyuk?! Neden tam da artık iyileşmişken o büyük yarayı yeniden kanattın?? Neden…”

Ve hıçkırıklara boğularak ağlamaya başladı…

*************************************************************

“Vay canınaaa, demek bunca zamandır Min Woo’yla çalışıyordun haa? Ji Aaaaah, çok şanslısııııın!”

Ji Ah hafifçe gülümseyip başını önündeki kahveye eğdi. İçinden: “Ah ne demezsin…” diye geçirse de bunu arkadaşına söyleyemezdi. Kızcağıza bütün olanları anlatacak olsa zavallı küçük dilini yutardı! O yüzden sadece Min Woo’nun yanında şoför olarak çalışmaya başladığını söylemiş, Kang Hyuk’un da kahyalık yapmaya başlamasından ve dün gece yaşananlardan hiç bahsetmemişti. Zaten artık bahsetmesine gerek yoktu: Bu sabah uyandığında Kang Hyuk çoktan gitmişti. Min Woo onun sabah erkenden kendisine gelip işten ayrılmak istediğini anlatmıştı Ji Ah’ya. Genç yıldız nedense çok şaşırmış görünmüyordu. Ji Ah ona biraz da çekinerek:

“Neden… istifa ettiğini size söyledi mi?” diye sorunca umursamazca elini sallamıştı:

“Kitapçı dükkanını idare etmesi için istediği gibi birini bulamamış… O dükkanın kendisi için önemli olduğunu, batmasına göz yumamayacağını söyleyip benden özür diledi. Elbette ben de anlayışlı bir patron olduğum için onun ayrılmasına izin verdim.”

Ji Ah çaktırmamaya çalışarak derin bir soluk aldı. Böylesi herkes için daha iyi olmuştu. Dün geceden sonra Kang Hyuk’la yüz yüze gelmeye cesareti yoktu.

Üstelik Min Woo ona da: “Bugünlük sen de izinlisin… Ben gün boyu sette olacağım zaten, sen de çık dolaş,” deyince genç kız iyice rahatladı. Doğrusu böyle bir araya gerçekten ihtiyacı vardı. O da uzun zamandır görüşemediği arkadaşı Young Hee’yi aradı: Genç kızın çocuksu neşesi ona her zaman iyi gelirdi.

Gerçekten de Ji Ah kendini şimdiden iyi hissediyordu: Young Hee onun şoför olarak çalışıyor olmasını hiç yadırgamamış, hatta feci halde imrenmişti. Heyecanla arkadaşını dürtüklüyor:

“Anlatsana, hadiiii, anlatsana, Cha Min Woo gerçekte de TV’de olduğu kadar şeker mi? Evde en çok ne yapmayı seviyor? En sevdiği yemekler neler? Ayyy, bir gün beni de onunla tanıştırırsın di miiiii?” diye neşeyle cıvıldayıp duruyordu. Ji Ah’ysa onun heyecanlı kıkırdamalarından fırsat buldukça gülerek cevap yetiştirmeye çalışıyordu. Young Hee onu ağzının içine düşecek gibi heyecanla dinledi, en sonunda büyük bir gıptayla içini çekti:

“Aaaahhh, ne şanslısın! Kim bilir Min Woo sayesinde daha kimlerle tanışacaksın?? Oysa bana bak, açıldığı günden beri nerdeyse her gün buraya geliyor, So Ji Sub’ı görmeye çalışıyorum ama bir kere bile ona rastlayamadım!”

Ji Ah gülümseyerek cevap vermeye hazırlanıyordu ki, birdenbire cafenin kapısı açıldı, tüm başlar giren kişiye döndü. Ji Ah neşeyle arkadaşının kolunu dürttü: “Ji Sub-şi’nin yerini tutmaz ama bak burda kim var?”

İçeri giren tüm güzelliği ve asaletiyle Hyo Rim’di: Genç kadın kendinden emin bir biçimde yürüyerek cafenin sipariş verme noktasına kadar ilerledi, hemen koşturarak onu saygıyla selamlayan baş garsona gülümsedi: “Merhaba Myung-a. Ji Sub Oppa belki buradadır diye geldim ama sanırım bugün de cafeye uğramadı, öyle mi?”

Baş garson saygıyla eğilip bükülerek: “Çok üzgünüm Hyo Rim-şi, kendisi sabah telefon etti, bugün işleri varmış…” deyince de bir an kısacık iç çekti, ama hemen sonra yine gülümsedi:

“Neyse, ne yapalım… Selamımı söylersiniz… Ben de gelmişken sizin ünlü kahveli pastanızdan şöyle büyük bir porsiyon alayım. Bugün sette ilk günüm, oradaki arkadaşlara götürmek istiyorum da…”

Baş garson: “Hemen efendim!” diyerek tezgah arkasına koştururken Hyo Rim hafifçe gülümsedi. Sağa sola bakmasa da cafedeki tüm başların ona döndüğünü ve insanların kendisini işaret ederek neşeyle konuştuğunu biliyordu. Genç kadın siparişin beklendiği kısma doğru ilerlerken göz göze geldiği müşterilere hafif bir baş selamıyla gülümsüyordu. O sırada, ileriki masada oturan ve kendisine ısrarla bakan iki kızı gördü. Bir an durakladı. Kızlardan biri fena halde tanıdıktı…

O sırada kendisine tanıdık gelen kısa saçlı kız gülümseyerek başıyla selam verince Hyo Rim birden hatırladı: Bu Min Woo’nun şoförüydü yahu! Genç adamla reklam çekiminde karşılaşmışlardı… Hyo Rim “Bu kadar güzel yüzlü olduğu için onu kız zannettim, hay Allah…” diye kendi hatasına güldü. “Yanındaki kız arkadaşı olmalı…” Sonra o da gülümseyerek Min Woo’nun şoförüne selam verdi.

Young Hee ise nerdeyse heyecandan bayılacaktı:

“İnanmıyoruuuuuum! Hyo Rim-şi sana gülümsedi! Sana selam verdi!! Ottukeee??? Ji Ah, sen şimdiden ünlülerle arkadaş olmuşsun, ne güzel yaaa!”

Ji Ah hafifçe sırıttı: Galiba Young Hee’ye Kökler dizisinde ufak bir rol aldığını söylemek için iyi bir zaman değildi. Kız bu kadarcık şeyden bile heyecanlanıyorsa figüran olduğunu duyunca şoka girerdi. O yüzden önündeki kahveyi işaret etti:

“Hadi hadi kahveni soğutma, ona o kadar para verdik! So Ji Sub güzel yüzünü gösterme ihtimali sayesinde paraları götürüyor maşallah!”

Young Hee kıkırdadı: “Doğru söylüyorsun! Neyse, kendisini göremesek de Hyo Rim-şi’yi gördük, o yüzden bugünlük Ji Sub-şi’yi affediyorum!” Ji Ah da gülerek kendi kahve kupasını kaldırdı, Young Hee’ninkine kadeh tokuşturur gibi çarparken: “Di mi yaa? O zaman Ji Sub’ın şerefine!” diye bağırdı.

İki arkadaş neşeyle kahvelerini yudumlarken Hyo Rim de pastasını almış, cafeden ayrılmıştı…

*************************************************************

Min Woo o gün sette fena halde keyifsizdi. Genç adam kendi sahnelerini zorlanarak tamamladı, sonra bir süre ara verip yapımcı şirketin devasa binasındaki dinlenme odalarından birine çekildi. Bir süre uyuduktan sonra kendine geleceğini umuyordu.

Önceki gece nerdeyse hiç uyuyamamıştı: Ji Han’ı öpmek üzere olduğu o an aklından çıkmıyordu. Onu gıdıklarken çocuğu öpmek öyle doğal görünmüştü ki… Ama nasıl böyle düşünebildiğini şimdi aklı almıyordu; Ji Han erkekti ulan, erkek!

Ya o şahit olduğu öpüşme sahnesi?? Min Woo Ji Han’ı zorla öpen Kang Wook’u düşününce öfkeyle yumruklarını sıktı; nedense duruma fena halde bozulmuştu. Nerdeyse Kang Wook’un yakasına yapışıp “kovuldun pislik!” demek isteyecek kadar bozulmuştu bu işe. Neyse ki o sabah Kang Wook kendisi gelip istifasını bildirmişti. O da bütün gece uyumamış gibi görünüyordu, gözlerinin altı halka halkaydı. Min Woo hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi: “Pekala… Sen nasıl istersen…” deyip genç adamın istifasını kabul etmişti, ama aslında içten içe büyük bir rahatlama duymuştu. Yoksa aynı evin içinde üçü birden yaşamaya nasıl devam ederler, bilemiyordu. Durum tek kelimeyle uygunsuz olurdu… Uygunsuz ve çok garip…

Min Woo dinlenme odasında kısacık bir süre kestirdi, ama bu bile ona iyi geldi. Sonra gözlerini açıp gene aynı düşüncelerin beynine üşüştüğünü görünce iç çekip ayaklandı: Daha fazla uyuyamayacaktı, iyisi mi sahnelerini bir an önce tamamlayıp eve gitmeliydi…

Böyle düşünüp üst kattaki stüdyoya çıkmak üzere asansöre doğru ilerledi. Asansör çağırma düğmesine bastı.

Yukarı çıkan asansör olduğu katta durup kapısı açılınca Min Woo şaşkınlıkla durakladı: İçeriden Hyo Rim, elinde bir pasta kutusuyla şaşkınca kendisine bakıyordu.

“Ah… Merhaba Min Woo,” dedi Hyo Rim kendisini toparlayıp yüzüne hafif bir gülümseme kondururken. Min Woo da: “Selam…” diye mırıldandı, ama sesi gönülsüz çıkmıştı. Sonra içeri girdi ve 11. Kat düğmesine basmak üzere panele uzandığında zaten basılmış olduğunu gördü. Hyo Rim onu göz ucuyla süzüyordu, hafifçe gülümsedi:

“Ben de stüdyoya çıkıyorum… Unuttun mu, birazdan birlikte ilk sahnelerimizi çekeceğiz!”

Min Woo sıkıntıyla somurttu: Unutmamıştı, eski sevgilisinden ilk görüşte etkilenmiş rolü yapacağı aptal sahnelerin çekileceği düşüncesi sabahtan beri canını sıkan şeyler arasında (Kang Wook ve Ji Han konularından sonra) üst sıralara oynuyordu.

“Unutur muyum, o sahneleri çekmeyi dört gözle bekliyorum!” dedi alaycı bir tavırla.

Hyo Rim birden kalbinin kırıldığını hissetti: Son olanlardan sonra araları biraz olsun düzelir sanmıştı, ama anlaşılan Min Woo her zamanki uyuzluğundaydı. Genç kız elindeki pastayı çocuğun suratına geçirme hissini zorlukla zaptederken sinirle:

“Eminim öyledir,” diye söze başladı, “Dövüş sahnelerinde ne kadar yeteneksiz olduğunu biliyoruz, sen ancak böyle sakin sahneler çekebilirsin ne de olsa!”

Min Woo’nun gözleri öfkeyle irileşti: Genç adam bir hışımla eski sevgilisine döndü: “Hah! Sen onu bile doğru dürüst yapa- AYYYYYY!”

Fate/Stay Night – Unmei no Yoru

Birdenbire sağlam bir sarsıntıyla lafı yarıda kaldı ve asansör iki kat arasında durdu! Min Woo korkuyla bir çığlık atmış, az önce boğmak istediği kızın boynuna sarılmıştı. Aynı anda elektrikler de gitti. Acil durum lambasından yayılan cılız ışığın altında kalınca Min Woo’nun ödü kopmuştu! Genç yıldız kapıyı yumruklayıp bağırmaya başladı:

“N’oluyo yaa?? Annecim, çıkarın, çıkarın beniii!” Çocuk o kadar çok bağırıp gürültü yapıyordu ki Hyo Rim:

“Bi’ sessiz durur musun?! İzin ver de asansörde kaldığımızı haber vereyim!” diye kendisi de bağırmak zorunda kaldı. Min Woo bunun üzerine çenesini kapamayı akıl edebildi, ama gözleri hâlâ korku doluydu. Hyo Rim asansördeki acil telefonuna uzandı, karşısına çıkan kişiye durumu anlattı. Telefonu kapadıktan sonra Min Woo’ya döndü:

“Önemli bir şey yok, elektrikler gitmiş… Hemen gelmesini bekliyorlarmış ama bina görevlisi bey yine de bizi asansörden çıkarmak için birilerini göndereceğini söyledi.”

Min Woo cevap bile veremeyip korkuyla baktı onun yüzüne. Hyo Rim onun korkaklığına gülmeden edemedi:

“Omoo, şu koskoca Cha Min Woo’ya da bakın siz! Asansörde kaldı diye ödü koptu zavallıcığın!”

Ama aynı anda Min Woo’nun normal olmayan halini fark etti ve kaygıyla durakladı: Çocuğun yüzü loş ışıkta bile fark edilecek derecede renksizleşmiş, gözleri korku ve panikle açılmıştı. Hyo Rim endişeyle onun kolunu tuttu:

“Sen iyi misin? Biraz oturmak ister misin?”

Min Woo ise fısıltı gibi çıkan bir sesle:

“Ben… Benim klostrofobim var… Nefes alamıyorum…” dedi ve öksürmeye başladı. Öyle çok öksürüyordu ki, ayakta duramadı ve yığılırcasına yere oturdu. Hyo Rim’se fena halde korkmuştu, hemen çocuğun başına çöktü, onun gömleğinin üst düğmelerini açıp yüzünü yelpazelemeye başladı. Bir yandan da:

“Min Woo bana bak! Bana bak dedim! Bir şey yok, birazdan burdan çıkacağız, bir şey yok tamam mı?!” diye bağırıyordu. Min Woo korkuyla onun koluna yapıştı. Genç çocuk gerçekten de nefes almakta zorlanıyordu, Hyo Rim onun bir çeşit panik atak geçirdiğini fark etmekte gecikmedi. Min Woo’nun iki kolundan sıkıca tuttu, onu kendi gözlerinin içine bakmaya zorladı:

“BANA BAK! Bir şey yok, tamam mı, BİR ŞEY YOK! Şimdi benimle birlikte nefes alıp vermeye başlayacaksın! Haydi, benle birlikte: Nefes al, nefes ver… Al… ver… Evet, işte böyle!”

Min Woo’nun gözleri hâlâ korkuyla dolu olsa da Hyo Rim’in dediğini yaptı. Bir yandan da geçmişinden gelen o korkunç anılarla baş etmeye çalışıyordu: Babası onu cezalandırmak için sık sık karanlık bir odaya hapsederdi. Küçük çocuk ağlaya ağlaya uyuyup kalırdı… Min Woo gözlerini sıkıca yumup bu anıları uzaklaştırmaya, Hyo Rim’in yaptığı gibi nefes alıp vermeye odaklandı. Nefes al… nefes ver… nefes al… nefes ver…

Az sonra nefes alışverişleri düzene girmişti. Hyo Rim coşkuyla: “Aferin! İşte böyle!” diye bağırdı ve dayanamayıp onu kucakladı. Min Woo da boğulmak üzere olan bir adamın can havliyle kurtarıcısına yapışması gibi sıkıca sarıldı ona. Başını kızın omzuna gömerken kesik kesik solumaya devam ediyordu.

Hyo Rim’se birdenbire tuhaf duygularla dolmuştu. Kollarının arasında tuttuğu bu güçsüz, yardıma muhtaç insan, biraz iyileşince yeniden kendisinden nefret etmeye başlayacaktı… Ne acıklı… Ama genç kız yine de ona karşı kalbinde giderek büyüyen bir merhamet hissetmekten kendini alamıyordu. Büyük bir merhamet… ve sevgi. Hyo Rim, daha iki dakika önce suratına pasta fırlatmak isteyecek kadar öfkelendiği bu adama karşı ne kadar zayıf olduğunu düşününce dudakları hüzünlü bir gülümsemeyle büküldü… Ve genç kız, büyük bir şefkatle, hâlâ kendi göğsünün üzerinde kalbinin hızlı hızlı atışını hissettiği genç adamın sırtını hafifçe patpatlamaya başladı.

Gerçekten de işe yaramıştı: Min Woo sırtını okşayan yumuşak dokunuşlar ve Hyo Rim’in o tanıdık kokusu ile kısa süre içinde sakinleşti, kalp atışları ve nefes alıp verişleri normale döndü. Genç adam bir an bu güzel kızın beyaz boynundan kendi yanağına yayılan sıcaklığı içine çekmek ister gibi gözlerini kapatıp öylece durdu. Sonra birden, yaptığı şeyin uygunsuzluğunu fark edip yavaşça geriye çekildi. Aynı anda Hyo Rim de kendine geldi. Sesine mesafeli bir ton takınmaya çalışarak:

“Daha iyi misin?” diye sordu.

“Hıhı, evet…” diye mırıldandı Min Woo. Ve gözlerini kaçırırken biraz gönülsüzce de olsa ekledi: “Sağol..”

Hyo Rim hafifçe gülümsedi. Sonra aldırmaz bir tavırla az ilerideki pasta kutusunu işaret etti: “İstersen biraz pasta atıştırabiliriz… Şekerli birşeyler yemek moralimizi düzeltip sabretmemize yardımcı olur…”

Min Woo bir an diyetini düşünüp itiraz edecek oldu, ama sonra vurdumduymazlıkla “her neyse…” diye mırıldandı. Şaka maka karnı da bayaa acıkmıştı hani! Onun itiraz etmediğini görünce Hyo Rim neşeyle pasta kutusuna uzandı.

Böylece iki asansör tutsağı 51 Cafe’nin ünlü kekini afiyetle yemeye başladılar. Min Woo ağzı dolu dolu:

“Mmmm, bayaa iyiymiş,” diye mırıldandı, “Nerden aldın?”

“51 Cafeden,” diye cevap verdi Hyo Rim. Sonra birden aklına gelen haberin ilginçliği ile ekledi: “Ah, bu arada pastayı alırken senin şoförünü de aynı cafede kız arkadaşıyla gördüm!”

Min Woo’nun koca bir lokma keki ağzına götürmekte olan eli birdenbire havada asılı kaldı. Genç adam dehşetle kıza baktı:

“NE?!”

Hyo Rim onun sert çıkan sesini duyunca şaşırmıştı: Niye böyle bir tepki vermişti ki? Min Woo’ysa kendini ele verdiğini anladı ve kekeleyerek durumu düzeltmeye çabaladı:

“Ahah, yani, şeyy… Kız arkadaşı olduğunu nerden anladın? Belki de normal arkadaşıydı…”

“Olabilir tabii,” diye omuz silkti Hyo Rim. “Sadece çok samimi görünüyor, kafa kafaya vermiş gülüşüp duruyorlardı. Yani çok yakın oldukları kesin… Ama sadece samimi arkadaş da olabilirler tabii…”

“Normal arkadaşıdır… Ji Han’ın bir kız arkadaşı olamaz!” diye kestirip attı Min Woo. Ama nedense suratı asılmıştı. Hyo Rim ona şüpheyle baktı. Bu ne öfke, bu ne celaldi be?

“Neden olamayacakmış?” dedi şaşkınca. Sonra birden aklına gelen ihtimalle gözleri irileşti: “Yoksa?!… Yoksa şoförün gay mi??”

Bu defa ağzına attığı kek Min Woo’nun boğazında kaldı! Genç aktör bir yandan öksürürken bir yandan da: “Ne alâkası var yaa??!” diye bağırdı, “Zavallı Ji Han’ın güzel bir yüzü var diye neden herkes onu gay zannediyor?? En yakın arkadaşları bile ona asılırken zavallıcık normal bir hayat süremeyecek mi?!”

Hyo Rim iyice şaşkınlaşmıştı, ellerini kaldırdı: “Tamam tamam, bir şey demedim… Niye bu kadar öfkelendin ki? Onu benden başka gay zannedenler de mi oldu?!”

“Aynen öyle!” diye bağırdı Min Woo, hızını alamamıştı. Sonra birden ses tonu düştü. Genç adam suratını astı, gözlerini kaçırıp mırıldandı: “Dün gece kahyamı Ji Han’a ilân-ı aşk ederken yakaladım…”

“NEEEEEYYYY????” Hyo Rim sahneyi gözünün önüne getirdi: Min Woo’nun kahyası, şoförüne…

Gotye – Somebody that i used to know

Genç kız birdenbire kahkahalarla gülmeye başladı. Min Woo ona şaşkın, biraz da bozulmuş bir biçimde bakınca da kahkahalar arasında:

“A-afedersin! Sadece… ” diye açıklama yapmaya çabaladı, “Ben sadece olayın komikliğine takıldım: İki erkek çalışanının aşk sahnesine mi şahit oldun?! Olaya bak! Hem de kahya şoföre diyosun… Ahahahah!”

Genç kız gözleri yaşaracak kadar gülerken karşısında somurtuk bir biçimde oturan Min Woo’nun da hiç istememesine rağmen yüzü gevşedi, genç adam birdenbire kendini Hyo Rim’in kahkahalarına katılırken buldu. Hyo Rim arada bir gözlerini siliyor, bir yandan da:

“Ay ölücem! Allah’tan evinde bahçıvan, uşak falan çalışmıyor, yoksa düşünsene, kahya şoföre, şoför bahçıvana, bahçıvan uşağa, sonra hepsi uşağa…!” deyip yeniden kopuyordu! Min Woo’nun da siniri bozulmuştu, Hyo Rim olayı böyle canlandırınca kendisi de gülmesine engel olamadı. İki genç uzun süre karşılıklı kahkahalar attılar. En sonunda susabildikleri zaman Min Woo’nun gülmekten yanak kasları ağrımıştı:

“Aaahh, ağzım uyuştu,” dedi ve elleriyle yanaklarını mıncıklamaya başladı: “Senin yüzünden ağız kenarı kırışıklıklarım olacak!”

“Ama fena mı oldu, ben şahsen ne zamandır böyle gülmemiştim,” dedi Hyo Rim hâlâ sırıtarak. Min Woo gözlerini kaldırdı ve onunla göz göze geldi: Genç kız gülmekten yorulmuştu, hızlı hızlı soluyordu. Yanakları loş ışıkta bile fark edilecek kadar pembeleşmiş, saçlarının düzgün topuzuysa hafifçe dağılmıştı. Min Woo onun böyle doğallık içinde neşeyle gülerken ne kadar tatlı olduğunu düşünmeden edemedi.

Tam o anda birdenbire asansörün ışıkları yandı, ve kabin hareket etti. Min Woo gene ilk anda “annecim!” diye ufak bir çığlık atmıştı, ama Hyo Rim hemen sevinçle:

“Korkma! Elektrikler geldi, hareket ediyoruz!” diye onun kolunu sıktı.

Gerçekten de asansör sorunsuzca yükseldi ve 11. Katta durdu. Kapı açılır açılmaz Hyo Rim dışarı çıkıp derin bir nefes çekti: “İşte özgürlük!”

Ve gülerek elini uzattı, hâlâ dizleri titreyen Min Woo’nun elini tutup onu kabinden çıkardı.

Min Woo başını kaldırdı ve kendisine gülen gözlerle bakan eski sevgilisine baktı. Genç adam şaşkındı, Hyo Rim’i uzun zamandır böyle gülen gözlerle kendisine bakarken görmediğini düşündü. Oysa… gülmek ne çok yakışıyordu ona! Min Woo kafası karışmış bir biçimde durakladı. Çok tuhaf, ama… gözlerini onun güzel yüzünden alamıyordu.

Ancak aynı anda arkalarında bir ses:

“Hyo Rim-a! Nasılsın benim tatlı kardeşim??”

Diye çınlayıverdi.

Hyo Rim merakla arkasını döndü ve genç kızın gözleri sevinçle açıldı: Hemen Min Woo’nun elini tutan elini bıraktı ve kendisine neşeyle gülümseyen aktörün kucağına koşturdu:

“Ji Sub oppa! Aman Tanrım, seni ne zamandır görmüyorum! Nerden çıktın böyle?!”

So Ji Sub genç kıza sevgiyle sarıldı, sonra gerçekten kardeşiymişçesine onun burnuna hafif bir fiske vurdu:

“Bugün cafeye uğradığın haberini aldım… Sonra dedim ki ne zamandır bizim kızı görmüyorum, hazır buralardayken sete uğrayıp bir halini hatrını sorayım.” Sonra hafifçe sırıttı: “Ama bizim kız yarım saattir ortalarda yok! Nerdeyse gidiyordum…”

“Ah sorma başımıza gelenleri, elektrikler gidince asansörde kaldık!” diye feryat etti Hyo Rim ve gülmeye başladı: “Neyse ki akıl sağlığımızı kaybedecek kadar kapalı kalmadan kurtulduk ordan. Değil mi Min Woo-şi?”

Böyle dedi ve arkalarında durup onları taşlaşmış gözlerle izleyen Min Woo’ya dönüp gülümsedi.

Min Woo’nunsa suratı sirke satıyordu. Genç yıldız somurtarak:

“Ya… Aynen…” diye cevap verdi. Hyo Rim onun bu tavrına şaşkın gözlerle bakarken So Ji Sub tüm sempatikliğiyle güldü:

“Sevgili Cha Min Woo şoku henüz üzerinden atamamış… İsterseniz siz içeri geçip birer bardak yeşil çay için de kendinize gelin… Ben zaten gidiyorum…” dedi ve Hyo Rim’in: “Ama oppaaa… Daha konuşamadık bile…” diye sızlanmalarına aldırmadan: “Üzgünüm tatlım, ama bir fotoğraf çekimim var, ona geç kalıyorum… Başka zaman bol bol konuşur hasret gideririz,” deyip onu iki yanağından öptü.

Min Woo ise bu sahneyi büyük bir hınçla izliyordu. İçinden: “Pis herif…” diye geçirdi, “Ne mal olduğunu bilmesem ben bile bu samimi hallerine inanacağım…”

Ve kendi kendisine fena halde öfkelendi: Az önce Hyo Rim’e olan büyük nefretini unutup onu sevimli bulduğu için kendisine kızarak arkasını döndü, Ji Sub sunbae’ye veda etme nezaketi bile göstermeden çekti gitti…

*************************************************************

“Gerçekten miiii??? So Ji Sub sete mi geldi yaniii???”

Min Woo somurttu: Ne vardı ulan bunda bu kadar büyütecek?? Hoşnutsuzlukla:

“Evet, ne olmuş yani?” diye homurdandı, “İmza mı isteyecektin yoksa?”

“Evet, tabii ki!” diye neşeyle bir çığlık attı Ji Ah. “So Ji Sub benim en sevdiğim aktördür!” Sonra bir an durakladı ve telaşla ekledi: “Sizin ardınızdan tabii… İkinci en sevdiğim demek istedim…”

Min Woo’yu bu açıklama bile tatmin etmemişti, genç yıldız somurtmaya devam ederek:

“Hıh, aktörlüğü de matah bir şey olsa,” diye mırıldandı. Bir an sustu, ama gazını alamamış olmalı ki saydırmaya devam etti: “Hadi genç kızları biraz anlıyorum: Olgun erkekler onlara çekici gelir, So Ji Sub da kırkına yaklaşan yaşlı bir adam olduğuna göre böyle saf kızların aklını başından alması bir anlamda doğal sayılır… Ama Ji Han, senin gibi akıllı bir genç adam So Ji Sub’ı neden sever ki?! İşte bunu aklım almıyor!”

Ji Ah kendi kendine sırıttı: Ah bir bilsen o akıllı genç adam dediğin şoförünün genç ve sağlıklı bir kız olduğunu, diye geçirdi içinden… Ama hemen kendini toparladı, ciddi bir sesle:

“Misa’daki rolünden sonra kendisini çok takdir etmiştim efendim,” diye cevapladı. “Ona olan hayranlığım tamamen bunun üzerine kuruludur, fiziksel özelliklerinin bununla hiçbir ilgisi yok!”

Min Woo dudak büktü. Ama başka bir şey demedi. Şoförünün bu nefret ettiği adama hayranlık duyması gururunu biraz incitse de yapacak bir şey yoktu.

Sonra birden, canının eve gitmek istemediğini fark etti. Kıza döndü:

“Haydi, nehir kıyısına inip içelim! Bugün çok stres yaşadım, biraz olsun kafa dağıtmak istiyorum!”

Ji Ah şaşkınca saatine baktı: “Ama efendim, saat geceyarısına yaklaşıyor… Yarın sabah yine erkenden sette olmanız gerekmiyor mu?”

“Umrumda değil! Hadi, sana ne diyorsam onu yap! Şurda bir yerde durup bira alalım ve nehir kenarında içelim!” diye tutturdu Min Woo. Ji Ah yorgunlukla içini çekti ve “emredersiniz…” diye mırıldandı. Min Woo bir şeyi tutturdu mu ondan vazgeçirme imkânı olmadığını çoktan öğrenmişti…

Az sonra iki kafadar ellerinde birer şişe bira, nehir kenarındaki bankların birine oturmuş karşıda görünen şehrin ışıklarını seyrediyorlardı. Min Woo şoförüne kaçamak bir bakış attı: Ona dünden beri sormak istediği o kadar çok şey vardı ki, genç adam nereden başlayacağını bilemiyordu. Mesela Kang Wook’un Ji Han’ı delirmiş gibi öpmesinin ona neler hissettirdiğini delice merak ediyordu. Ji Han onun gay olduğunu daha önceden biliyor muydu, yoksa yeni mi fark etmişti acaba? Öte yandan, bir de kendisiyle Ji Han arasında geçen o tuhaf sahne vardı ki, düşündükçe Min Woo’nun hâlâ yüzü kızarıyordu. Gerçi bu akşam Ji Han kendisini setten almaya geldiğinden beri oldukça doğal davranıyordu; aralarında hiçbir şey geçmemiş gibiydi. Ama Min Woo yine de kendisinin gay olmadığını şoförüne açıklamak için sabırsızlanıyordu; genç yıldız muhabbete bir giriş yolu bulmak için kıvranmaktaydı.

Ji Ah ise dalgındı. Min Woo’nun kendisini öpmek üzere oluşunun şaşkınlığı Kang Hyuk’un beklenmedik ilân-ı aşkının sürprizinden sonra silinip gitmişti. Genç kız Min Woo’nun davranışındaki tuhaflığı sorgulayacak durumda değildi bile. Onun aklı dünden beri Kang Hyuk’a takılmıştı: Acaba şimdi ne yapıyordu? Kesinlikle çok üzgün ve pişmandı; Ji Ah emindi buna. Ama… ama bir yandan da bunca yıldır içinde taşıdığı yükten kurtulduğu için bir rahatlama hissediyor muydu acaba? Kendisi bu yükten kurtulurken… onu şimdi Ji Ah’nın omuzlarına yüklediği için… Hem neden daha önce bir şey söylememişti? Neden bunca yıl beklemişti?? Eğer kendisine bu kadar âşıksa senelerce süren Min Seo muhabbeti de neydi?!

“Öhöm… Eşcinsellik hakkında ne düşünüyorsun Ji Han?”

Min Woo’nun damdan düşer gibi gelen bu sorusuyla Ji Ah birden daldığı düşüncelerden ayıldı. Şaşkınca patronuna baktı. “Efendim?”

Min Woo’ysa şaşkın ve korkulu bir biçimde dudaklarını ısırdı: “Yuh lan, bodoslama girişin de bu kadarı!” diye küfretti kendine. Şoförünün Kang Wook’la ikisinin olayına şahit olduğundan haberi yoktu, Min Woo hemen durumu düzeltmeye çabaladı:

“Ehem, yani, şeyy… Muhabbet olsun diye sordum, sakın yanlış anlama! Yani dün geceyle… yani şeyy… sen ve benim olayımızla bir ilgisi yok!”

Kahretsin! Kang Wook’tan bahsetmemek için kendi öpücüğünü ortaya atmak da neydi şimdi?! Min Woo durumu iyice batırdığının farkında, artık nerdeyse kontrolünü kaybetmiş bir biçimde can havliyle atıldı:

“Hayır! Ben eşcinsel değilim! Valla değilim!”

Ji Ah ağzı açık bakakaldı ona. Sonra birden, dün gece çocuğun kendisini öpmek istercesine üzerine doğru eğilmesini anımsadı ve jeton düştü: Doğru ya! Bir de o olay vardı, değil mi…

Aynı anda Min Woo’nun histerik bir biçimde: “Valla ben eşcinsel değilim!” diye bağırdıktan sonra sokak fenerinin loş ışığında bile fark edilecek kadar kızarmış olduğunu fark etti ve…

Birdenbire gülmeye başladı. Bir yandan da içinden: “Zavallı Min Woo’cuk… Eşcinsel değilsin tabii, ben de erkek değilim zaten…” diye geçiriyordu. Ama bunu patronuna söyleyemezdi elbette, o yüzden onun içini başka türlü rahatlatmaya çabaladı:

“Elbette biliyorum efendim, neden öyle olduğunuzu düşündüğümü zannettiniz ki? Eğer dün geceki gıdıklama oyunumuzdan bahsediyorsanız, biz yalnızca eğleniyorduk. Ta ki size yeniden uyku bastırıp başınız benim omzuma düşene kadar…”

Min Woo birden feci halde rahatladı: Oh beee, çocuk kendisini öpmek üzere olduğunu anlamamış, sadece yorgunluktan sızıp kaldığını zannetmişti! Min Woo sevinçle:

“Öyle ya! O sırada benim o kadar çok uykum vardı ki, başımı tutacak halim bile yoktu, öylece uyuyakalmak üzereydim…” Bunu deyip derin bir nefes aldı, yeniden gülümsemeye başladı. Ji Ah onu yüzünde acımayla karışık hafif bir gülümsemeyle seyrediyordu: Ah be çocuk, ne kadar safsın, diye geçirdi içinden. Ne düşündüğün öyle belli ki… Ve seni kandırmak öyle kolay ki…

jaejoong – for you it’s separation to me it’s waiting 

Min Woo ise neşeyle sırıtarak birayı fondiplemişti. Tam o sırada gökyüzünde bir yıldız kaydı. Min Woo heyecanla bağırdı:

“Yıldız kaydı! Yıldız kaydı Ji Han! Hadi dilek tutalım!”

“Tamam,” dedi Ji Ah hafifçe gülümseyerek ve gözlerini kapadı. İçinden: “Kang Hyuk’u elimden alma, ne olur Tanrım,” diye geçirdi, “Onun dostluğu olmazsa ben, ben olamam…”

Min Woo’ysa içindeki müthiş rahatlamayla gülümsemeye başlamıştı. Alkolün dumanladığı aklında yanıp sönen ilk dilek: “Ah… Şu anki huzuru hiç kaybetmesem keşke…” oldu: Kışın ortasında olmalarına rağmen kendilerini üşütmeyen bir hava… Gecenin karanlığında karşıdan görünen şehir ışıkları, nehrin yaldızlanan sularının hafif şıpırtıları, ve yanındaki bu çocuk… Min Woo başını çevirip yanındaki güzel yüzlü çocuğa baktı, sevgiyle gülümsedi. Onun varlığı gerçekten kendisine iyi geliyordu.

Ji Ah ise hülyalı gözlerini gökyüzüne dikmişti.

“Kayan yıldızlara bakıp neden dilek tutarız, biliyor musunuz?” dedi birdenbire. Min Woo şaşkınca ona döndü ve başını iki yana salladı: “Hayır. Nedenmiş?” Ji Ah gözlerini Min Woo’ya çevirdi ve tatlılıkla gülümsedi:

“Kayan yıldızlar aslında bir insana âşık olmuş olan meleklerdir,” diye söze başladı. “Oysa meleklerin insanların dünyasına gelmesi aslında yasaktır, onlar bizi sadece uzaktan seyredebilirler… Ama bazen, içlerinden birisi, dünyada izleyip korumakla görevli olduğu insana âşık olur… İşte o zaman o insana sadece uzaktan bakmak ona yetmez olur… Ve yanacağını bile bile dünyaya gelmeye kalkışır…”

Ji Ah bakışlarını Min Woo’dan alıp tekrar gökyüzüne çevirdi. Yüzünde hafif buruk bir anlam vardı. Ama dudaklarında tatlı gülümsemesi hâlâ duruyordu.

“İşte o gördüğümüz ışık topları, aslında insanların dünyasına girmeye çalışan meleklerdir: Yanacaklarını bile bile ateşe koşan melekler… Ancak tam da yanacakları anda Tanrı’ya yakarırlar: “Tanrım! Ben cezama razıyım; ama ne olur benim aşkıma şahit olan insanoğullarını mutlu et!” Ve Tanrı da onların bu fedakârlığını karşılıksız bırakmaz: Onların aşkından yanmasına şahit olan tüm insanların o anki dileklerini kabul eder… İşte böyle…”

Min Woo büyülenmiş gibi baktı ona. Dili tutulmuştu sanki. Bu hikâye nedense içine fena dokunmuştu. Ji Ah’ysa ona dönüp gülümsedi:

“Annemin anlattığı bir masaldı… Biz çok küçükken yaz aylarında evimizin terasına çıkar, yıldızları seyrederek uyurduk… Uykuya dalmadan önce annem ablamla bana masallar anlatırdı. Bu da onlardan biri işte…”

Min Woo’nun hâlâ bir şey demeden onu izlediğini görünce hafif bir utangaçlıkla elini salladı: “Aaah, biliyorum, siz şimdi “atma Ji Han, o dolap kadar evin neresinde teras var??” diyorsunuz değil mi… Ama biz önceden… yani, annemle babamın vefatından önce şimdikinden birkaç sokak yukarıda müstakil, iki katlı bir evde otururduk…” Ji Ah burukça gülümsedi, ve hafif bir sesle sözlerini tamamladı: “Ama babamın vefatından sonra borçlarımızı ödemek için evimizi satmak zorunda kaldık…”

Min Woo birden ne diyeceğini bilemedi. Beceriksizce kıpırdandı, sonra acemi bir biçimde: “Şeyy… Çok üzüldüm, başın sağolsun…” diye mırıldandı. Ji Ah buruk da olsa gülümsemeye devam ediyordu: “Teşekkür ederim… Neyse işte, annemin anlattığı bir masaldan nerelere geldik…” Sonra soran gözlerle patronuna baktı: “Ne dersiniz, artık kalkalım mı? Geç oldu, ayrıca hava giderek soğuyor, biraz daha dışarıda kalırsanız üşüteceksiniz…”

Min Woo gözlerini çocuğun yüzünden ayırıp kendini toparlamaya çabaladı:

“Evet… Doğru diyorsun… Hem yarın sabah erkenden sette olmam gerek…”

Böyle deyip ayağa kalkmak üzere bir hamle yaptı. Ama bir defada fondiplediği bira hiç fark etmeden onu çakırkeyif yapmıştı bile; genç adam birden dengesini kaybetti, olduğu yerde yalpaladı.

“Min Woo-şi!”

Ji Ah şimşek gibi fırlayıp ayakları birbirine dolanan genç adamı düşmeden yakalamıştı. Min Woo’nun yüzüne endişeyle baktı:

“İyi misiniz?! Bir şey olmadı, değil mi?!”

Min Woo ise yüzünü şaşkınca ona çevirdi ve midesine bir yumruk yemiş gibi oldu: Ji Han, kendi kolunu sıkı sıkı tutuyordu. Güzel gözleri endişeyle kendisine çevrilmişti. Min Woo onun saçlarından, boynundan yükselen kokuyu hissetti ve iyice başı döndü: Ji Han’ın kokusu… Hayır, hiçbir parfüme benzemiyordu bu koku. Ama çok, çok güzeldi… Min Woo şoförünün kendisine çok yakın duran yüzüne baktı, ve şaşkınca yutkundu: Ji Han’ın pürüzsüz teni… Burnunun üzerindeki hafif çiller… Bir şey söylemek üzere bekler gibi hafifçe aralanmış, güzel, pembe dudakları…

Genç adam kıza büyülenmiş bir biçimde bakıyor, gözlerini ondan alamıyordu. Sonra kızın cevap beklediğini fark etti ve aklını toplamaya çabaladı:

“Ben… ben iyiyim… Şeyy, başım dönüyor biraz…”

“Gelin, bana yaslanın, arabaya kadar birlikte yürüyelim…” dedi Ji Ah tüm iyi niyetiyle. Ve çocuğun kolunu kendi omzuna aldı, ona elinden geldiğince destek olmaya çabalayarak: “Haydi, araba çok uzak değil zaten, ha gayret…” deyip onunla birlikte yürümeye başladı.

Min Woo’ysa…

Bundan daha birkaç gün önce olsa hemen Ji Han’ın elinden kurtulur, “tamam, ben kendim yürüyebilirim!” diye diklenirdi. Birdenbire duygusallaşmasını alkole ve Ji Han’ın acıklı hikâyesine bağlardı. Ji Han’ın güzelliğini “nerdeyse benim kadar güzel… kız olsa çok hoş olurmuş…” diye hafif bir kıskançlıkla kabullenirdi.

Ama Min Woo fark ediyordu ki, artık bunların hiçbirini yapamıyordu: Şoförünün kendi kolunu omzuna alıp onun belinden tutarak kendisini arabaya kadar yürütmesi çok, çok hoşuna gidiyordu. O kadar ki, bu kısa yol hiç bitmesin istiyordu Min Woo. Kendisininkine yaslanan bu ince ama güçlü beden, artık onun dokununca ateşe değmiş gibi kaçtığı değil, dokunmaktan mutluluk duyduğu bir insana aitti… Bu insan erkek olsa bile!

Min Woo zihni alkolle bulutlanmış olsa da, bir tek şeyi bütün berraklığı ile anlamıştı:

Ji Han’dan çok… ama çok hoşlanıyordu…

-Dokuzuncu Bölümün Sonu-

Sekizinci Bölüm: “Seni Seviyorum!”

David Arkenstone – The Palantir 

Sarayın geniş avlusunda hızlı adımlarla yürüyorum. Sağımda solumda koşuşturup duran, eğilerek selam veren, ya da ağlaşan saray hizmetkârları ve düşük rütbeli memurlar var. Ama ben öyle telaşlı ve üzüntülüyüm ki, hiçbirini görecek halde değilim:

Sonunda olan oldu! Kan döküldü!!!

Ülkemiz hiç olmadığı kadar büyük bir felaketle karşı karşıya: Veliaht prens So Hyun, odasında bir mürekkep hokkasıyla bıçaklanmış olarak ölü bulundu!

İki gündür tüm ülkede büyük bir yas havası hâkim. İnsanlar perişan durumda. Üstelik katilin bir türlü bulunamamış olması da durumu iyice korkunç bir hale getiriyor.

Tüm bunları düşünerek yürüyorum. Kaşlarım çatılı, yumruklarım sıkılmaktan artık acıyor… Birazdan kral hazretleri ve bakanlar kurulu resmi olarak toplanacak, bu korkunç felaketi konuşup bundan sonra neler yapılması gerektiğine karar verecekler. Toplantının güvenliği ve sorunsuz bir biçimde tamamlanması benim ve adamlarımın sorumluluğunda.

Toplantının yapılacağı geniş kraliyet salonunun büyük giriş kapısında en güvendiğim adamlarımdan Si Wan’ı gördüm. Genç yardımcım şahin gözleri ile girenleri teker teker kontrol ediyor. Bakanlar ve danışmanları dışında bu toplantıda hiçkimse olmayacak. Si Wan beni görür görmez resmi duruşa geçip selam verdi:

“Efendim!”

Ona sert bir baş selamı verdikten sonra: “Hazırlıklar tamamlandı mı? Arka kapıya muhafızlarımız yerleştirildi mi? Peki iç avlu kapısına? Kraliçe hazretlerinin sarayının önüne?”

Si Wan her birine “evet efendim!” diye kısa kısa cevap veriyordu. Onun sorumluluk sahibi hallerini gördükçe biraz olsun rahatladım.

“Aferin Si Wan,” dedim adamıma. “Sen işine devam et. Ben çevreyi kolaçan edeceğim.”

Si Wan’ı giriş kapısında bırakıp etrafı kontrol etmeye çıktım. İçimdeyse, buruk bir sızı… Şimdi uzaklarda olan arkadaşım Prens Bongrim’i düşünüyordum: Acaba ağabeyinin ölüm haberi ona ulaşmış mıdır… Arkadaşımın haberi alınca nasıl yıkılacağını düşündükçe içim sızlıyor: Zavallı Bongrim! Ne kadar uğraştıysa da, bu kara talihe engel olamadı…

O sirada karşıdan Kral hazretlerinin gelişini gördüm. İki koluna iki hizmetkârı girmiş, nasıl da zorlukla yürüyor! Yaşlı kralın bu olanlardan dolayı fena halde çöktüğünü fark etmemek imkânsız…

Majesteleri salona girdiğinde herkes yere kapanıp kendisini saygıyla selamladı. Kral kürsüdeki yerini alıp konuşmaya başlayana kadar da başlarını kaldırmadılar.

“Bildiğiniz gibi ülkemiz büyük bir felakete uğradı,” dedi yaşlı kral ağır ağır. Yüzü bembeyaz, gözlerinin altı iyice çökmüş. Ellerinin titrediği dikkatimden kaçmadı. “Veliaht prensimiz…” Yaşlı adam gözyaşlarının akmasını önlemek ister gibi bir an durakladı, sonra bütün kuvvetini kullanarak sözlerine devam etti: “Veliaht prens Soo Hyun’u, canice işlenmiş bir cinayete kurban verdik… Bütün milletimizin başı sağolsun…”

Bakanlar ve bürokratlar başlarını eğerek taziye sözcükleri mırıldandılar. Yaşlı kral kendini toparlayarak sözlerine devam etti:

“Olaydan haberim olur olmaz ikinci prens Bongrim’e Qing hanedanlığın başkentinden ülkesine dönmesi için haber gönderdim. Habercinin Qing başkentine ulaşmak üzere olduğunu tahmin ediyoruz… Öte yandan…” Bir an duraklayıp en ön sıradaki bakanlardan birine baktı: “Veliaht prensin kim ya da kimlerce katledildiği konusundaki soruşturma, savaş bakanımız Yoo Shin-şi başkanlığında yürütülmeye devam ediyor. Soruşturmadaki son gelişmeleri anlatıp bizi aydınlatması adına sözü kendisine bırakıyorum.”

Yaşlı kral böyle dedikten sonra savaş bakanı ağır ağır yerinde doğruldu, boğazını temizleyip söze başladı:

“Sayın Majesteleri, değerli bakanlar… Ben savaş bakanı Kim Yoo Shin, veliaht prensin odasında suikaste uğraması konusunda-”

“KATİLİN KİM OLDUĞUNU BEN BİLİYORUM!”

Savaş bakanının sözlerini bıçak gibi kesen bu kadın çığlığı üzerine hepimiz donup kaldık. Tüm başlar sesin geldiği yöne çevrildi: Veliaht prensin eşi, prenses Hee Jin, saçı başı dağılmış bir biçimde kapıda duruyordu!

Genç kadın hepimizin şaşkınlığından faydalanarak:

“Saray duvarları onlarca muhafız tarafından korunurken hiçbir katil elini kolunu sallayarak dışarıdan saraya giremezdi!” diye bağırdı. “Üstelik o gece herkes yattıktan sonra veiaht prense çalışma odasına gelmesini siz buyurmuşsunuz!” Genç kadın büyük bir öfke ve delilikle gözlerini dikmiş, yaşlı krala bakıyordu. Nihayet, son darbeyi indirdi:

“KATİL, KRALIMIZ MAJESTELERİNDEN BAŞKASI DEĞİLDİR!!”

Salonda bir uğultu yükseldi. Fısıldaşmalar duyuldu: “NE?!” “Nasıl olur??” “Çıldırmış bu kadın!” Bense kendimi toparlamıştım, Si Wan’a bir işaret yolladım, ben bir köşeden, o diğer köşeden koşturarak bir anlık dalgınlığımızdan faydalanıp içeri giren prensesin koluna yapıştık. Nazik olmaya çalışarak:

“Hee Jin-şi,” dedim yumuşak bir sesle, “Lütfen kendinize gelin… Nerede olduğunuzu unutmuş gibi davranıyorsunuz…”

“KATİL O! O ADAM BİR KATİLDİR! KENDİ OĞLUNU ÖLDÜREN BİR KATİL!!!”

Hee Jin histerik bir biçimde bağırmaya devam ederken yapacak başka bir şey kalmamıştı, genç kadını sıkıca kavrayıp adeta kucaklar gibi çeke çeke toplantının yapıldığı salondan uzaklaştırmaya başladım. Bu arada yaşlı kral da kendini toparlamış, büyük bir hiddetle:

“Kendine gel Prenses Hee Jin-şi!” diye gürlemişti. “Sen majestelerini nasıl böyle bir şeyle itham edersin?! Bu sözlerin cezasız kalmayacak!”

Kollarımda taşıdığım zavallı genç dul hıçkırarak ağlamaya devam ederken dişlerimi sıkmıştım: Tanrım, tanrım, kabustu bu! Kafam fena halde karışıktı, doğru olabilir mi? Kral kendi oğlunu öldürmüş olabilir mi?! Nasıl… nasıl olur?!

Ama prenses, Hee Jin… He Ran’ın kibar, iyi kalpli, akıllı ablası… Yalan mı söylüyordu?!

Tam da aklımdan geçenleri duymuş gibi genç kadın tam o anda yakama yapıştı. İrkilerek ona baktım. Hee Jin’in gözleri korkuyla doluydu:

“Kral Soo Hyun’u kendi elleriyle öldürdü, inanın bana,” diye fısıldadı. “Ne olur siz bari inanın… İnanın bana!”

Ve gözleri kaydı, kendinden geçti.

Kollarımda baygın prenses, kafamda kocaman bir şüphe, sarayın avlusunda öylece kalakaldım…

*****************************************

Kim Soo Hyun – Dream

Min Woo yine sıçrayarak uyandığında her zamankinden daha beter haldeydi: Genç çocuk, az önce dul prenses kendi kollarında bayılmış kadar sarsılmıştı. Titreyen ellerle başucundaki suya uzandı, kana kana içti. Sonra saate baktı: Altı elli… Gene sabahın köründe uyanmıştı! Bundan sonra uyku falan da tutacağı yoktu… Genç adam derin bir nefes alıp kendini sırt üstü yatağa bıraktı.

Hemen sonra ağır ağır doğruldu yerinden. Böyle boş boş yatmak işe yaramayacaktı, içindeki ürküntü ve tatsız duyguyu atmak için başka bir yol bulmalı… Min Woo’nun aklına hemen şoförü düştü: Ji Han’ın tatlı arkadaşlığı ona iyi geliyordu. Şimdi de onunla konuşmak işe yarayabilirdi…

Üzerine eşofmanlarını geçirdi, odasından çıkıp aşağı kata indi. Hizmetli odalarının önüne gelince adımlarını yavaşlattı: Kang Wook’un kendisini duymasını istemiyordu. Şaka-maka, genç adamdan biraz çekiniyordu Min Woo. Ji Han’a karşı hissettiği yakınlığı bu çocuğa karşı hissedemiyordu. Aslında iyi bir çocuktu, işini iyi yapıyordu, ayrıca Ji Han’ın da onu çok sevip güvendiği belli oluyordu, ama… Ama işte…

Min Woo başını hızla iki yana sallayıp bu düşüncelerden kurtulmaya çabaladı, her neyse! Şimdi bunları bir yana bırakıp Ji Han’ı uyandırmalı, ondan kendi moralini düzeltmesini istemeliydi.

Ama tuhaf şey! Ji Han odasında yoktu. Min Woo şaşkınca evin içinde gezinmeye başladı. Nerde olabilirdi bu çocuk?

Sonra bahçeye çıktı ve onu gördü.

Ji Han neşeyle araba yıkıyordu. Bir yandan da sevimli bir ıslık tutturmuştu. O kadar şirin ve yaşam dolu görünüyordu ki, Min Woo durakladı ve bir süre görünmeden onu seyretti. Bu arada hiç farkında olmadan yüzüne hafif bir gülümseme gelip oturmuştu: Bu… bu ne şeker bir çocuktu böyle! Bak işte, en doğal haliyle bile kendisini mutlu etmeyi başarıyordu.

Aynı anda Ji Ah bahçeye açılan kapıda durmuş kendisini izleyen patronunu fark etti ve ıslık çalmayı kesip saygıyla selamladı onu:

“Ah! Min Woo-şi, günaydın! Bu sabah erkencisiniz…”

Min Woo burukça gülümsedi:

“Pek iyi uyuyamadım… Gene kabus gördüm… Üstelik dün gece de çok moralsizdim biliyorsun…” Genç adam bir gece öncesinin anılarını düşündü ve yüzü buruştu: Hyo Rim! Hyo Rim diziye dahil olmuştu, üstelik başrol oyuncusu olarak! Şimdi Min Woo eski sevgilisiyle âşık rolü oynamak zorundaydı, Allah kahretsin! Bunu hatırlamak genç yıldızın o kadar moralini bozdu ki, bir anda dün gece yatmadan başına saplanan ağrı geri geldi; Min Woo inleyerek başını oğuşturdu:

“Offf, çok sinirliyim, çok mutsuzum Ji Han!” diye bağırdı histerik bir biçimde. “N’olur bana bir çıkış yolu göster! Üzerimdeki bu gerginliği atmam lâzım!”

Ji Ah üzüntü ve kaygıyla baktı patronuna. Son zamanlarda onun için içtenlikle endişelenir olmuştu; kendisinin prenses rolünde sırra kadem basmasının Min Woo’yu nasıl yıprattığının farkındaydı. Genç kız sıkıntıyla dudaklarını ısırdı: Üstelik ne yazık ki bu rüyalarla ilgili  çocuğun ağzından bir türlü laf alamamıştı; Min Woo inatla anlatmamakta direniyordu. Zaten bir de Song Hye Kyo’nun diziden ayrıldığı, onun yerine Hyo Rim’in geldiği haberini alınca Min Woo’nun dengesi iyice alt üst olmuştu, dünden beri somurtup duruyordu.

Ji Ah onun bu sıkıntılı hallerinden kurtulmasına yardımcı olmayı içtenlike istiyordu. Dikkatlice düşündü. Birden yüzü ışıldadı:

“Beyzbol oynamaya ne dersiniz? Bir beyzbol sahasına gidelim ve atış yapalım! Öyle kocaman bir sahaya ihtiyacımız yok, mahalle aralarında bile beyzbol vuruşları yapabileceğiniz yerler vardır. Onlardan birine gidip siz hıncınızı çıkarana kadar atış yaparız! Ne dersiniz?”

Min Woo yarı şaşkın, yarı umutlu: “Bilmem, olur mu dersin? Ama ben beyzbol oynamayı bilmem ki… Hayatımda hiç oynamadım…”

“Olsun,” dedi Ji Ah neşeyle. “Ben size öğretirim! Bakın ben stres atmak için hep böyle yaparım, acayip derecede işe yarayan bir yöntemdir. Beyzbol topuna vurdukça karşınızda en büyük düşmanınız var, onun kafasına kafasına vuruyormuşsunuz gibi düşünün! Valla insanı acayip rahatlatıyor…”

Min Woo hayal etti: Elinde bir sopayla zbam zbam Hyo Rim’in kafasına vursa ne güzel olurdu, ah ah… Genç adamın yüzüne hülyalı ve zalim bir sırıtma geldiğini gören Ji Ah hafifçe kıkırdadı: Galiba bu, teklifi kabul edildi demek oluyordu…

Glee – We Are Young

Biraz sonra iki genç kendilerini Ji Ah’nın mahallesindeki beyzbol kortunda bulmuşlardı. Sabahın köründe korttaki ilk ve tek müşteriler ikisiydi. Ji Ah bir beyzbol sopasını kendi aldı, birini de Min Woo’nun eline tutuşturdu ve kendi alanına geçip sopayı sıkıca kavradı:

“Bakın Min Woo-şi, sopayı böyle tutacaksınız: Sağ eliniz altta, sol eliniz onun üstünde duracak. Şöyle sağ ayağınızı da hafifçe geriye atacak, vücudunuz dik bir biçimde ileriye doğru bakacaksınız. Aynen böyle…”

Genç kız pozisyon aldı ve karşıdan gelen topa odaklandı: Ve, BAM! Top harika bir kavisle sahanın en uç kısmına doğru uçarken Ji Ah neşeyle sırıtıyordu:

“Gerçek bir oyunda olsaydık bu atışla home run bile yapabilirdim! Evet, şimdi sıra sizde.”

Min Woo havalı havalı geldi, çizgide durdu. Sopayı Ji Ah’nın gösterdiği gibi kavradı, gözlerini kıstı, ve karşıdan gelen topu görünce tüm gücüyle salladı! Ama topu ıskalayınca zavallıcık kendi etrafında 360 derece dönüp nerdeyse dengesini kaybediyordu!

Ji Ah kıkırdamasını bastırmaya çalışarak:

“Olacak olacak,” dedi. “Bakın, duruşunuz yanlış. Daha dik durmalısınız, vücudunuzu öne doğru eğmeyin.”

Genç kız geldi, Min Woo’yu çizgiye yerleştirdi. Onun ayaklarını yanlış bastığını görünce eğilip adımları olması gereken yere koydu, sonra ayağa kalkıp genç adamı şöyle bir süzdü: “Evet, duruş olmuş gibi… Şimdi sopayı tutma işine geçelim.”

Böyle deyip Min Woo’nun arkasına geçti, ellerini uzatıp sopayı Min Woo’yla birlikte kavradı:

“Bakın ellerinizi tam benim ellerimin olduğu noktalara koymanız gerekiyor… Evet, sağ eli biraz daha aşağı kaydırın.. Çok güzel!”

Min Woo’ysa “hımm… böyle mi?” derken başını hafifçe çevirdi ve…

…Ji Ah’nın güzel yüzüyle burun buruna geldi.

Genç adam birkaç saniye büyülenmiş gibi bu yüze bakakaldı. Ji Han’ın gözleri kendi ellerine odaklanmıştı, kızcağız hâlâ çocuk sopayı doğru tutsun diye uğraşıyordu. Min Woo’nunsa birdenbire kulaklarını ateş bastı. Genç adam gözlerini Ji Han’ın güzel burnunun üzerindeki çillerden, pembe, etli dudaklarından, ve çenesinin boynuyla birleştiği yerdeki beyaz kuytudan ayıramıyordu. Kalp atışları hızlanırken Min Woo şaşkınlık ve heyecanla yutkundu. Bu… bu ne demekti şimdi?

Aynı anda her şeyden habersiz olan Ji Ah’nın eli kendi eline dokununca genç adam tüm vücuduna elektrik verilmiş gibi sarsıldı.

“Min Woo-şi, elinizi biraz daha indirmeniz gerekiyor… Biraz…”

Ji Ah Min Woo’nun kendisini dinlemediğini fark edip kaşlarını çattı: Ne vardı canım, atla deve değil ya, yalnızca elini biraz daha aşağıdan tutması gerekiyordu… Şaşkınca başını kaldırdı ve gözlerini dikmiş kendi yüzüne tuhaf tuhaf bakan Min Woo’yla göz göze geldi.

“Ne-”

Ama Min Woo o daha durumun tuhaflığını algılayamadan ani bir silkinişle kızın elinden kurtuldu! Ve şaşkın bir biçimde gülmeye başladı:

“Ahah… Ahahaha! Ben.. ben gıdıklandım da… O yüzden…”

Ji Ah bir an şaşkınca baktı ona, sonra kendisi de zoraki gülümsedi. Bir yandan da: “Şuna beceremiyorum demiyor da…” diye geçirdi içinden; az önce çocukcağızın neler çektiğinden haberi bile olmadan. Min Woo ise boğazını temizlemiş, az önceki cool havasını yeniden takınmıştı:

“Öhöm… Neyse… Tamam, ben tekrar yerime geçiyorum, bana tüm adımları yeniden göster Ji Han! Ama bu defa dokunmadan, gıdıklanıyorum dedim ya…”

“Tabii efendim, siz nasıl isterseniz,” diye dudak büktü Ji Ah. Ve çocuğa yapması gerekenleri tek tek tarif etti. Min Woo onun gösterdiği gibi durdu, sopayı sıkıca kavradı, ve topa odaklandı. Ve karşıdan gelen topa tüm gücüyle sıkıca vurdu!

“Vuuuu!” Ji Ah elini alnına siper edip havaya doğru uçan topa bakarak bir ıslık çaldı. Gerçek oyunda bu atış muhtemelen geçersiz olurdu, ama şimdi bunu söyleyip Min Woo’nun moralini bozmaya gerek yoktu, o yüzden neşeyle el çırptı:

“Harikasınız Min Woo-şi! İşte budur!”

“Harikayım di mi? Ahahah, her zamanki halim…” diye sırıttı Min Woo. Ji Ah hafifçe dudaklarını ısırıp gülümsemesini bastırmaya çalıştı. Ah Min Woo ah, mütevazılık kesinlikle erdemlerinden biri değil, diye geçirdi içinden.

Min Woo oyunun tadını almıştı, şimdi karşıdan gelen topların çoğuna vurabiliyordu. Arada bir gaza gelip top fırlatan makinaya “haydi yollaaaa, bütün gücünle yollaaa!” diye bağırıyordu. Ji Ah kıkırdayıp başını salladı, sonra kendi yerine geçti. Karşıdan gelen toplara büyük bir beceriyle vurmaya başladı.

Min Woo ise bir süre kendi toplarıyla cebelleşip her birini yamuk yumuk sağa sola fırlattıktan sonra yanındaki şoförüne yan yan bir bakış attı. Onun bu oyunda kendisinden çok daha iyi olması genç yıldızı hırslandırmıştı. Sopayı iyice sıktı, daha iyi konsantre olmaya çabaladı: Biraz daha iyi vurursa… biraz daha dikkat ederse Ji Ah’nın skorunu geçebilirdi…

En sonunda, karşıdan gelen topa mükemmel bir biçimde vurdu!

Top harika bir kavis çizerek tam düşmesi gereken noktaya doğru düşerken Min Woo elindeki sopayı fırlatıp sevinçle şoförünün tarafına koşturdu:

“Yihhhhuuuuu! Ji Han, süper vurdum, Ji Han, gördün mü atışımı, gördün mü ha-AAAOVVVVVVVVVVVV!”

O şaşkın tavuklar gibi Ji Ah’nın burnunun dibine doğru koşarken kızın topa vurduktan sonra geriye doğru savrulan sopası genç yıldızın tam suratında patlamıştı! Min Woo gözlerinde yıldızlar uçuşarak yere düşerken Ji Ah sopasının ucundaki çatırdama sesinin nerden geldiğini ilk anda algılayamamıştı, ama sonra arkasında çuval gibi yere yığılan Min Woo’yu fark edip korku dolu bir çığlık attı:

“Hİİİİİİİİİİİİİİİİ!!!!”

Genç kız hemen yerdeki çocuğun başına koşturdu. Min Woo’nun sol gözkapağının bir balon edasıyla yavaş yavaş şişmeye başladığını kendi gözleriyle görünce Ji Ah’nın nerdeyse aklı çıkıyordu:

“MİN WOO-Şİİİİİİİİİİİİİ! Konuşun benimle, konuşun ne olurrrr!”

Yerde yatan genç adam zorlukla gözlerini açtı. Karşısında kendisine kaygılı gözlerle bakan şoförüyle göz göze geldi:

“Ji Han…” diye mırıldandı.

“Min Woo-şi! İyi misiniz efendim?!”

“…nedir ulan benim ablanla ikinizden çektiğim…” dedi Min Woo ve yeniden bayıldı.

*****************************************

Kang Hyuk karşısında başı sargılı Min Woo ve onun yanında mahcup mahcup yürüyen Ji Ah’yı görünce gözlerine inanamıştı.

“Neler oluyor?” dedi şaşkınca. Saatine baktı, sabahın on’uydu. Bu ikisi bu saatte nerden geliyordu… ve Min Woo başını gözünü yarmayı nasıl başarmıştı?!

“Uzun hikâye,” dedi Ji Ah yorgun bir tavırla, bu sırada Min Woo’nun koluna girdi: “Eşiğe dikkat edin Min Woo-şi… Evet, şimdi ayakkabılarınızı çıkaralım…”

Bir gözü bantlanmış, kafası sargılarla kapanıp adeta mumyaya dönmüş olan Min Woo yavaşça inledi: “Ji Han… Çok uykum var…”

“Ama efendim, doktoru duydunuz, ne dedi: Yirmi dört saat boyunca uyumamanız gerektiğini söylemedi mi?” dedi Ji Ah tatlılıkla. Bir yandan da Kang Hyuk’a umutsuz bir bakış fırlattı: Eski dostu kızın “bugün çekeceğimiz var…” demek istediğini şıp diye anlayıvermişti.

Glee – Summer Nights

Gerçekten de Ji Ah ve Kang Hyuk’un o günü çok zorlu geçti: Hastanede CT çekilmiş, herhangi bir anomaliye rastlanmamıştı, ama doktor her ihtimale karşın Min Woo’nun bir gün boyunca uyumamasını söylemişti, beyin sarsıntısı geçiriyor olabilirdi. Ama zavallı Min Woo zaten bir gece önce uykusunu alamamış, üstüne bir de ağır spor yapıp yorulmuşken bunu başarması imkânsız gibiydi: Çocukcağızın gözkapakları ağır ağır kapanmaya başlıyor, ama hemen o anda Ji Ah tiz bir sesle:

“MİN WOO-Şİİİİ! Bakın şimdi sizle Grand Theft Auto oynayacağız, uyanık kalmanız lâzım!” diyerek gürültülü bir oyun açıp controller’ı çocuğun eline tutuşturuyordu. Min Woo zorlukla oynamaya çalışıyor, ama controller’ı tutan parmakları gevşeyip araba duvara toslayınca Kang Hyuk:

“MİN WOO-Şİİİİ!! Bakın size ne pişirdim, hadi ağzınızı kocaman açın bakayım! Aaaaaa!” diye elindeki kimbaplardan çocuğun ağzına tıkıştırıveriyordu. Min Woo’nunsa itiraz etmeye bile mecali kalmamıştı. Bir ara onun ağzında kocaman bir sandviç parçasıyla gözlerinin kapanıp yana devrildiğini gören Ji Ah bir çığlık attı:

“Kang Hyuk! Uyuyacak bu, çabuk bir şeyler yap, çabukkk!”

“Ne yapayım?!” dedi Kang Hyuk çaresizce. Sağına soluna baktı, sonra birdenbire şimşek gibi yerinden fırladı: Masanın üzerinde duran kocaman bir sürahi suyu kaptığı gibi “savuluuuuuuun!” diye bağırarak Min Woo’nun başından aşağı boca etti!

Bundan iki saniye sonra ortalık ölüm sessizliğine büründü. Min Woo’nun gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Genç yıldız dişleri arasından tısladı:

“Sen… sen az önce kafamdan aşağı bir sürahi dolusu buz gibi su mu döktün?!”

Kang Hyuk korkuyla yutkundu: “GULP!” Ji Ah ise yüzünde dehşet ifadesi ile patronuna bakıyordu: Eyvaaah, şimdi Min Woo on atom bombası gücünde patlayacaktı!

“MİN WOOOOO!”

Neyse ki tam o anda aşağıdan gelen kapının açılma sesi ve Soo Hyun’un bağırışı Kang Hyuk’u mutlak bir ölümden kurtardı: Orta yaşlı menajer fırtına gibi içeri daldı, koşarak genç yıldızının başına çöktü:

“Min Woo! Yavrum, nooldu sana?? Nasıl oldu da bu hale geldin?! Araba mı çarptı, ne oldu, söyle çabuk!”

Min Woo somurtuk, ama sakin bir yüzle: “Önemli bir şey değil… Ufak bir kaza…” derken Ji Ah derin bir nefes verdi: Min Woo’nun doktorunun durumu hemen Soo Hyun’a yetiştireceği belliydi, genç kız kendini Soo Hyun’dan gelecek olan sağlam bir azara, hatta işten kovulmaya bile hazırlamıştı. Ama ilginç bir biçimde Min woo kendisini ele vermemişti. Ji Ah minnet dolu bakışlarla patronuna baktı.

Kang Hyuk’sa o esnada konunun değişmesinden memnun, sevinçle Soo Hyun’a dönmüştü:

“Soo Hyun-şi, iyi ki geldiniz: Min Woo-şi’yi yirmi dört saat boyunca uyutmamamız lâzım! Ve biz elimizdeki tüm yöntemleri tükettik!”

Soo Hyun Min Woo’nun saçından damlayan su taneciklerini fark etti ve alayla gülümsedi: “Evet, öyle görünüyor…” Sonra kendinden emin bir gülüşle Ji Ah ve Kang Hyuk’a “Siz o işi bana bırakın!” dercesine göz kırptı. Tekrar Min Woo’ya döndüğünde yüzüne heyecanlı bir ifade takınmıştı:

“Sen onu bunu bırak da, asıl bombayı dinle: Dünden beri twitter ve diğer siteler sen ve Hyo Rim’in haberleriyle çalkalanıyor! Hyo Rim’in Kökler’e girmesi hayranlarınızı mutlu etmiş gibi görünüyor… Ne dersin, twitter’da sana mention bırakanların tweetlerini okuyalım mı?”

Min Woo homurdandı: “Hyo Rim’in diziye girmesi hangi sivri akıllının fikriyse dünden beri kendisine ve ailesine derin saygılarımı sunup duruyorum! Ayrıca Hyung saçmalığa bakar mısın, neymiş, Hyo Rim’in soyu kraliyet ailesine dayanıyormuş! O yüzden tarihi bir dramada soylu bir kadın rolü oynamak için biçilmiş kaftanmış! Pehhh! Bu ne saçma bir şey lan!”

Sooo Hyun: “Öyle tabii, ama böyle şeyler halkın ilgisini çeker, en temizinden bir reklam fırsatı işte…” diye genç yıldızın suyuna gitmeye çabalarken bir yandan da ipad’i açmış, twitter’a bağlanmıştı. Min Woo’nun büyük bir merakla aletin üzerine eğildiğini görünce neşeyle sırıttı: Görev tamamlanmıştı.

Gerçekten de internet âlemlerine dalan Min Woo uykuyu falan unutmuş, uzun süredir bilgisayarın başından kalkmamıştı. Ji Ah ve Kang Hyuk’sa sabahtan beri devam eden hengamenin içinde nihayet biraz gevşemeye fırsat bulabilmişlerdi. Ji Ah aşağı salondaki kanepelerden ucuz olanına yığılır gibi çökerken (pahalı olana oturmaktan hâlâ çekiniyordu garibim…):

“Bittim, valla billa bittim!” diye mızmızlandı. “Bugün yaşadığım stres bana üç ay yeter!”

Kang Hyuk sırıttı: “Orası kesin: Az daha patronunun beynini dağıtıyordun kızım! Gene ucuz yırttın…”

Ji Ah derin bir nefes koyverdi: “Fiyuvvvv! Valla öyle!… Ama benim bir suçum yok Kang Hyuk-a, çocuk resmen bela mıknatısı gibi! Ne zaman ne bela çekeceği belli olmuyor!” Ve kafasını iki yana sallayıp mırıldandı: “Aslında en başta anlamalıydım, ilk tanışmamız bile çocuğun kıçını köpeklerden kurtarmamla oldu! Böyle başlayan bir şeyden ne hayır beklersin ki??”

Kang Hyuk kıkırdadı ve sevecenlikle kızın saçlarını karıştırdı: “Hahah, işte karşınızda Min Woo-şi’nin koruyucu meleği Ji Han! Sen olmasan beyimiz geçen gece bar çıkışında dayak da yiyecekti…”

Ji Ah birden durakladı. “Ama o olayda asıl suçlu benim,” diye düşündü, “Çocuğun karşısına prenses kılığında çıkmasaydım o gece o kadar içip dağıtmayacaktı…” Ama bunu Kang Hyuk’a söylemedi. Onun yerine hafifçe gülümsemekle yetindi.

Kang Hyuk’sa başka bir şey düşünüyordu. Dalgınca:

“Aslında bence…” diye söze başladı. Sonra bir an tereddütle durakladı. Aklından geçenleri Ji Ah’ya söylemeli miydi?

“Sence, ne?” dedi Ji Ah merakla. Kang Hyuk’sa tereddüt ediyordu. Ama sonunda dayanamadı, onu kızdıracağından korktuğu halde Ji Ah’ya döndü:

“Bence bu iş sana göre değil Ji Ah… Biliyorum böyle deyince bana kızıyorsun, ama bir düşün: Ne kadar para alıyor olursan ol, Min Woo gibi kaprisli bir insanın şımarıklıklarını çekmeye değer mi sence? Sen çocuklarla uğraşmayı sevmezsin Ji Ah, kapris çekmeyi sevmezsin, Min Woo gibi narsist insanları ise hiç sevmezsin! Gene de… gene de bu işte kalmaya devam etmek istiyor musun?”

Myung Wol The Spy OST: More than anyone in the world

Kang Hyuk sözlerini bitirince biraz da korkarak arkadaşının yüzüne baktı. Ji Ah kendisine kızmış mıydı acaba? Ama Ji Ah’nın yüzünde kızgınlık belirtisi yoktu. Genç kız dalgın, biraz da hüzünlü bakıyordu.

“Aslında… bir bakıma haklısın,” dedi ağır ağır. “Tam da söylediğin gibi: Ben kapris çekemem, narsist insanlardan da nefret ederim!”

Sonra, gözleri karşısında biri varmış gibi dalarken hafif bir gülümseme belirdi dudağının kenarında:

“Ama Min Woo kötü biri değil, Kang Hyuk… Onun o şımarık ve kendini beğenmiş halleri aslında kötülüğünden değil: O büyüyememiş bir çocuk sadece… O yüzden ona kızamıyorum…”

Kang Hyuk şaşkınlıkla kızın yüzüne baktı. Ji Ah’ysa karşısında Min Woo’yu görürcesine hafif bir gülümseme ve dalgın gözlerle karşıya bakıyordu.

“Ona kızamıyorum,” diye tekrarladı. “Hatta kızmayı bırak… onu koruyup kollamak geçiyor içimden!… Çünkü Min Woo-şi çocukluğunu yeterince yaşayamamış, çocukken yeterince sevilmemiş, o yüzden içinde eksik kalan sevgiyi şimdi hayranlarında bulmaya çalışan bir ufaklık gibi görünüyor gözüme… Annesinin o çok küçükken öldüğünü bilmiyorsun değil mi? Üstelik zavallı çocuk babasından da ilgi görmemiş: Babasıyla ben de tanıştım, öyle soğuk, somurtuk bir adam ki görsen sen de nefret edersin! Min Woo’ya acımadan edemedim, zavallıcık böyle bir ailede büyüyünce sevgiye aç bir insan olması o kadar doğal ki…”

Ji Ah sözlerini bitirip yüzünde derin bir şefkat ifadesiyle Kang Hyuk’a baktı. Kang Hyuk’sa resmen aptallaşmıştı. Büyük bir şaşkınlıkla:

“Sen… sen resmen bu çocuğu seviyorsun Ji Ah…” diye fısıldadı.

Ve Ji Ah’nın gözlerinin hayret ve öfkeyle irileşmesini, kızın kendisine “Saçmalama! Manyak mısın nesin?!” diye bağırmasını bekledi. Bunu bütün kalbiyle bekledi.

Oysa Ji Ah, dalgın ve sakin bir biçimde:

“Hımm… Başlarda ona çok gıcık olduğum doğru, ama haklısın, son zamanlarda onu sevmeye başladım,” diye cevap vermişti. “Hatta ona hayranlık duyduğum bile söylenebilir.” Sonra şakacı bir tavırla güldü: “Ama yanlış anlama, tabii ki bu hayranlık yalnızca aktörlüğü konusunda! Ama Kang Hyuk, sen onu sette hiç izlemedin: Kamera çalışmaya başladığı anda çocuk öyle bir değişiyor ki, mistik şeylere inanıyor olsam çocuğun içine başka birinin ruhunun girdiğini falan düşüneceğim! Min Woo resmen süper oynuyor, hangi role girdiyse o kişi oluveriyor, mimikleri, konuşması bile değişiyor! Böyle bir aktöre hayran olunmaz mı?”

Kang Hyuk zorlukla yutkundu ve başını salladı. Ji Ah’ysa onun içinde kopan fırtınalardan habersiz, yüzünde tatlı bir gülümsemeyle devam ediyordu:

“Hatta bence onun bu yeteneği bencilliklerini ve şımarıklıklarını da biraz affettiriyor: Nasıldır bilirsin, sanatçılar biraz uçuk kaçık olur, bu onların sanatçı dehasıyla gelen bir şey olsa gerek… O yüzden Min Woo’nun oyunculuğunu gördükten sonra kaprisleri bile bana eskisi kadar batmamaya başladı…”

Kang Hyuk acı bir biçimde gülümsedi:

“İşte şimdi bambaşka biri gibi konuştun: Bir insan isterse dâhi bir sanatçı ya da bilim adamı olsun, bu ona başkalarına eziyet etme ayrıcalığı vermez ki!”

“Evet ama dâhilerin biraz marjinal olmaları normal karşılanmalı bence… Sonuçta onlar bambaşka bir boyutta.” Ji Ah hafifçe içini çekti. Genç kızın gözlerinde hayranlık dolu bir parıltı vardı: “Senin benim gibi sıradan insanlar öldükten sonra unutulup gideceğiz… Ama Min Woo yüzyıllar sonra bile hatırlanıyor olacak! Ne kadar harika bir şey, değil mi? Bence bu bile ona hayran olmak için yeterli bir sebep!”

Kang Hyuk’un ağzını açıp cevap vermesine fırsat kalmadan yukarıdan Soo Hyun’un sesi duyuldu: “Ji Han! Kang Wook! Biriniz Min Woo-şi’ye kahve yapsın!”

Ji Ah hemen yerinden fırladı: “Sen otur, ben bakarım…” ve yukarıya doğru: “Hemen getiriyorum Soo Hyun-şi!” diye bağırıp mutfağa doğru koşturdu.

Kang Hyuk’sa oturduğu yerde öylece kalakalmıştı. Genç adam az önce duyduklarının şokuyla bir süre hareket bile edemedi.

Ji Ah… kendisi henüz bunun farkında olmasa da, Min Woo’nun büyüsüne kapılmış gibi görünüyordu…

*****************************************

Bigbang – Blue

Günün geri kalanı Kang Hyuk için cehennem azabı gibi geçti.

Genç adam duyduklarının şokuyla malikânede daha fazla kalmaya tahammül edememişti. Kimseye bir şey demeden kendini dışarı atmış, soluğu en yakın barda almıştı. Şimdi en sert içkileri birbiri ardına yuvarlarken bir yandan da acı içinde düşünüyordu.

Ji Ah… Ahhh, Ji Ah…

Onu kollarının arasına almasına bu kadarcık az bir süre kala sonsuza dek kaybedemezdi! Bu… bu olamazdı! Olamazdı işte!

Tam on iki sene önce birbirlerine söz verdikleri gün geldi aklına: O acayip, o muhteşem gün…

O harika güne dek Ji Ah’yla yalnızca arkadaştılar. Aslında çok samimi arkadaşlardı; iki senedir aynı sınıfta okuyup aynı mahallede oturmalarının da etkisiyle kısa zamanda yakın arkadaş olmuşlardı. Fakat bir yandan da aralarında adı konulmamış bir çekim de var gibiydi; Ji Ah’nın biyoloji dersinde deney partneri olarak hep kendisini seçmesinden, öğle yemeği için yemekhaneye indiklerinde kendi masasında ona yer ayırmasından anlıyordu Kang Hyuk bunu… Genç adam şimdi bir bar taburesinde otururken yakın zamanda okuduğu bir kitabı anımsayıp gülümsedi: Tam da o Türk şairin söylediği gibiydi, değil mi?

“Bir şey var aramızda
Senin bakışlarından belli
Benim yanan yüzümden
Dalıveriyoruz arada bir
İkimiz de aynı şeyi düşünüyoruz belki
Gülüşerek başlıyoruz söze
Bir şey var aramızda
Onu buldukça kaybediyoruz isteyerek
Fakat ne kadar saklasak nafile
Bir şey var aramızda
Senin gözlerinde ışıldıyor
Benimse dilimin ucunda”

Ama o gün… İşte o gün…

Son derece sıradan başlayan bir gündü aslında: Okul çıkışı nehir boyunca yürüyerek mahalleye dönüyorlardı. Ji Ah sınıflarındaki bir kızdan bahsediyordu, kız sevgilisinden ayrılmış, buna o kadar üzülmüştü ki intihara teşebbüs etmişti. Ji Ah dudak büküyordu:

“Aklım almıyor Kang Hyuk-a… Manyak mı bu kız, bir insan birisi kendisini sevmedi diye neden intihar etmek ister?! O sevmezse bir başkası sever, nedir yani?”

“Bunu söyleyebildiğine göre sen hiç âşık olmamışsın küçük hanım!” dedi Kang Hyuk bilmiş bilmiş. Ji Ah bir an durakladı, sonra yüzünü buruşturdu:

“Evet, sanırım olmadım… Çünkü aşk buysa bence çok saçma bir şey! Ama dur bakayım…” Gözlerini kısıp arkadaşına baktı: “Yoksa sen So Ra’yı anlıyor musun? Yoksa sen de onun gibi âşık oldun mu, haaa? Doğru söyle!”

Kang Hyuk sırıttı: “Tabii ki hayır! Ama aşk diye anlatılan hep böyle bir şey değil midir? Bir başkasını o kadar seversin, o kadar seversin ki, onun için kendinden bile vazgeçersin!”

Ji Ah kıkırdamaya başladı: “Bence salakça! Kimse bir başkasını o kadar sevemez!”

“Büyük konuşma, başına gelmeden bilemezsin,” dedi Kang Hyuk gene bilmiş bilmiş. Ji Ah’ysa sırıttı:

“Amaaan, bence insanlar bu aşk denen naneyi fazla abartıyorlar! Neymiş, aşk olmadan mutlu olunmaz, evlenilmezmiş! Pöf! Saçma… Yani mesela iki insan birbirini iyi anlayıp aynı zevkleri paylaştığı sürece âşık olmadan da birbirlerini sevebilir ve harika bir evliliğe sahip olabilirler bence!”

Kang Hyuk muzipçe sırıttı: “Ünlü düşünür Ji Ah’dan özlü sözler!”

“Çok ciddi söylüyorum,” dedi Ji Ah ciddiyetle. Sonra bir an durdu, muzipçe arkadaşına baktı: “Mesela… mesela senle ben evlensek çok mutlu oluruz!”

Birdenbire Kang Hyuk’un kalbi hızlı hızlı atmaya başladı. Ama heyecanlandığını çaktırmak istemedi, gülerek işi şakaya vurdu:

“Diyorsun??”

“Tabii,” dedi Ji Ah ciddiyetle, “İkimiz çok iyi anlaşıyoruz, bir aradayken çok eğleniyoruz ve birbirimizi seviyoruz…” Sonra son söylediği lafın nereye varacağını tahmin edip kıpkırmızı olurken aceleyle ekledi: “Eee, şey, arkadaş olarak seviyoruz yani! Evet evet arkadaş olarak!”

Kang Hyuk’un içinden hafif bir hayalkırıklığı geçtiği halde genç çocuk gülmeden edemedi: “Hım… Peki, sen öyle diyorsan…” Yan yan kıza baktı ve aklına bir muziplik geldi. Birdenbire diz çöktü ve kızın ellerine yapıştı! Hamlet oynar gibi abartılı bir ses tonuyla:

“O halde… benimle evlenir misin Ji Ah?”

Ji Ah ilk anda acayip şaşırmıştı! Ama genç oğlanın yüzündeki gülmeye hazır ifadeyi görünce onun da yüzüne muzip bir sırıtış geldi. Aynı teatral ses tonuyla:

“Neden olmasın Kang Hyuk?” diye cevap verdi. “Ama benim için bir sorun yok, çünkü ben aşka inanmıyorum. Peki ya sen? Ya sen biz evlendikten sonra başka birine âşık olursan ne olacak?”

“O zaman şöyle yapalım,” dedi Kang Hyuk. “Birbirimize otuz yaşına gelene kadar süre verelim: Eğer bu sürede ikimizden biri deliler gibi âşık olacağı birini bulursa o zaman anlaşma bozulur. Ama eğer ikimiz de otuza kadar başkasına âşık olmazsak bu sözü hatırlayacak ve birbirimizle evleneceğiz!” Göz kırptı: “Ne dersin?”

Ji Ah gözlerini yere indirdi. Yüzünden hafif bir tebessümün gölgesi geçti. Kang Hyuk’sa yüreği ağzında ata ata bekliyordu. En sonunda Ji Ah:

“Tamam, varım!” diye bağırdı neşeyle. “Ama… ama bir sorun var.”

“Neymiş o?” diye sordu Kang Hyuk kalbi sıkışarak. Ji Ah dişlerini göstererek afacanca sırıttı:

“Doğumgünlerimiz aynı değil ki! Hangimiz otuza gelene kadar bekleyeceğiz??”

Kang Hyuk kafasını kaşıdı: “Doğru diyorsun… O zaman şöyle yapalım: İkimiz de 2012 yılında otuza basacağız, değil mi? O zaman tam 31 aralık 2011’de saat geceyarısını vururken eğer hayatımızda birisi yoksa tam bu noktaya gelir, birbirimize bu sözü hatırlatırız. Tamam mı? Anlaştık mı?”

Ji Ah kıkırdamasını bastırmaya çalışarak başını salladı: “Anlaştık!” Sonra bir an düşündü ve bir ıslık koyverdi: “Fiyuvvvvv, taaa ikibin on iki! O zamana kadar sen yüzlerce kıza âşık olursun be Kang Hyuk!”

“Haha, sen kendine bak,” diye gülüp onun kafasına hafifçe vurdu Kang Hyuk. Ji Ah dil çıkardı:

“Böööö, ben âşık olmam, bak görürsün! Ben kendime âşığım bi kere oğlum!”

“Ahhh, desene o zaman narsist bir prensesle uğraşmak zorunda kalacağım! İyisi mi ben en kısa zamanda kendime âşık olacak başka bir kız bulayım…”

“İyi edersin! Neyse, hadi o zaman, bizim sokağa kadar yarışıyor muyuz?? Hadi, bir-iki-üç!”

“Ne? Hey dur, dur bekle ama! Daha ben koşmaya başlamadım!”

Ve kahkahalar arasında koşturan iki genç çocuk… İkisi de daha on yedisinde…

Kang Hyuk gözlerinin önüne gelen anılardaki iki çocuğa dalgınca gülümsedi. Ne tatlı… ve ne aptal ufaklıklardı onlar! Hiçbir şeyden haberleri yoktu henüz… Kendilerini bekleyen hiçbir acıdan, hiçbir felaketten haberleri yoktu…

Hele de kendisi: Ne kadar aptal, ne kadar aptaldı! Şimdi mümkün olsa o ana döner, genç Kang Hyuk’un kulağına: “Otuz değil, yirmi beş de! Hatta yirmi olsun! Çünkü farkında bile olmasan da sen ona şimdiden âşıksın, başka da kimseyi sevemeyeceksin!” diye fısıldardı.

Oysa o… O bir başkasını sevmek üzere… Hem de sözümüzü tutmanıza bu kadar az zaman kalmışken…

Kang Hyuk boğazından yükselen ağlama isteğini bastırmak istercesine önündeki kadehi başına dikti.

Jaejoong – INSA

Ji Ah yorgunlukla saatine baktı: Gecenin ikisi… Yirmi dört saat nöbetinde son altı saate girilmişti.

Genç kız son iki saattir Min Woo’yu uyutmama işiyle tek başına cebelleşiyordu: Soo Hyun çoktan pes etmiş, bir köşede uyuyakalmıştı. Kang Hyuk’sa ne zamandır ortalarda görünmüyordu. Üstelik telefonu da kapalıydı! Ji Ah öfkeyle dişlerini gıcırdattı: Eh be Kang Hyuk, kendisini yalnız başına bırakmanın tam da sırasıydı yani!

“Ji Han…” diye mırıldandı Min Woo yanıbaşında. Ji Ah hemen ona döndü: “Efendim Min Woo-şi?”

“Bir şey olacağı falan yok, artık rahat bırak da uyuyayım olur mu?” dedi Min Woo yorgun bir sesle. Zavallı çocuğun gerçekten de gözleri kapanıyordu. Ama Ji Ah hemen yerinde dikleşti:

“Olmaz! Azıcık daha sabredin, bakın şimdi en tehlikeli saatler… Şu önümüzdeki birkaç saati de atlatalım, ondan sonra mışıl mışıl uyursunuz…”

“Ama artık dayanamıyorum,” diye sızlandı Min Woo. Ji Ah umutsuzca alt dudağını ısırdı. “Ne yapsak ki… Acaba banyoya mı girseniz?”

“Bugün tam yedi kere banyo yaptım,” diye yüzünü buruşturdu Min Woo, “Beyin kanamasından değil ama deri büzüşmesi yüzünden ölücem…”

“O zaman… O zaman kahve yapayım?”

“Tam sekiz kupa içtim! Beni kafein komasına mı sokmak istiyorsun?!”

“O zaman… o zaman…” Ji Ah telaşla bir şeyler düşünmeye çabalarken Min Woo kanepedeki yastığı başının altına almış, kaykılmaya başlamıştı bile: “Odama gidecek halim bile yok… Hadi iyi geceler…”

“OLMAZ! Min Woo-şi, hayır, sakın uyumayın!” diye bağırdı Ji Ah, ama Min Woo’nun aldırdığı yoktu, çocuk gözlerini kapar kapamaz uyku moduna geçmişti. Ji Ah bir an durakladı, sonra:

“Eeehhh, başka çare yok, bunu sen istedin!” diye mırıldanarak çocuğun üzerine doğru eğildi…

…ve onu gıdıklamaya başladı!

Min Woo’nun gözleri faltaşı gibi açıldı! Bir an: “Sen… sen ne yapıyorsun be?!” diye öfkeyle söylenirken hemen ardından yüz kasları gevşedi, genç yıldız kahkahalarla gülmeye başladı. Bir yandan da: “Ahahah! DUR! Dur Ji Han, valla uykum açıldı, noolur dur artık!” diye bağırıyordu. Ji Ah’ysa: “Olmaaazzz! Uykunuzu iyice açtığımdan emin olmalıyım!” diye onun yalvarmalarına aldırış bile etmeden gıdıklamaya devam ediyordu. Min Woo önce debelenerek Ji Ah’dan kurtulmaya çalıştı, ama baktı ki olmayacak, birdenbire bütün gücünü topladı ve “AAAAAAA! Yeter amaaaa!” diye bağırarak kızı üstünden attı! Ji Ah şaşkınlık içinde kanepeye devrilirken bu defa Min Woo onun üzerine çullanmıştı:

“Yeter be, yeter! Uykum açıldı ama canımı çıkardın! Sen şimdi görürsün!”

Ve bu defa da kendisi kızı gıdıklamaya başladı! Ji Ah bir yandan istemsizce kıkırdamaya başlarken bir yandan da korkuyla göğüslerini korumaya çalışıyordu. Min Woo’ysa onun kollarını sıkıca tutup kızı zaptetmeye çalışırken:

“Sen şimdi görürsün, hain!” diye bağırdı. “Bak ben sana neler yapıyorum!”

Bunu söylediği anda birden Ji Ah’nın korkuyla irileşmiş gözleriyle göz göze geldi ve tuhaf bir şey oldu: Genç adamın damarlarında sıcak bir şeyler akmaya başlarken öylece Ji Ah’ya bakakaldı.

Ji Ah da artık gülmüyordu. Kendisini sıkı sıkı tutmaya devam eden Min Woo’nun vücudunun altında yatarken korku ve şaşkınlık dolu gözlerle Min Woo’nun yüzüne bakıyordu. Min Woo’nun gözleri… Ne kadar da parlaktı… Ve bu gözler şimdi kendi yüzüne odaklanmış, hafifçe kısılmıştı. Dudakları… ne kadar güzeldi… Min Woo onun düşüncelerini duymuş gibi dilini çıkarıp dudağını yaladı, ve alt dudağını şaşkınca ısırdı.

Sonra, kendisi de ne yaptığını bilmezmişçesine şaşkın, biraz da acemi bir ifadeyle onun yüzüne doğru eğildi…

Ji Ah, gözleri kapalı bir biçimde yüzüne yaklaşan yüze bakınca bir an korkuyla yutkundu. Ama sonra, adeta otomatik olarak kendi gözleri de kapandı. Bilekleri hâlâ Min Woo’nun elleri tarafından sıkı sıkı tutulmuş haldeyken, Min Woo’nun saçları kendi yüzüne dokundu…

“BURDA NELER OLUYOR??!!!”

Birdenbire hemen önlerinde patlayan sesle ikisi birden yerlerinde sıçradılar! Ji Ah yerinden fırlarken Min Woo’nun kafasına çarptı, Min Woo: “AAAHHH!” diye kaşını tuttu: Gene mi ulan, gene mi??

Ji Ah’ysa ona çarptığını bile düşünemez haldeydi, korku ve utanç dolu çırpınışlarla ayağa fırlamış, kapıda buz gibi bir ifadeyle duran çocuğun karşısına dikilmişti:

“Kang Hyuk, düşündüğün gibi değil, valla bak! Ben Min Woo-şi’yi uyanık tutmak için onu gıdıklıyordum, sonra birdenbire o beni gıdıklamaya başladı, o kadar! O kadar yani!”

Kang Hyuk’sa taş kesmiş gibi bakıyordu ikisine. Yüzünde düşmanca, hatta nefretle dolu bir ifade vardı. Ji Ah birden durakladı. Sesindeki telaş, şaşkınlığa dönüştü: “Sen… sen içtin mi?”

Ama Kang Hyuk ona cevap vermek yerine birdenbire hınçla döndü ve koşarak odadan çıktı. Ji Ah da bir anlık bir duraklamadan sonra onun peşinden koşturmaya başladı: “Kang Hyuk! Bekle! BEKLE DİYORUM!”

Ji Ah koşturarak odadan çıkarken Min Woo da yavaş yavaş kendine geliyordu. İlk tepkisi, büyük bir hayret oldu: Az önce… az önce Ji Han’ı öpmeye mi çalışmıştı?!

Ve ardından kocaman bir utanç dalgası geldi, başından aşağı kaynar su gibi döküldü: Kendisi az önce bir erkeği öpmeye çalışmıştı!!! Min Woo: “Aaargggghhh!” diye bağırdı, kanepenin yastığını yüzüne bastırıp yerinde tepinmeye başladı. O kadar çok gürültü yapıyordu ki, deminki curcuna içinde uyanmamış olan Soo Hyun bile gözlerini açıp şaşkınca mırıldandı: “N’oluyo yav…”

Seal – Kiss from a rose

O sırada Ji Ah nihayet bahçeye çıktıkları anda Kang Hyuk’u yakalamış, onun kolundan tutup durdurmuştu. Hava soğuktu, gecenin ayazı yüzlerine vuruyordu. Ama Kang Hyuk’un buna aldırdığı bile yoktu. Genç adam sert bir silkinişle kolunu kızdan kurtardı, sonra da onun yüzüne büyük bir hayalkırıklığıyla bakarak:

“Sen… sen ne yapıyorsun Ji Ah?!” diye haykırdı. “Sen kendinde misin?!! Az önce… Tanrım, az önce nerdeyse Min Woo’yla öpüşüyordun!”

Ji Ah utançla başını önüne eğdi. “Ben… ben öyle göründüğünü biliyorum, ama-” diye söze başlayacak oldu. Ama Kang Hyuk ona izin vermedi:

“Bana yalan söyleme! BANA YALAN SÖYLEME! Onunla gerçekten de öpüşmek üzereydin! TANRIM!!!”

Genç adam acıyla hızlı hızlı birkaç adım attı, sonra gerisin geri yürüyüp kızın hemen yanına kadar geldi. Onun kolunu sıkıca kavradı, gözlerinin içine bakarak:

“Onu seviyor musun?? Söyle bana, ona âşık mısın?!” diye bağırdı!

Ji Ah o kadar şaşırmıştı ki, ağzını açtığı halde ses çıkmadı. Genç kızın gözleri hayretle irileşmişti, bu… bu karşısındaki Kang Hyuk muydu gerçekten?? Kendisinin sevgi dolu arkadaşı, neşeli, biricik dostu… böylesine vahşi bir adama nasıl dönüşebilirdi?

“Sen… sen çıldırmışsın!” diyebildi en sonunda. “Bana bak, ne kadar içtin sen?”

“Soruma cevap ver!” diye bağırdı Kang Hyuk bir kez daha. Sonra acıyla haykırdı: “Ji Ah, sadece yirmi üç gün kaldı! Yirmi üç gün! Unuttun mu ha, unuttun mu? Yıllar önce birbirimize verdiğimiz sözü unutmuş olamazsın!”

Genç adamın dudakları titriyordu. Ji Ah’ysa ona korku ve yepyeni bir hayretle baktı: Kang Hyuk… Yoksa…?

“Unutmadım de… Lütfen unutmadım de,” diye fısıldadı Kang Hyuk birden. Sesi o kadar acı dolu çıkmıştı ki, Ji Ah’nın kalbi parçalandı. Ama beyni durmuş gibiydi, ne diyeceğini bilemiyordu.

“Sen… sen tam olarak neden bahsediyorsun?” diye mırıldandı şaşkınca. Acaba… acaba…?

Kang Hyuk’sa birden gözlerinde büyük bir acıyla baktı ona: Unutmuştu! Ji Ah o sözü çoktan unutmuştu! Hatta belki… belki de hiç umursamamıştı, şaka zannetmişti, aldırmamıştı bile! Öyle ya, o günden sonra bir daha lafı bile açılmamıştı aralarında; ikisinin de başka başka sevgilileri olmuştu, ne o günün ne de 31 aralık 2011 gecesinin bir daha asla mevzusu bile geçmemişti.

Öyle ya! Kang Hyuk bunca yıldır o günü beklerken aslında yalnızca kendini kandırıyordu!

Genç adam birden nefes alamadığını hissetti: Bütün… bütün hayatı bir saçmalık üzerine kuruluydu! Ji Ah asla, ama asla onun olmayacaktı…

Kızın kolunu tutan eli gevşedi, yanına düştü. Kang Hyuk olduğu yerde sendeledi. Ji Ah korku dolu bir çığlık atıp ona sarıldı: “Kang Hyuk!”

“Gerçekten unuttun mu…” diye fısıldadı Kang Hyuk. “Oysa… oysa ben bir gün bile unutmadım!”

Ji Ah dehşet içinde ona baktı. Genç adam gözlerini karanlığa dikmiş, acıyla gülümsüyordu:

“Ben tüm hayatım boyunca o günün hayaliyle yaşadım: Nihayet sana kavuşacağım günün… Ama senin umrunda bile değildi, değil mi…”

Birdenbire gözlerinde yine vahşi bir ışık çaktı: Ji Ah’nın omuzlarından sıkıca tuttu, onun gözlerinin içine baktı:

“Seni seviyorum, duy işte, sana yıllardır âşığım, SENİ DELİLER GİBİ SEVİYORUM!” diye bağırdı.

Ve hırsla uzanıp genç kızı büyük bir tutkuyla öpmeye başladı!

Ji Ah’nın gözleri hayretle açılırken tüm vücudu kaskatı kesilmişti! Dudakları Kang Hyuk’un sıcak dudakları arasında ezilirken onun sesi beyninde çınlıyordu: “Seni seviyorum… Seni deliler gibi seviyorum!”

Ve aynı anda en az onun kadar taş kesilen bir başkası daha vardı:

Min Woo, bahçeye açılan kapıda durmuş, büyük bir hayret ve dehşet içinde öpüşen iki gence bakıyordu…

-Sekizinci Bölümün Sonu-

Yedinci Bölüm: “O kızı kâbuslarımda görüyorum!”

You Are My Pet – Rush to Her 

Min Woo büyülenmiş gibi az ilerideki kıza bakakalmıştı. Kalbi, tıpkı rüyalarında olduğu gibi çarpıyordu. Genç adamın gözleri irileşmiş, boğazı kurumuştu. Bu kız… oydu, oydu işte!

Doğrusu rüyalarındaki kızın gerçek hayatta karşısına çıkacağını hiç düşünmemişti. O yalnızca bir hayaldi; düşlerine, ya da bambaşka bir devre ait olan bir hayal… Ama şimdi… Bu kadar benzerlik… mümkün olabilir miydi?

Genç yıldız kendini toparlamaya çabaladı. Yanında hâlâ kaygıyla onu süzen asistan kıza dönüp: “İyiyim, yalnızca bir an başım döndü,” dedi soğuk bir biçimde. Ve ağır, titreyen adımlarla ilerledi, çekimin yapılacağı alana girdi. Burası, sarayın iç duvarları arasında kalan geniş avlulardan biriydi; saraydaki eğlence sahnesi için onlarca figüran toplanmış, çekimin başlamasını bekliyordu. Min Woo, kral ve kraliçe rolündeki emektar oyuncularla uzaktan selamlaştı; her ikisi de tahttaki yerlerini almışlardı.

O sırada yönetmen Han neşeyle başrol oyuncusunun yanına yaklaştı:

“Min Woo-şi, bol aksiyonlu sahneler için hazır mısınız? Bugünkü sahneyi de bitirince ikinci bölüm tamamlanmış olacak! Doğrusu iyi iş çıkardınız!”

Min Woo zoraki gülümseyip başını salladı. Evet, dizinin ilk iki bölümü nerdeyse tamamlanmıştı. Yarın ilk bölüm, ertesi günse ikinci bölüm ulusal kanalda yayınlanacaktı. Şimdi, kral ve kraliçenin yabancı prenses onuruna verdiği yemekte gerçekleşen saldırıyı Min Woo’nun tek başına savuşturacağı sahneyle birlikte heyecan doruktayken ikinci bölüm sona erecekti.

Son hazırlıklar tamamlanıp herkes yerini aldığında Min Woo göz ucuyla prenses kıyafeti içindeki kıza bir bakış atmadan edemedi. Yüreği hâlâ hızlı hızlı çarpıyordu. Bu kadar benzerlik olacak şey değildi! Genç adam kendi kendine:

“Saçmalama Min Woo,” diye telkinde bulunmaya çabaladı, “Bu kıyafetler ve saçlar içinde herkes birbirine benzer… Hem… hem rüyandaki kıza benziyor diye heyecan yapmanın ne lüzumu var?! Bu hiçbir şeyin işareti değil!”

Böyle deyip sakinleşmeye, oyununa konsantre olmaya çabaladı genç adam. Fakat yine de kalbinin hızlı hızlı atmasına engel olamıyordu.

Ji Ah ise prenses kostümü, başına eklenen iki kilo saç ve yüzündeki beş kilo makyajla ondan çok daha beter bir durumdaydı. Üstelik patronunun kendisine tuhaf bakışlar attığını fark edince yüreği ağzına gelmişti: Galiba Min Woo onun kim olduğunu anlamıştı, eyvah!

O sırada yönetmen: “Tamam, hazır mıyız? O halde, üç, iki, bir, kamera, motor!” diye bağırdı ve çekim başladı.

“Motor!” lafını duyar duymaz Min Woo az önceki kaygılarını unuttu, o dünyanın içine giriverdi. Genç yıldızın en büyük yeteneği buydu; isterse kaygılarla yüreği örtülmüş olsun, yine de oyun başlayınca tüm dünya gözünden silinir, genç adam hangi karakteri canlandırıyorsa o kişiye dönüşürdü. Şimdi de öyle olmuştu: Min Woo, uzun bir sürgün hayatından sonra anavatanına yeni dönmüş ve eski nişanlısının evlendiği haberini almış olan Si Yoon karakterinin umutsuz, yorgun yüzünü bir hamlede üzerine geçirivermişti.

Çekim bir saatten fazla sürdü. Önce Si Yoon’un yakın plan sahneleri çekildi, ardından sıra en zorlu kısma, saldırı sahnelerine geldi: Sarayın çatısından atlayan yüzü kapalı dublörlerin sahneleri çekilirken Ji Ah büyülenmiş gibi onları izliyordu. Genç kız bir an için tüm endişelerini unutmuştu; bu dünya… gerçekten büyülü bir dünyaydı.

Min Woo’nun saldırganlarla dövüşme sahnesindeyse Ji Ah biraz kıkırdamadan edemedi: Genç çocuğun yakın dövüşte pek başarılı olduğu söylenemezdi; anlaşılan kendisine yardımcı olsun diye birkaç figür öğrenmişti ama bu kadarcık bir bilgi, dövüş sahnelerini gerçekçi yapmaktan çok uzaktı. O yüzden Min Woo’nun yüzünün görünmediği hızlı dövüş sahnelerinde genç yıldızın yerine bir dublör oynadı.

Nihayet, sıra en son sahneye geldi: Si Yoon, Çinli prensese ok atan bir saldırganı son anda fark edip onun önüne siper olacak, genç prensesin hemen önünde yığılıverecekti. Prenses de dehşetle onun başına çökecek, “yardım edin!” diye bağıracaktı. Ji Ah’nın tek repliği buydu.

Sahne tek seferde sorunsuzca çekildi, Min Woo Ji Ah’nın önünde vurulup yere düştü, Ji Ah dehşet içinde bağırdı: “Yardım edin!” Ve yönetmen bağırdı: “Kestik!”

Ji Ah derin bir nefes aldı. Galiba bu işi sorunsuzca atlatmışlardı. Bir an önce üzerini değişip Min Woo hazırlanmadan onu arabada bekleyebilmek için ayağa kalktı, arkasını dönüp hızlı adımlarla yürümeye başladı.

Birdenbire, birisi güçlü bir biçimde bileğine yapıştı:

“DUR!”

Ji Ah dehşet içinde başını çevirdi: Yanılmamıştı, Min Woo çevik bir hareketle ayağa zıplamış, onu kolundan yakalayıvermişti!

Tüm bunlar olurken Kang Hyuk’sa çekim alanının hemen dışında arabada bekliyordu. Genç adam huzursuzdu, az önce Ji Ah’ya Soo Hyun’dan bir telefon gelmiş, genç kız telefonu kapatıp şaşkınlıkla arkadaşına dönmüştü:

“Soo Hyun-şi beni acilen içeriye çağırıyor! Sadece benim yapabileceğim bir iş mi ne varmış…”

Kang Hyuk şaşkınca: “Ne işiymiş bu?” deyince kız dudak bükmüştü: “Bilmem, onu söylemedi… Neyse, sen arabada bekle Kang Hyuk, eminim uzun sürecek bir şey değildir…”

Ama Ji Ah’nın böyle deyip gitmesinin üzerinden bir buçuk saate yakın bir zaman geçtiği halde kız hâlâ geri dönmemişti. Kang Hyuk giderek huzursuzlanıyordu; en sonunda dayanamadı, arabadan çıkıp sarayın iç avlusuna kadar ilerledi.

Az ötede, çekim yapılan alanı görünce durdu. Yönetmen, kameramanlar ve oyuncuları buradan rahatlıkla görebiliyordu. Genç adamın keskin gözleri Min Woo’yu, ve hemen çekim alanının kenarında durmuş oyuncuları izleyen Soo Hyun’u hemen seçti. Ama… Ji Ah hiçbir yerde görünmüyordu.

Tam o anda, Çinli prenses rolündeki kıza gözü takıldı ve birdenbire Kang Hyuk’un nefesi kesildi: Bu… bu Ji Ah’dan başkası değildi!

Ji Ah prenses kıyafetleri içerisinde o kadar güzel görünüyordu ki, Kang Hyuk birkaç saniye nefes alamadığını hissetti. Genç kız sarı bir hanbok giymiş, saçları peruklar ve postişlerle desteklenmiş, yüzüne ağır bir makyaj yapılmıştı. Şu haliyle gerçek bir prensesten hiçbir farkı yoktu. Hatta belki de, tarihte hiçbir prensesin olmadığı kadar güzeldi Ji Ah…

“Aaa, Kang Hyuk-ah! Sen burda ne arıyorsun??”

Kang Hyuk hemen arkasından gelen bu sesi duyunca merakla arkasını döndü, ve kendisine seslenen kişinin yüzünü görünce gözleri şaşkınlıkla açıldı:

“Sun Ah Noona! Asıl sen burda ne arıyorsun?!”

“Kendisine söz verdiğim gibi Cha Min Woo-şi’nin dizisinin çekimlerine geldim,” dedi Sun Ah büyük bir mutlulukla ve elindeki sepeti işaret etti: “Üstelik ona kedi balığı pişirip getirdim! Bizde kaldığı zaman kahvaltıda bayıla bayıla yemişti!”

Genç kadın mutlulukla sırıtırken çekim alanında prenses rolündeki Ji Ah repliğini söylemiş ve yönetmenin “kestik!” lafıyla çekim sona ermişti. Genç kız hemen ortamı terk etmeyi umarken birdenbire güçlü bir el, bileğine yapışıp onu durdurdu: Min Woo!

Ji Ah dehşet dolu bakışlarla baktı genç adama. Panik içinde kendini kurtarmaya çabaladı. Min Woo ise: “Bir dakika! Sizinle konuşmam lâzım!” diye açıklama yaparken, bir yandan da kızın kolunu sıkı sıkı tutmaya devam ediyordu. Genç yıldız kaşlarını çatmış, heyecan ve merak içinde kızın yüzünü iyice görebilmek için uğraş veriyordu ama Ji Ah içinden “Eyvah! Eyvah! Kim olduğumu anladı!” diye çığlıklar atıp başını çevirmemek üzere kıvranmakta olduğu için prensesin yüzünü hâlâ çok yakından inceleyebilmiş değildi.

Neyse ki tam o anda, çekimi kenardan izlemekte olan Soo Hyun ikisinin halini gördü ve büyük bir krizin eşiğinde olduklarını fark etti. Orta yaşlı adam fazla düşünmedi, tüm gücüyle bağırdı:

“MİN WOOO!”

You’re my pet OST – I feel like it

Bu bağırışla bir an dikkati dağılan Min Woo şaşkınca ona doğru bakıp kızın bileğini tutan elini gevşetince, Ji Ah fırsatı kaçırmadı: Kız ani bir silkinişle çocuğun mengene gibi kendisine yapışmış elinden kurtuldu ve bütün gücüyle koşmaya başladı!

Min Woo da aynı anda kızın kaçtığını fark etti. Bir an bocaladı, sonra kendisi de onun peşinden koşturmaya başladı. Ji Ah önde, Min Woo arkada, sarayın avlu kapısına doğru bir koşu kopardılar. Min Woo bir yandan da:

“Heeeeey, bekleee! Senle konuşmam lazım!” diye bağırıyordu.

O sırada konuşmaya dalmış olan Kang Hyuk ve Sun Ah ise üstlerine doğru koşarak gelen ikiliyi ilk anda fark etmediler. Onları ilk fark eden Kang Hyuk oldu: Genç adamın gözleri şaşkınlıkla irileşti; o koşarak gelenler Ji Ah… ve Min Woo muydu?!

Aynı anda karşısında kendisini dinleyen çocuğun gözlerinin neye takılıp kaldığını merak eden Sun Ah da başını çevirdi ve tarihi kıyafetler içinde koşturan ikiliyi gördü. Heyecanla bağırdı:

“Ooooo, Min Woo-şi bize doğru geliyor! Aman Tanrım, kendisi benim geleceğimi haber almış olmalı!” Ve çocuğa el sallayıp heyecanla bağırmaya başladı: “Min Woo-şiiiiİ! Ne kadar naziksiniz Min Woo-şi, beni kapılarda karşılamanıza hiç gerek yoktu!”

Ji Ah’ysa kapıda duran ikiliyi fark edince bir an için içinden: “Olamaz! Şimdi sıçtık!” diye düşünmüş, tökezler gibi olmuştu. Ama hemen sonra arkasındaki daha büyük tehlikeyi düşündü ve hemen toparlandı: Şimdi vakit kaybetmenin sırası değildi!

Neyse ki kapıdakilerden en azından birinin bu prenses kıyafetleri içerisindeki kıza ayıracak dikkati yoktu: Sun Ah’nın gözleri tamamen genç stara odaklanmıştı. Yanından koşarak geçen, başını fark edilmemek için yana çevirmiş olan Ji Ah’ya bakmadı bile, hemen arkasında, nerdeyse elini uzatsa kızı yakalayacak kadar aradaki mesafeyi kapatmış olan Min Woo’yu ise on kaplan gücüyle kolundan yakalayıverdi!

“Min Woo-şiiiiiiiiiiiiiiii! Sizi nasıl özledim anlatamam! Görüşmeyeli nasılsınız?!”

sun ah tarafından esir edilen min woo 😛

Min Woo kolunu kurtarmaya çabaladı, ama Sun Ah gene kene gibi yapışmıştı: “Min Woo-şiii…” diyor, başka bir şey demiyordu. Min Woo: “Bırakın lütfen… Tamam bir işim var, onu halledip gelicem…” dese de Sun Ah’nın bırakmaya niyeti yoktu: Kadın çocuğun koluna yapışıp sağa sola sallanırken gözlerini kapatmış, kendinden geçmişti: Bir yandan da “Auuu…. Min Woo-şiiii…” diye kedi sesiyle miyavlıyordu.

Bu sırada Ji Ah deli gibi koşmaya devam ediyordu. Genç kız ileride sarayın dış duvarlarının köşesini döndü ve gözden kayboldu. Min Woo hayalkırıklığıyla dişlerini sıktı: Kızı kaybetmişti, kahretsin!

O sırada Soo Hyun arkadan koşturarak yetişmişti. Min Woo’nun kendisini Sun Ah’nın pençelerinden kurtarmaya çalıştığını görünce, hâlâ olup bitene bir anlam vermeye çalışarak alık alık bakan Kang Hyuk’a döndü:

“Ne bakıyorsun?? Min Woo-şi’ye yardım etsene!”

Kang Hyuk bu sözlerle kendine geldi ve Sun Ah’nın kolunu tuttu: “Noona, bak Min Woo-şi’nin kolu acıdı ama! Lütfen artık bırakır mısın?!”

Sun Ah bu sözü duyunca korkuyla çocuğun kolunu bıraktı ve önünde eğilip özür dilemeye başladı: “Min Woo-şi, afedersiniz, benim sizi asla incitmek istemeyeceğimi bilirsiniz! Ben sadece size olan büyük sevgimden dolayı sizi karşımda görünce böyle coşkulu davrandım!”

Min Woo surat astı: Bu canavar hatunun kendisini pinpon topu gibi duvardan duvara çarptığı o meşum gün henüz aklından çıkmamıştı. Yine de nazik olmaya çalışarak:

“Ahah, tabi, bilmez miyim…” diye mırıldandı. “Yalnız şimdi müsaadenizle çok acil bir işim var! Buralara kadar zahmet etmişsiniz, çok teşekkür ederim. Ama sizinle bugün ilgilenemeyeceğim, onun yerine sizi çok sevgili menajerim, en büyük yardımcım ve dostum olan Soo Hyun’a teslim ediyorum!”

Böyle dedi ve yanıbaşında dikilmekte olan menajerini işaret etti. Soo Hyun’un gözleri şaşkınlıkla açıldı, nasıl yani, bu deli kadınla kendisi mi uğraşmak zorundaydı?! Sun Ah’nınsa “menajer” lafını duyar duymaz gözleri parlamıştı: İşte hayalleri gerçek oluyordu, bu adam sayesinde önünde ünlü bir yıldız olmanın yolu açılabilirdi!

“A… Demek siz Min Woo-şi’nin menajerisiniz,” dedi Soo Hyun’a dönüp parlayan gözlerle. Adamı baştan aşağı süzdü: Basbayağı yakışıklı bir adamdı bu yahu!

“Vay be… Daş gibi maşşallah…” diye mırıldandı salyaları akarken. Soo Hyun: “Ha?!” diye doğru işitip işitmediğini anlamaya çalışırken de en sevimli haliyle sırıttı:

“Çok memnun oldum Soo Hyun-şi, ben de Sun Ah. Kim Sun Ah!” Genç kadın en cilveli haliyle göz kırptı: “Ama ünlü olan Kim Sun Ah değil, yani en azından şimdilik… Kim Sun Ah’nın benim ünlü ve benden daha az güzel ikizim olduğu doğru, ama kim bilir, belki bir gün onu benim daha az ünlü ve daha az güzel ikizim olarak anabilirler! Hahhahhah!”

Soo Hyun: “Aaa… Ehem, şeyy, tabii…” diye sırıtmaya çabalarken Min Woo gülmeden edemedi: Vakti olsa Soo Hyun’un bu deli kadınla uğraşmasını izlemek isterdi ama şimdi daha önemli bir işi vardı: Az önceki genç kızı bulmak! Bunu düşünüp kaşlarını çattı ve hızlı adımlarla koşturarak az önceki kızın kaybolduğu yöne doğru ilerlemeye koyuldu. Kang Hyuk’sa bir an “help meee!” diye acıklı gözlerle kendisine işaret çakan Soo Hyun’a yardım edip etmeme konusunda tereddüt etse de, sonra Ji Ah’nın yakalanmamasının şu anda daha önemli olduğunu düşünerek Min Woo’nun peşinden seğirtti. Kang Hyuk yanlarından ayrılırken Sun Ah Soo Hyun’a: “Size daha önce Johnny Depp’e çok benzediğinizi söyleyen olmuş muydu?” diye yavşamaya başlamıştı bile.

Min Woo ise o sırada çoktan köşeye gelmiş, aşağıya doğru uzanan boş sokağa hayalkırıklığı dolu gözlerle bakakalmıştı. Genç kız çoktan kayıplara karışmıştı… Min Woo sağa sola bakındı, ama kızın nereye gittiğine dair hiçbir iz görünmüyordu. O sırada arkasından koşturup yetişen Kang Hyuk’a döndü ve canı sıkkın bir biçimde mırıldandı:

“Haydi geri dönelim…”

Kang Hyuk bir an şaşırdı, ama hemen sonra kendini toparladı: “Buyrun efendim… Araba bu tarafta…” Min Woo’yu arabanın olduğu caddenin tam tersi yönüne doğru yürütmeye başladığında Ji Ah’ya yüzündeki makyaj ve üzerindeki kıyafetlerden kurtulup Ji Han olarak arabanın şoför koltuğuna oturabilmesi için yeterince zaman kazandırabildiğini umuyordu.

******************************************

FT Island – I knew from first sight

“O kızı nasıl elimden kaçırdım?! Nasılllll kaçırdımmmmm!”

Min Woo elindeki soju kadehini sertçe masaya çarpınca Ji Ah da Kang Hyuk da bir an irkildiler. Ji Ah sesini tatlılaştırmaya çabalarken:

“Efendim, çok içtiniz, artık eve dönsek nasıl olur?” dedi genç yıldıza. Ama Min Woo ona öfkeli gözlerle bakıp dili dolanarak itiraz etti:

“HAYIR! DOLDUR ÇABUK!”

Böyle deyip kadehi sertçe kızın önüne itti. Ji Ah içini çekip gözlerini devirdi. Gene de mecburen patronunun kadehini doldurdu.

O gece Min Woo ikisini birden bir bara sürüklemişti. Genç adam rüyalarındaki kızla konuşma fırsatı bulamadığı için o kadar üzgündü ki, ne yarın erkenden gitmesi gereken çekim, ne de başka bir şey umrundaydı! Üstelik yönetmenden prenses rolünün sadece bu bölümlük olduğunu, bu adı-sanı bilinmeyen genç oyuncunun bir daha görünmeyeceğini öğrenmiş, morali daha da bozulmuştu. İşin kötüsü, sette hiç kimse bu kızın hangi ajansa bağlı olarak çalıştığını ya da o gün çekime nasıl geldiğini de bilmiyordu! (Bu konuda bilgisi olan az sayıda insan Soo Hyun tarafından çoktan susturulmuştu elbette…) Kız resmen sır olmuştu!

Kang Hyuk’sa gecenin başından beri yan yan Ji Ah’ya bakıyordu: Aslında Ji Ah’ya kızgındı. Kız hem bu işte tutunabilmek için erkek kılığında çabalayıp duruyor, hem de gidip kız kılığında patronunun gözünün önünde resmi geçit yapıyordu yahu! Ama ona kızmayı bir başka zamana erteledi, şimdi Ji Ah’nın deminden beri kıvranıp da bir türlü soramadığı soruyu sormalı ve Min Woo’nun kesin olarak onu tanımadığına emin olmalıydı. Dikkatlice Min Woo’ya dikti gözlerini:

“Min Woo-şi, siz o prenses rolü oynayan kızı neden arıyordunuz?” dedi merakla. “Acaba… rolle ilgili bir şey miydi?”

Ji Ah nefesini tutup Min Woo’nun vereceği cevabı beklerken genç yıldız bir an durakladı. Sarhoş olmasına rağmen gördüğü rüyaları kimseye anlatmaması gerektiğini akıl edebilecek kadar aklı başındaydı hâlâ. O yüzden gözlerini kaçırdı, somurtarak:

“Ona… ona sormam gereken önemli bir şey vardı…” dedi.

Ji Ah ve Kang Hyuk şaşkınca birbirlerine baktılar. Sonra Ji Ah biraz da çekinerek:

“Ne… sormanız gerekiyordu?” diye sordu. Min Woo bir an tereddüt etti. Ama sonra, öfkeli çıkmasına gayret ettiği bir sesle:

“Eeehhh, amma da soru sordunuz! Ben sizi sarhoş olursam beni eve sağ salim götürebilmeniz için yanımda gezdiriyorum, bana soru sorup durmanız için değil!” diye bağırdı. Ji Ah ve Kang Hyuk umutsuzca yüzlerini buruştururken Min Woo bir kez daha çocuk gibi somurttu: “Bi şişe soju daha söyleyin şimdi! Hadi!”

Yaklaşık yarım saat sonra zilzurna sarhoş olmuş bir Min Woo bir eli Kang Hyuk’un, diğeri Ji Ah’nın omzuna atılmış bir biçimde bardan çıkıyordu. Genç adamın adımları kadar dili de dolanıyordu, ama buna aldırmadan boyuna konuşuyordu:

“Bennn… Ben var ya ben… Süper içerim ben, asla sarhojj olmam!”

Ji Ah tatlılıkla: “Tabii efendim, siz gerçekten çok iyi bir içicisiniz,” diye onun suyuna gitmeye çalışırken Kang Hyuk hafifçe mırıldandı: “Yaa ne demezsin… Eski içicilerden kim kaldı? Bir sen, bir de sünger Bob zaten…” Ji Ah hafifçe kıkırdadı ve boşta kalan kolunu arkadan uzatıp Kang Hyuk’u çimdikledi.

Min Woo’ysa konuşmaya devam ediyordu:

“Tabii yaaa! Ben koskoca Cha Min Woo’yum, bennn! Kore’nin, hatta Asya’nın prensiyim! O kız benden kaçmakla kendi kaybetti! Di mi Ji Han, di mi, sen söyle!”

Ji Ah yine tatlı bir sesle patronunu yatıştırmaya çalışırken o sırada yoldan geçmekte olan iki genç bu gürültücü adama ters ters baktılar. Min Woo sarhoş olmasına rağmen bu bakışları fark etmişti, kendini Kang Hyuk ve Ji Ah’nın kollarından kurtarıp gençlerin karşısına dikildi:

“Nee?! Ne var, ne bakıyonuz??!”

Delikanlılar “ya git işine…” diyerek ona aldırmadan geçmeye çabaladılar, ama Min Woo coşmuştu bir kere. Hemen arkadan koşturup yetişen Ji Ah ve Kang Hyuk’un onu zapt etme ve delikanlılardan özür dileme çabalarına aldırmadan bir kez daha horoz gibi kabardı:

“Ben kimim siz biliyonuz mu?? Bana yan bakanın alnını karışlarım ben!”

Böyle deyip elini sertçe uzattı, gençlerden birini göğsünden itti. Çocuk hafifçe sendeler gibi oldu. Bunun üzerine arkadaşı Min Woo’nun yakasını kavradı:

“Sen ne yaptığını sanıyorsun ajuşi?! Rahat dur, kırmayalım bir tarafını!”

Böyle deyip sarhoş Min Woo’yu sertçe arkaya doğru itti. Min Woo dengesini kaybedip kıçüstü kaldırıma oturuverdi. Ve derhal mızmızlanmaya başladı:

“Ay annecim annecim! Popom çok acıdııııı!”

Kang Hyuk onun başına koştururken Ji Ah birden şimşek gibi yerinden fırlamış, Min Woo’yu düşüren çocuğun yakasına yapışmıştı:

“Sen ne halt ediyorsun ulan?! Çabuk özür dile! ÇABUK ÖZÜR DİLE!”

Genç çocuk gözleri çakmak çakmak bakan bu çocuktan tırsmıştı, ama gene de yiğitliğe leke sürdürmek istemedi: “Ne özür diliycem be?! Kendisi geldi arkadaşıma saldırdı!”

“Evet ya, hadi basın gidin,” dedi diğer çocuk da, ve Ji Ah’nın ellerini arkadaşının yakasından ayırmaya çabaladı. Ama Ji Ah’nın pes etmeye niyeti yoktu:

“Özür dileyin dedim! Min Woo-şi’den hemen şimdi özür dileyeceksiniz!”

Bunun üzerine ilk çocuk: “Eeeh, yetti beee!” diye bağırdı ve Ji Ah’yı omzundan sertçe itti. Genç kız tökezledi, düşecek gibi oldu. Hâlâ Min Woo’nun başında duran Kang Hyuk ayağa fırladı: “Ji Ah!” Ve iki çocuğa girişmek üzere bir hamle yaptı.

Ama yarı yolda durdu: Çünkü Ji Ah ondan önce davranmış, “o zaman bunu siz istediniz!” diye bağırıp iki çocuğun üzerine saldırmıştı bile: “KYAAAAAA!”

Önce bir sağ, sonra bir sol tekme: Bu uçan tekmeler o kadar hızlı gelmişti ki, izleyici durumundaki Kang Hyuk bile neler olduğunu görememişti. Zavallı iki gencin durumu ise daha vahimdi, Ji Ah’nın çığlığını duymaları ile suratlarında bir acı hissetmeleri aynı anda gerçekleşti! İki çocuğun ikisi de farklı yönlere devrilirken Ji Ah karizmatik bir biçimde yere indi, ve bir ona bir diğerine baktı:

“Sanırım bu Cha Min Woo-şi’yle nasıl konuşmanız gerektiğini size öğretmiştir! Şimdi derhal özür dileyin!” diye bağırdı.

Zavallı çocuklar zorlukla yerlerinden kalktılar, ezilip büzülerek Min Woo’ya: “Özür dileriz…” dedikten sonra koşar adımlarla ordan uzaklaştılar. Min Woo ise yarı sarhoş, yarı şaşkın neler olduğunu çözmeye çalışıyordu. Genç yıldız şaşkınca Kang Hyuk’a döndü:

“Kang Wook… Ben doğru gördüm, di mi? Bizim şoför iki hergeleyi de benzetti mi?”

“Doğru gördünüz Min Woo-şi,” dedi Kang Hyuk. Genç adam gözlerini az ileride üstünü başını düzelten, uçan tekmeleri savururken ceplerinden fırlayan bozuk paraları toplayan Ji Ah’dan ayıramıyordu. Min Woo şaşkınlık ve hayranlıkla:

“Vuaaaa! Bak sen şu Ji Han’a! Şoförüm ve asistanımdan sonra korumam da oldu!” diye bağırdı. “Ama bu çocuk böyle tekme atmayı nerden öğrendi?!”

“Ji Han lisede ve üniversitede tekvandoya devam etmişti,” dedi Kang Hyuk dalgınca.

Reamonn – Super Girl

O sırada Ji Ah ikisine birden gülümseyerek yanlarına gelmiş, elini uzatıp Min Woo’yu yerden kaldırmıştı. Sonra eski dostuna döndü, gülümsedi:

“Gidelim mi artık?”

Kang Hyuk dalgınca başını salladı. Sonra, heyecanla bağırıp duran Min Woo (“Vuhaaa! Ji Han, süpermen gibisin, harikasın!”) ve onun yanında mahcup ama halinden memnun bir gülümsemeyle yürüyen Ji Ah’nın arkasından yürümeye başladı. Dalgın gözlerinde hafif bir hüzün ve yüzünde buruk bir tebessümle…

Çünkü biliyordu: Min Woo’nun yeni öğrendiği şeyi, kendisi çok önceden beri biliyordu.

Süpermen değil belki… Ama supergirl…

“My super girl…”

******************************************

Ji Ah’nın harika bir kız olduğunu öteden beri bilirdi Kang Hyuk: Çok güzel, çok zeki, çok başarılı… Derslerde ve sporda okul birincisi… Ji Ah hayatı boyunca çevresine ışık saçan insanlardan biri olmuştu. Tam bir süper kız!

Ama eninde sonunda o da bir insandı işte: Kang Hyuk, bu harika kızın dibe vurduğu zamanları da iyi bilirdi…

Üniversiteyi bitirdikleri yıl ani ve trajik bir kazada annesini kaybetmişti Ji Ah. Birkaç ay sonra ise babasına pankreas kanseri teşhisi konmuştu. Zavallı adamcağız birkaç ay içinde çökerken Ji Ah’nın hayatı da tepetaklak olmuştu: Genç kız üniversiteden mezun olur olmaz girdiği iyi bir şirketteki parlak işinden ayrılmak zorunda kalmış, üstelik psikolojisi fena halde bozulmuştu. Kolay mı, annesini kaybetmiş, babasını da kaybetmek üzereydi…

Kang Hyuk da o sırada bin türlü dertle boğuşuyordu: Genç adam hiçbir zaman Ji Ah kadar parlak bir öğrenci olmamıştı, ikinci sınıf bir üniversiteden vasat notlarla mezun olmuştu, o yüzden uzun zamandır işsizdi. Ailenin borcu artınca anne babası evlerini ve kitapçı dükkanını satıp memleketleri olan Inju şehrine dönmeye karar vermişlerdi. Annesi gözleri parlayarak:

“Orada belediyeye girebilirsin! Dayınla konuştum, o da müdürüne söylemiş, bir gelsin görüşelim demişler… Bu fırsat kaçmaz Kang Hyuk-a, sırtını devlete dayadın mı bir daha sırtın yere gelmez!” diye onu da kendileriyle gelmeye ikna etmeye çabalıyordu. Üstelik bu işte de nerdeyse başarılı olmak üzereydi: Kang Hyuk işsiz gezmekten fena halde bunalmış haldeydi; her şeyi bırakıp gitme isteği damarlarında dolaşmaya başlamıştı. Hem küçük bir şehre taşınmak ona da iyi gelecekti, genç adam Seul’ün koşuşturmasından bıkmış usanmıştı.

Ama…

Ama Ji Ah’yı düşündükçe kafası fena halde karışıyordu: Onu bu haldeyken bırakıp gitmek…

Evet, Ji Ah onun sadece arkadaşıydı. Bunca yıldır sadece arkadaşıydı, başka bir şey yoktu aralarında, hiç olmamıştı. Hatta üniversite son sınıftan beri Ji Ah’nın başka bir erkek arkadaşı vardı. Ama yine de arkadaşının bu zor gününde kendini düşünüyor olmak Kang Hyuk’a ağır geliyordu.

O gün de bu düşünceler arasında çalmıştı Ji Ah’ların kapısını. Her sabah onlara uğrayıp yalandan da olsa moral vermek genç adamın günlük rutininin bir parçası olmuştu. Kapıyı Ji Ah açtı. Genç kızın gözleri yumuk yumuktu, Kang Hyuk’un içi sızladı: Gece boyunca babasının yatağının başında oturmuş, bir yandan da ağlamış olmalı… Ama Ji Ah yüzündeki yorgunluğa inat, sevimlice gülümsedi:

“Ah, hoşgeldin Kang Hyuk-ah! Naber nasılsın? Geçsene içeri.”

“Benden iyilik de, sen gece boyu uyumamış gibi görünüyorsun,” dedi Kang Hyuk ve kızın omuzlarından tuttu: “Hadi bakalım genç bayan, şimdi odana geçiyor ve hiç değilse iki saat boyunca deliksiz uyuyorsun! Ajuşinin başında ben dururum…”

Ji Ah bir an itiraz edecek gibi oldu, ama sonra Kang Hyuk’un kararlılığını görüp uysalca başını eğdi. Odasına geçerken: “Yarım saatte bir başındaki makinanın düğmesine basılıp morfin verilmesi gerekiyor, unutmazsın değil mi?” dedi Kang Hyuk’a. Kang Hyuk şakacıktan kızdı ona: “Sen beni aptal mı zannediyorsun?! Unutmam tabii ki! Hadi bakiyim, sen derhal odana gidiyorsun, marş marş!”

Böylece nöbeti Ji Ah’dan devralan Kang Hyuk hastanın odasına geçip başucundaki koltuğa oturdu. Zavallı bay Kim soluk bir yüzle ve hafif nefeslerle uyuyordu. Kang Hyuk bir süre üzüntülü gözlerle onu seyretti.

Bir süre sonra yaşlı adamın gözleri hafifçe aralandı. Kang Hyuk’u başucunda görünce yüzüne yorgun bir gülümseme düştü:

“Kang Hyuk-a… Sen mi geldin?”

“Evet ajuşi, benim,” dedi Kang Hyuk onun başına eğilirken. “Bir şeye ihtiyacınız var mı? Su ister misiniz? Terlediniz mi, üstünüzü değiştirelim isterseniz?”

Hasta yavaşça başını iki yana salladı: “Hayır… Hiçbir şeye ihtiyacım yok… Sağol…”

Sonra yutkundu ve hafif bir sesle ekledi: “Aslında… seni gördüğüme memnun oldum… Sana söylemek istediğim bir şey vardı.”

Kang Hyuk şaşkınca ona baktı. Bay Kim kendisine ne söylemek istiyor olabilirdi ki? Bay Kim’se onu hüzünlü bir gülümsemeyle süzüyordu.

“Ben… benim fazla vaktim kalmadı,” diye başladı söze. Kang Hyuk hemen itiraz etmek için ağzını açınca elini kaldırıp susturdu onu: “Kibarlık yapmaya çalışma Kang Hyuk-ah… İkimiz de bunun böyle olduğunu biliyoruz…”

Kang Hyuk bir şey diyemedi. Hasta adamın haklı olduğunu bilmek, boğazına bir yumru takılmasına sebep olmuştu…

Bay Kim ise bir an gücünü toplamak ister gibi durdu. Sonra fısıltıyı andıran bir sesle:

“O yüzden Ji Ah’yı sana emanet ediyorum,” dedi. “Ona iyi bak, olur mu?”

Kang Hyuk şaşkınca mırıldandı: “Bay Kim, siz neler diyorsunuz…” Ama yataktaki hasta onu işitmemiş gibiydi, devam ediyordu:

“Herkes yanlış biliyor: Sun Ah’nın zayıf, Ji Ah’nınsa çok güçlü bir insan olduğunu zannediyorlar. Ama öyle değil! Ji Ah’nın dışarıdan çok güçlü göründüğü doğru… Onun şu hayatta üstesinden gelemeyeceği hiçbir şey yok zannedersin! Fakat aslında benim küçük kızım o kadar kırılgan ki… Nazlı bir çiçek gibi… Değerini bilmeyen birisi tarafından kolayca incitilip örselenebilir! Bunun olmasına izin veremem Kang Hyuk!”

Bir an durdu. Gözlerinde yaşlar birikmişti. Kang Hyuk’un da gözleri dolu dolu olmuştu. Genç adam karşısındaki gözleri yaşlı babanın neler hissettiğini çok iyi anlıyordu; onun kızı için endişelenmesini, onu bırakıp gitmekten duyduğu derin üzüntüyü… Kang Hyuk burukça gülümsedi, elini uzatıp hastanın zayıf, kemikli elini tuttu:

“Siz hiç merak etmeyin… Ömrüm boyunca Ji Ah’nın yanında olacağım. Onu tüm kötülüklerden koruyacağım! Size söz veriyorum!”

Bay Kim’in yüzünde yorgun, ama memnun bir gülümseme belirdi.

“Sağol evlat… Senin ne kadar iyi bir çocuk olduğunu iyi bilirim… Şimdi… şimdi artık içim rahat bir biçimde gidebilirim bu dünyadan…”

Böyle dedi ve hafifçe gözlerini kapadı. Uyumuştu.

Kang Hyuk bir süre daha onun başında oturdu ve üzgün bir yüzle sevdiği kızın ölmekte olan babasını izledi. Onun Ji Ah’yı kendisine emanet etmesi onu hem çok üzmüş, hem de çok gururlandırmıştı: Bay Kim’i oldum olası çok severdi, ailenin iyi günlerinde tüm sokakta neşeli kahkahaları çınlayan bu orta yaşlı adamı şimdi bu halde görmek Kang Hyuk’u fena halde üzüyordu. Ama anlaşılan duyguları karşılıklıydı ki, Bay Kim de kızını erkek arkadaşı yerine yeni yetme hallerinden beri tanıdığı bu gence emanet etmeyi tercih ediyordu.

Biraz sonra Sun Ah odaya geldi ve Kang Hyuk hastanın başındaki nöbetini ablaya devretti. Evden ayrılırken düşünceli ve üzgündü. Kendi evlerine dönmeden önce sokaklarda yürüdü, yürüdü…

Eve geldiği zaman annesi içeriden seslendi:

“Kang Hyuk-a! Sen mi geldin?!”

“Evet anne benim!”

“Hah, çok iyi zamanda geldin yavrum!” dedi anne, odaya girdiğinde gözleri parlıyordu: “Bugün kitapçıya iyi bir alıcı çıktı. Değerinin nerdeyse bir buçuk katını veriyorlar, harika, değil mi? Ama ben böyle olacağını biliyordum, dükkanın yeri çok iyi, çok merkezi… Zaten adamlar da orayı bir cafeye dönüştüreceklermiş…”

“Anne!” diye onun sözünü kesti Kang Hyuk birden. Orta yaşlı kadın şaşkınlık içinde ona baktığında ise hızlı hızlı konuştu:

“Dükkanı satmayalım! Üst katını bir odaya dönüştürürsek ben orda yaşayabilirim! Ordan kazandığımla geçinir giderim, siz bu evi satıp borçları kapatabilirsiniz. Ha, ne dersin anne?”

Annesinin ne kadar şaşırdığını, uzun bir süre konuşamadığını şimdi gülümseyerek hatırlıyordu Kang Hyuk. Ama konuşmaya başlar başlamaz önce şaşkın, sonra öfkeli, en sonunda da alttan alan bir tavırla ikna etmeye çalışmıştı oğlunu: Şimdi bu olacak şey miydi, bütün planları yapmış, ailece memlekete dönmeye karar vermişken bu saçma fikir de nerden çıkmıştı, hem Kang Hyuk o batmakta olan dükkandan kazandığıyla nasıl geçinecekti?! Kang Hyuk’sa nuh diyor peygamber demiyordu; “ben orayı adam ederim… gençlere yönelik bir kitapçı haline getirebilirim…” diye fikirler öne sürüyordu. Akşam tartışmaya baba da dahil oldu, ikisi birden aklı beş karış havadaki oğullarını ikna etmeye çabaladılar. Ama Kang Hyuk geri adım atmadı. En sonunda babası:

“Ne halin varsa gör! Ama dükkanı batırınca benden zırnık koparamazsın!” dediğinde genç adam ikisine birden sarılıp öpmemek için kendini zor tutmuştu!

Sevinçle dışarı fırladı: Gitmiyordu! Inju’ya gitmiyordu! Burada kalacaktı, burda, Seul’de! Bu haberi hemen Ji Ah’ya vermesi lâzımdı.

Heyecan ve sevinç içerisinde koştu, koştu. En sonunda Ji Ah’ların evine geldi. Bahçe kapısından rüzgar gibi girdi. Ama evin kapısına gelince birden duvara çarpmış gibi durdu.

İçeriden ağlama ve feryat sesleri geliyordu.

49 days OST – Can’t forget you

Kang Hyuk bir an evin kapısında kalakaldı. Cesaret edip içeri giremiyordu. Neler göreceğini tahmin edebiliyordu. Ve sevgili Ji Ah’yı o halde görünce kalbinin nasıl parçalanacağını da…

Ama onu yalnız bırakamazdı. Onun en zor anında yanında olmak zorundaydı! Dostluk bunu gerektirirdi, öyle değil mi…

Kapıyı titreyen ellerle yavaşça itti…

Korkulu adımlarla hasta adamın odasına kadar ilerledi. İçeride, Sun Ah bağıra bağıra ağlıyordu. Kang Hyuk’u görünce feryatları daha da arttı:

“Kang Hyuk-aa! Babam… babamı kaybettik!”

Kang Hyuk bacakları titreyerek yürüdü, yataktaki adamın başına kadar geldi. Evet, bay Kim’in gözleri kapalıydı, artık nefes almıyordu. Kang Hyuk acıklı gözlerle ona baktı, üzerindeki örtüyü şefkatle çenesine kadar çekti. Sonra delirmiş gibi ağlayan Sun Ah’nın omuzlarını sıktı, üzüntüyle fısıldadı:

“Başınız sağolsun noona…”

Sun Ah onun omzunda ağlarken kızın sırtını pat patladı genç adam. Ama gözleri sürekli sağa sola bakınıyordu: Ji Ah… Ji Ah nerdeydi?

Sun Ah biraz sakinleşip onun omzundan ayrıldığı zaman Kang Hyuk koşar adımlarla evin odalarını dolaşmaya başladı. Ji Ah hiçbir yerde görünmüyordu. Tam umudu kesmiş, Sun Ah’ya kardeşinin nerde olduğunu sormak için geri dönmeye karar vermişti ki, onu gördü.

Kendi odasında, dolabın yanındaki ufak köşeye büzülmüş oturuyordu. Karanlıkta, öylece oturuyordu. Kang Hyuk ışıkları açtı, yavaş adımlarla arkadaşının yanına geldi. O zaman, genç kızın elindeki oyuncak ayıyı fark etti. Babasının ona dördüncü doğum gününde aldığı, o zamandan beri Ji Ah’nın favorisi olan oyuncak ayı… Ji Ah ayıya sarılmış gözlerinden seller gibi yaşlar akıtarak sessiz sessiz ağlıyordu.

Kang Hyuk hiçbir şey diyemedi. Yavaşça onun yanına oturdu ve genç kıza sıkıca sarıldı. Onu göğsüne bastırdı. Ji Ah’nın ince, narin bedeni kolları arasında hıçkırıklarla sarsılırken Kang Hyuk bütün enerjisini, bütün sevgisini ona aktarıp onun içindeki tüm hüznü de kendisi almak ister gibi sıkıca sarıldı arkadaşına.

Anlamıştı… İşte o anda tüm kalbiyle anlamıştı…

Bay Kim’e söz verdiği gibi, Ji Ah’yı, bu dünyadaki en sevdiği varlığı, hayatı boyunca asla, ama asla bırakmayacaktı…

******************************************

“Demek basın toplantısı işe yaradı ve Min Woo’nun popülaritesi yeniden artmaya başladı…” dedi orta yaşlı adam büyük bir hoşnutsuzlukla. Karşısındaki genç adam bir asker edasıyla sertçe başını sallayarak onayladı.

“Evet efendim… Ayrıca dizisinin ilk bölümü güzel bir reyting aldı.”

Orta yaşlı adam öfkeyle somurttu. Sonra bir an düşündü, ve yardımcısına:

“O zaman yeni bir strateji uygulamamızın vakti geldi,” dedi ağır ağır. Ve önündeki cep telefonuna uzandı, bazı numaraları tuşladı. Karşısına çıkan adama: “O Hollywood yapımcısı ile bu akşam bir yemek ayarlayın,” diye talimat verdi, “Bu işi bu akşam halletmemiz gerekiyor!”

Telefonu kapattıktan sonra yeniden yardımcısına döndü: “Sen de git ve iyi bir paparazzi bul. Parası neyse ver, Min Woo’nun 7/24 peşinde olsun. En ufak bir açığını bile yakalarsa derhal bana gelsin!”

Genç adam “emredersiniz!” diyerek odadan çıkarken orta yaşlı adam öfkeli bir gülümsemeyle yumruğunu sıktı: “Seni bitireceğim Min Woo…”

******************************************

Min Woo o olaylı günden sonraki iki gün boyunca üzgün ve suskundu. Genç adam prenses rolünü oynayan kızı bir türlü aklından çıkaramıyordu. Kızı bulmak için elinden her ne geliyorsa yapmıştı: Ajans ajans gezmiş, şehirdeki amatör tiyatro topluluklarına kadar bakılmadık yer bırakmamıştı. En sonunda ise pes etmişti: Onu hiçbir yerde bulamadığına göre genç kız amatör oyuncu bile değil demekti.

Şimdi arabanın arkasında dalgın gözlerle camdan dışarı bakıp düşünürken ona bu gezilerinde eşlik eden Ji Ah patronuna kaçamak bakışlar atıyordu. Genç kız hafif bir vicdan azabı duyuyordu; iki gündür zavallı çocuk ordan oraya koşturmaktan yorgun düşmüştü. Üstelik bir hiç uğruna! Zaman zaman Ji Ah’nın nerdeyse dilinin ucuna kadar geliyordu, her şeyi itiraf etmek, “o kız bendim!” demek. Ama elbette bunu yapmayacaktı, yapamazdı, bu onun sonu olurdu! Genç kız sıkıntıyla dudaklarını ısırdı.

Bir yandan da içinde bir merak duygusu büyüdükçe büyüyordu: Min Woo neden ona kafayı bu kadar takmıştı?! O kızı bulunca soracağı soru neydi?! Min Woo kendisini tanımış olamazdı, tanısaydı şimdi bu arabanın şoför koltuğunda hâlâ oturuyor olamazdı çünkü! O halde, neydi? Neydi?!

En sonunda dayanamadı, çekingen bir sesle:

“Şey… Sanırım bugünden sonra o genç kızı aramaktan vazgeçiyoruz, değil mi efendim?” diye açtı konuyu.

Min Woo dalgın bakışlarını camdan ayırdı, dikiz aynasından kendisine bakan şoförüyle göz göze geldi.

“Ne.. Ha, evet. Öyle olacak galiba…” Ve tekrar, hüzünlü gözlerini camdan dışarı çevirdi. Kısa bir sessizlik oldu. Bu arada Ji Ah karın ağrısıyla kıvranıyordu, acaba o soruyu sormalı mı, yoksa sormamalı mı… Sonunda dayanamadı, ağzındaki baklayı çıkardı:

“Şey, efendim, biliyorum bu konuda konuşmak istemiyorsunuz ama o kızı neden aradığınızı bana da söylerseniz, belki yardımcı olabilirim…”

Min Woo alaycı bir biçimde güldü: “Ji Han, Ji Han! Koskoca Min Woo bile onu bulamadıktan sonra sen nasıl bulmayı düşünüyorsun??” Ama sonra “ne kaybederim ki?” der gibi hafifçe dudak büktü ve ilgisiz bir sesle:

“Nasıl olsa artık bir önemi yok, o yüzden madem sordun söyleyeyim,” dedi. “O kızın bana bir gizemi aydınlatma konusunda yardımcı olabileceğini düşünmüştüm. Onu bu yüzden arıyordum…”

Ji Ah şaşkınlıkla patronuna baktı.

“Nasıl yani? Size hangi gizemli konuda yardımcı olacakmış?”

Min Woo huzursuzca saçlarını karıştırdı. Tereddüt ediyordu. Ama sonra, iki gündür son haddini bulmuş olan içini dökme isteğiyle daha fazla savaşamadı, ağır ağır:

“Bazı… bazı kabuslar gördüğümü biliyorsun,” dedi. “İşte o konuda yardımcı olabileceğini düşündüm…”

Ji Ah’nın şaşkın bakışları onun hâlâ hiçbir şey anlamadığının habercisiydi. Genç kız yine ağzını açıp sormak üzereyken Min Woo ekledi: “Çünkü o kızı kabuslarımda görüyorum!”

Ji Ah birdenbire yumruk yemiş gibi oldu! Genç kız arabayı ani bir frenle durdurmamak için büyük bir çaba sarf etti. Min Woo’nun son sözleri zihninde yankılanıyordu: “O kızı kabuslarımda görüyorum!”

“Ben…” Ji Ah’nın boğazı kurumuştu. Bir an kendine gelmeye çabaladı, sonra kendini toparlayıp sözüne devam etti: “Şey… Afedersiniz efendim, ben bir an çok şaşırdım da…”

Min Woo hafifçe gülümsedi: “Evet, çok saçma, değil mi? Bence de! O kızla konuşursam ve rüyalarımı detaylıca anlatırsam belki bana yardımcı olabileceğini düşünmüştüm. Ama anlaşılan böyle bir şey hiç gerçekleşmeyecek…” Genç adam derin derin içini çekti. Ji Ah’nınsa öğrendiği şeyle birlikte kalbi hızlı hızlı çarpmaya başlamıştı: Genç kız “O kız benim! N’olur anlatın bana Min Woo-şi, nolur şunu doğru dürüst, en başından anlatın!” diye bağırmamak için kendini zor tutuyordu!

Neyse ki tam o anda telefon çaldı ve Ji Ah’nın kendini ele vermesini engelledi. Min Woo telefonu gönülsüz bir “alo”yla açmıştı. Ama karşıdaki her ne söylediyse genç adam birdenbire yerinde dikleşti, heyecan ve öfkeyle: “Ne?! Bu ne saçmalık?!” diye bağırmaya başladı. Ji Ah kaşlarını çattı, tuhaf bir şeyler oluyordu. Gerçekten de Min Woo telefonu öfkeyle kapatıp kendisine döndü:

“Eve gitmiyoruz Ji Han! Stüdyoya gidiyoruz! Hemen! Şimdi!”

Ji Ah şaşkınca başını sallayıp en yakın sapaktan U-dönerken arka koltuktaki Min Woo’nun kaşları endişe ve öfkeyle çatılmıştı…

******************************************

“Bu da ne demek oluyor?? Song Hye Kyo projeden çekildi de ne demek?! Ben bu projeyi onunla oynayacağım için kabul ettim!”

Min Woo öfkeden resmen burnundan soluyordu. Dizinin yapımcısı ve yönetmeni ise genç yıldızı sakinleştirmeye çabalıyorlardı:

“Min Woo-şi, bu durum elbette hepimiz için büyük bir şok oldu… Ama Hye Kyo-şi’ye büyük bütçeli bir Hollywood filminden teklif geldiği için projeyi bırakmak zorunda kaldı. Böyle bir fırsat kolay kolay ele geçmez, siz de biliyorsunuz Min Woo-şi… Bayan oyuncumuza Kore’yi temsil etmesi için yardımcı olmamız-”

“Umrumda bile değil! Bu yaptığı hainliktir, insanları yarı yolda bırakmaktır!!” diye bağırdı Min Woo. “Ona dava açacağım, sürüm sürüm süründüreceğim!”

Yönetmen ve yapımcı çaresiz gözlerle birbirlerine baktılar. Genç aktör kapris yapıyordu yapmasına, ama bir yandan haksız da sayılmazdı. Ama yapımcı, yüzüne hafif bir gülümseme kondurup:

“Neyse, olanla ölene çare yok,” dedi. “Bu kötü haberdi… Ama neyse ki bir de iyi haberimiz var.”

Min Woo alaycı bir biçimde hıhladı: “İyi haber mi?! Bu saçmalıktan sonra nasıl bir iyi haber gelebilir ki?” Yapımcı ise onu duymamış gibi boğazını temizleyip neşeli çıkmasına gayret ettiği bir sesle:

“Hye Kyo-şi’nin yerine öyle bir isimle anlaştık ki, siz de duyunca çok sevineceksiniz: Kendisi bugünlerde yıldızı parlayan, son derece iyi bir aktris!”

“Üstelik sizinle aynı projede yer alması her ikinizin de kariyeri için çok iyi olacak,” diye gülerek göz kırptı yönetmen. Min Woo meraklanmıştı. Yapımcı ise: “Sadece bu kadar da değil: Bu genç bayanın soyu gerçekten de Kral Hyojong’a kadar dayanıyor! Tarihi bir dramada rol vermek için ne kadar da harika bir seçim olacak!” Yönetmen de: “Evet evet, onun soyluluğunu kullanıp promosyon yapabiliriz!” diye heyecanla konuşmaya devam ediyordu. Min Woo’nunsa sabrı taşmıştı, sertçe adamın sözünü kesti:

“Tamam, anladık! Ama kim bu bayan, artık söyler misiniz lütfen?!”

Yapımcı ve yönetmen birbirlerine bakıp gülümsediler. Sonra yönetmen neşeyle bağırdı:

“Hyo Rim-şi! Lütfen artık içeri gelip partnerinize merhaba der misiniz?”

Min Woo’nun gözleri hayretle irileşirken içerideki bir başka odanın kapısı aralandı, Hyo Rim yüzünde hafif bir tebessümle ilerleyip yanlarına geldi. Yönetmen ve yapımcı hemen ayaklandılar, ikisi birden genç kıza saygıyla yer gösterirken Hyo Rim güzel gözlerini Min Woo’nun dehşetle açılmış gözlerine dikti ve tüm güzelliğiyle gülümsedi:

“Merhaba Min Woo…”

-Yedinci Bölümün Sonu-