My Best Friend’s Wedding OST: Amanda Marshall – I’ll Be Okay
Kang Hyuk üzerine yağan kar taneleri arasında yürüyordu… Yüzünde bazen hafif bir gülümseme beliriyor, bazense koyu bir hüzün kaplıyordu gözlerini. Az önce Ji Ah’yı Min Woo’ya sarılırken görünce tek kelime etmeden dönmüş, gerisin geri yürümeye başlamıştı. Onları rahatsız etmek istemiyordu. Belli ki Ji Ah’yı teselli etmek için söyledikleri gerçek olmuş, Min Woo onu affetmişti. Ji Ah da ona geri dönmüştü…
Zaten dönmeyip ne yapacaktı ki? Orada, Min Woo’nun yanında ışıltılı bir hayat onu bekliyordu: Muhteşem evlerde yaşayacak, ünlülerle kanka olacak, tüm dünya kadınlarının kıskandığı bir hayat sürecekti. Min Woo’nun ona verebileceklerinin yanında Kang Hyuk’un aşkı o kadar zavallı görünüyordu ki, genç adam yüreğindeki tüm acıya rağmen kendi kendine alayla gülümsemeden edemedi: “Bir kitapçı dükkanı, üzerinde de iki odalık bir ev… Hahaha, Ji Ah’yı bunlarla ikna edebileceğini düşünüyorsan tam bir aptalsın sen oğlum!”
Kang Hyuk sinirli sinirli güldü. Ancak hemen sonra gülüşü söndü, yüzüne acıklı bir ifade geldi. Başını kaldırdı, kar taneciklerinin usul usul yağdığı gökyüzüne dikti yaşarmış gözlerini. Kar tanelerinin ıslaklığı, gözlerinden süzülen yaşlara karıştı.
“Sen mutlu ol, yeter… O zaman ben de mutlu olurum prenses…” diye mırıldandı, Ji Ah’yla konuşur gibi. Kendini rahatlatmak istercesine elini kalbine götürdü, hafifçe pat patladı: “Her şey yoluna girecek, tamam mı Kang Hyuk? Her şey iyi olacak… Aal iz well… ”
Ama yararı yoktu. Kalbindeki ağırlık an be an daha da artıyordu. Bir an öylesine ağırlaştı ki yükü, Kang Hyuk daha fazla dayanamayacağını hissetti, oracıkta bir kaldırım kenarına çöküverdi.
Ve ellerini yüzüne kapatıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı…
*********************************
Ji Ah’nın başı dönüyordu. Kısacık bir sürede o kadar çok duygu değişimi yaşamıştı ki, beyni uyuşmuş gibiydi, kendi hislerini bile artık çözemiyordu. Dün gece Min Woo hiç beklenmedik bir anda gelip ona sarıldığında şok geçirmişti. Min Woo’nun jesti küçümsenecek gibi değildi, adam Taeyang’ı getirip kendisi için şarkı söyletmişti yahu! (Zaten Ji Ah o sırada Min Woo’yu bırakıp Tae’nin kollarına atılmamak için kendini zor tutmuştu…) Ancak tam da Min Woo ona kendilerinin geçmişte yarıda kalmış bir aşkın devamı olduklarını açıklarken köşe başında, elindeki kahveleri düşürüp şok içinde açılmış gözlerle kendilerine bakan Kang Hyuk’u görmüştü ve…
Ji Ah birden “Arghhh!” diye bağırıp hınçla kısa saçlarını karıştırdı. Ne hissettiğini, daha doğrusu ne hissetmesi gerektiğini bir türlü çözemiyordu! Gece boyu düşünmüş, düşünmüş, bir yere varamamıştı. Sabah olunca da ilk iş Young Hee’yi arayıp onun karşısında bulmuştu kendini. Onu yargılamadan dinleyip tüm bunlara bir anlam vermesine yardımcı olacak birine öyle ihtiyacı vardı ki…
Ama zavallı Young Hee’nin de kafası bir dünya olmuştu dinlediklerinden:
“N-nasıl yani?? Min Woo-şi sana âşık mı?? Hem de Taeyang’ı getirip sana serenat mı yaptırdı? Ji Aaaaaahhhh, ne kadar şanslısııııııınnn!”
Ji Ah hafifçe gülümsedi.
“Evet ya… Çok şanslıyım, hatta böyle bir şeyden sonra ayaklarımın yere basmaması, bulutlarda geziyor olmam falan lâzım di mi…” Sonra yüzü bulutlandı: “Ama ben neden böyle hissedemiyorum Young Hee?! Neden Kang Hyuk’un bizi gördüğü andaki yüzü gözümün önünden gitmiyor?? Bana “sizin birlikte olmanız kader, bak görürsün Min Woo sana geri dönecek…” falan derken bana olan duygularından kurtulmuş gibi görünüyordu, ama dün gece sokağın köşesindeki o hali… Ellerinden kahveleri düşürmesi… Offf….”
Ji Ah birden Young Hee’nin gözlerinin dolmaya başladığını fark etti ve dudaklarını ısırdı: Arkadaşının duygularını düşünmeden konuştuğu için kendini tokatlamak istiyordu!
“B-ben özür dilerim,” diye kekeledi, “Düşünmeden konuştum, Kang Hyuk’un senin için çok değerli olduğunu biliyorum, çok özür dilerim!”
Young Hee çabucak dolan gözlerini elinin tersiyle silip gülümsedi:
“Yooo, özür dileme… Onun beni değil seni seviyor olduğunu uzun zamandır, taa doğumgünümden beri biliyorum ben… Bunun için seni suçlayacak değilim ki…”
Ama hemen sonra, yeniden hüzünlendi genç kız:
“Sadece… sadece onun mutsuz olması, ve benim bu konuda bir şey yapamamam canımı çok yakıyor… Kang Hyuk da mutlu olsun istiyorum… Ama onu ben mutlu edemem ne yazık ki…”
Ji Ah birden: “Onu sadece ben mutlu edebilirim, öyle değil mi…” diye düşündü acıyla. Ancak Young Hee arkadaşının ne düşündüğünü anlamıştı, hemen atıldı:
“Ji Ah, sen de bu konuda bir şey yapamazsın, sakın kendini suçlama! Yani Min Woo-şi gibi bir yıldız dururken zavallı Kang Hyuk’un ne şansı olabilir ki, kendisi de bunu biliyordur… Sen de seni mutlu edecek olan insanı, asıl sevdiğin kişiyi seçmelisin sonuçta…”
Ji Ah burukça gülümsedi ve uzanıp Young Hee’nin masanın üzerinde duran elini tuttu. Young Hee de onun elini sıkıp hafifçe gülümsedi. “Seni anlıyorum,” demenin bir yoluydu bu ikisi için de…
Biraz sonra Ji Ah arkadaşının yanından ayrılıp yılbaşı hazırlıkları ile cıvıl cıvıl olmuş sokaklara atmıştı kendini. Etrafında yılbaşı alışverişi için neşeyle koşturan insanları bile fark etmeden dalgın dalgın yürürken düşünüyordu: Young Hee “Min Woo-şi dururken Kang Hyuk’un ne şansı olabilir ki?” demişti. Tüm dünya da böyle düşünüyor olmalıydı. Ama Ji Ah’nın içinde bir yer isyan ediyordu bu düşünceye. “Kang Hyuk sıradan bir adam olabilir, ama o bir kadını tüm bu şöhretli yıldızlardan, yakışıklılıkları ile baş döndüren adamlardan çok, ama çok daha mutlu edebilir!” diye bağırmamak için kendini zor tutuyordu. “Çünkü bayanlar baylar, bir kadını mutlu etmek için mücevherlere, pahalı tatillere, boy boy fotoğraflarının dergileri süslemesine gerek yoktur: Onu çok sevmeniz ve bu sevginizi gösterecek biçimde hareket etmeniz yeter de artar bile… Ve benim sevgili Kang Hyuk’um, sevdiği kadını dünyanın en mutlu insanı yapacak kadar geniş bir gönle sahiptir…”
Ancak diğer yandan Min Woo’nun anlattıkları vardı ki, genç kızın kafasını allak bullak ediyordu. Min Woo’nun rüyasında Jong Hwa’nın prensese yazdığı mektupları vermesi nerdeyse tüm gerçeği açık etmişti. Min Woo son rüyasını ona bir çırpıda anlatmış, sonra da gözleri parlayarak eklemişti:
“Nasıl ki Jong Hwa benim büyük büyük dedemse, prenses He Ran’ın da senin büyük ninen olduğuna hiç şüphe yok Ji Ah! Ve biz, onların yarıda kalan aşkını devam ettirmek için dünyaya geldik! Düşünsene, tüm bunların, benim gördüğüm rüyaların, senin benim yanımda çalışmaya başlamanın, hepsinin, hepsinin bir anlamı olmalı!”
Ji Ah ona hak veriyordu vermesine, hatta tüm bu olanlardan dolayı başı dönmüştü kızın. Ama…
Ama içinde ufak bir kıymık vardı ki, ne olduğunu kendi de adlandıramıyordu bir türlü. İhtiyatlı bir biçimde:
“Diyelim ki mektupları gerçekten senin büyük deden benim büyük nineme verdi,” demişti, “İyi ama, mektuplarla birlikte gelen yeşim taşı kolyeye ne oldu peki? Onun da bizde olması gerekmez mi?”
Min Woo aldırmazca omuz silkti:
“Belki bir zamanlar o da sizdeydi; ama bir şey oldu, düştü kırıldı mesela… Bunun bir önemi yok ki… Mektuplar yeterince büyük bir delil değil mi?”
Ji Ah gönülsüzce de olsa başını sallamıştı. Evet, mektuplar büyük bir delildi; Min Woo’nun rüyasının gerçeği yansıttığı konusunda Ji Ah’nın şüphesi yoktu. Ama… yine de gerçeğin bir parçası hâlâ eksik gibiydi işte…
Ji Ah aklı düşüncelerle dopdolu yürümeye devam ederken birden telefonu çaldı. Genç kız aleti çıkardı ve ekrandaki bilmediği numaraya şüphe içerisinde baktı. Sonra ihtiyatla kulağına götürdü:
“Alo?”
“Ben Wang Hyo Rim,” dedi karşıdaki ses. “Ji Ah, mümkünse seninle bir an önce konuşmak istiyorum. Lütfen…”
*********************************
Bir saat sonra Ji Ah Hyo Rim’in evinin görkemli salonunda, birkaç hafta önce Kang Hyuk’un oturduğu koltukta oturuyordu. Genç kız huzursuzca kıpırdandı ve gözlerini çevrede dolaştırmaya başladı. Hyo Rim’in hizmetçisi onu içeri almış, salonda beklemesini, hanfendinin birazdan yanında olacağını söylemişti. Ji Ah beklemeye başladı. Bir süre sonra sıkılınca ayağa kalkıp odadaki pahalı eşyalara göz gezdirmeye koyuldu: Duvardaki soy ağacı tablosunu görünce bir an afalladı ve bıyık altından güldü: Hyo Rim’in ailesi soylulukları ile övünen bir aileydi demek… “Eh, sen de kral soyundan gelsen belki sen de böyle olurdun Ji Ah, kınama bence,” dedi iç sesi ona. Sonra bir an durdu: “İyi de… Min Woo’nun rüyalarına bakılırsa ben de kral soyundan geliyorum zaten… Hatta Hyo Rim-şi’yle onuncu göbekten kuzen filan olabiliriz!”
Ji Ah kendi kendine sırıtırken birden kapıda Hyo Rim belirdi. Ji Ah birden düşüncelerinden sıyrıldı.
“Özür dilerim… Beklettim mi?” dedi genç kız ve gelip elini uzattı.
Ji Ah onun elini sıkarken şaşkınlık içerisinde: “Ne kadar… zayıflamış!” diye geçti içinden. Daha kısa bir süre önce kayak tesisinde gördüğü canlı, hafif asabi ve alaycı kız bu muydu? Şimdi Hyo Rim bir deri bir kemik kalmıştı, gözlerinin altında koyu halkalar belirmişti, sapsarı ve son derece sağlıksız görünüyordu.
“Siz… iyi misiniz?” dedi Ji Ah sesinde belli bir endişeyle.
Hyo Rim kederle gülümsedi.
“İyi değilim,” dedi dürüstçe. “Günlerdir uyuyamıyorum… Yemek yiyemiyorum… Canım öyle acıyor ki…” Derin derin içini çekti ve acıklı bir ifadeyle Ji Ah’ya baktı: “Dün gece Min Woo’nun senin evine geldiğini, sana seranat yaptığını biliyorum… Nasıl olduysa olayı kimse cep telefonu kamerasıyla çekmemiş, herkes şoktaydı heralde… Ama fısıltı gazeteleri çalışmaya başladı bile, herkes senin kimliğini merak ediyor… Ben… bense duyar duymaz sen olduğunu anladım!”
Hyo Rim bir an durakladı. Gözlerinde yaşlar birikmişti. Elinin tersiyle sildi bunları.
“Kaybettiğimi biliyorum,” diye fısıldadı. “Min Woo’yu ne kadar sevsem de bu yarışı kazanmamın imkânı yok… O seni seçti, seni seviyor!”
Sonra yaş içerisindeki gözlerini kaldırdı, acıyla Ji Ah’ya baktı:
“Ama… ama yine de hiç umut yok mu?!” dedi fısıldar gibi bir sesle. “Ji Ah, sana yalvarıyorum, istersen önünde diz çökerim, n’olur söyle bana: Hiç… hiç umut yok mu?? Onu bana bırakmaz mısın?” Genç kız histeri krizi geçirir gibi feyat etti: “Sana istediğin kadar para veririm! İstersen, en iyi projelerde rol alman için bütün gücümü kullanırım! Ne istersen yaparım, yeter ki… yeter ki Min Woo’yu bana bırak!”
Ji Ah’nın resmen dili tutulmuştu: Karşısındaki kıza hayretler içerisinde bakıyordu. Hyo Rim’in Min Woo’ya bu kadar âşık olduğunu asla tahmin edemezdi. Ve onun MinWoo’yu kendisinden alabilmek için bu kadar küçülebileceğini de! Yine de kızın bu perişan hali içini acıtmıştı. Karşısındaki kız bu ülkenin yıldız aktrislerinden biriydi, güzelliği, yeteneği ve zekâsıyla milyonlarca erkeğin başını döndüren bir kadındı ve şimdi karşısında diz çöküp yalvarıyordu, öyle mi??
Ji Ah birden kendini toparladı. Yürüyerek geldi, Hyo Rim’in tam karşısında durdu. Genç kızın kolunu tuttu, gözlerinin içine hüzünle baktı:
“Ben bunu yapamam… Yapmak istesem de yapamam… Neden biliyor musun? Çünkü bir insanın kalbine hükmedemezsin Hyo Rim-şi: Ben ne yaparsam yapayım, Min Woo’nun seni sevmesini sağlayamam…”
Hyo Rim’in kolları iki yana düştü. Genç kız önce yavaş, sonra hıçkırarak ağlamaya başladı. Ellerini yüzüne kapatırken:
“Ah… acınacak durumdayım, öyle değil mi?” diye fısıldadı. “Ama… elimden hiçbir şey gelmiyor Ji Ah-şi… Ne yaparsam yapayım Min Woo’yu gönlümden çıkaramıyorum… İçimdeki bu hissi söküp atamıyorum, anlıyor musun?! Sanki… sanki içimden bir ses: “O senin kaderin!” diye fısıldayıp duruyor, o kendini beğenmiş, pislik herifi kalbimden atmamam için bütün gücüyle direniyor! Ne yapsam da bir türlü onu unutamıyorum, unutamıyorum işte!”
Ji Ah sıkıntı içerisinde kıpırdandı. Sonra, durumun tuhaflığına aldırmadan, hâlâ kolunu tuttuğu Hyo Rim’e beceriksizce sarıldı. Hyo Rim hiç çekinmeden başını onun omzuna gömüp bağıra çağıra ağlamaya başladığında Ji Ah üzüntü içerisinde onun sırtını bir abla edasıyla patpatlamaya koyuldu, bir yandan da gözlerini sıkıntı içerisinde evin duvarlarında ve orda-burdaki pahalı süs eşyalarında gezdiriyordu…
Tüm bu olanlar çok tuhaftı gerçekten, hem de çok…
*********************************
Min Woo çekim için geldiği stüdyonun kapısında ellerini yüzüne kapatmış, çökmüş vaziyette oturan menajerini görünce hayret içerisinde yanına gitti, omzundan sarstı onu:
“Hyungg?? İyi misin, bu halin nedir?!”
Soo Hyun ellerini yüzünden çekti, karşısındaki çocuğa boş gözlerle baktı. Sonra bitkin bir sesle:
“Sun Ah-şi’nin So Ji Sub’la oynayacağı reklam filmi projesini hatırlıyor musun?” dedi. Min Woo başını sallayınca da: “Sun Ah-şi beni dinlemedi,” diye mırıldandı. “Ona senaryodan sapmamasını söylemiştim: Yapması gereken tek şey, So Ji Sub’a elleriyle cips ikram ederken “yiyin gari!” demekti! Ama o ne yaptı biliyor musun? Çekim sırasında üstündeki köylü kadın kıyafetini parçalayıp altındaki seksi elbise ile Ji Sub’un kollarına atıldı! Bir yandan da “Sen boşver cipsi falan, bandıra bandıra ye beni, doyamazsın tadıma!” diye bağırıyordu!”
Min Woo’nun ağzı çenesine düştü. Şaşkınlık içerisinde:
“Eeee? İkiniz birden kovuldunuz o zaman, öyle mi?”
“Ne yazık ki hayır…” dedi Soo Hyun boş gözlerle. “Reklamı veren şirketin sahibi de tesadüfen çekimleri izliyormuş. Sun Ah-şi’nin ani coşkusunu ve So Ji Sub’ın şok olmuş halde kalakaldığı görüntüleri o kadar eğlenceli bulmuş ki reklam sloganı değiştirildi: “Eğer yanınızda Ji Sub varsa, o dururken başka bir şey yemeyin zaten. Geri kalan her şey için patates cipsi…” Ve serinin devam filmleri için anlaşma imzalandı.” Soo Hyun gözlerini Min Woo’ya dikti ve hâlâ olanlara inanamadığını belirtir gibi inleyerek ekledi: “Üç tane! Tam üç tane daha reklam filmi! Üstelik Sun Ah-şi’nin ücreti ikiye katlandı!”
Min Woo neşeyle: “Bu harika bir haber!” diye bağırdı, “Eee, sen neden böyle arpacı kumrusu gibi düşünüyorsun peki?” Genç adam, beyni durmuş bir zombie gibi karşısındaki duvara boş boş bakan menajerini şüpheyle süzdü. Soo Hyun’sa hiç beklemediği anda Mısır’daki uzak akrabasının kendisine milyonlarca dolarlık servet bıraktığı haberini alan bir adam kadar şaşkın ve dünyadan bihaber görünüyordu. Yüzündeki büyük şok ifadesi ile Min Woo’ya döndü:
“Ben… ben sanırım Sun Ah’şiye âşık oldum…”
“HAAAA??!!”
Min Woo’nun gözü seğirmeye başladı: “N-nasıl yani??” Menajeri omzundan tuttu, heyecan ve öfkeyle sarsmaya başladı: “Sen… sen ne dediğinin farkında mısın Hyung?? Benim görümcem mi olacaksın yani?!”
“OHA! Yok artık, baldızın olacağım, tövbe tövbe!” Min Woo’nun onu sarsması (ya da saçmalaması) Soo Hyun’u daldığı büyük şoktan çıkarmış gibi görünüyordu. Orta yaşlı menajer kafasını iki yana salladı: “Ona bacanak derler oğlum… Neyse…” Acıklı gözlerle Min Woo’ya baktı: “Min Woo, ben cidden kafayı yedim galiba: Sun Ah-şi’yi şu anda gerçekten de bambaşka görüyorum, ona bakınca kalbim hızlı hızlı atmaya başlıyor, ellerim terliyor, kafayı yiycem! Bana ne oldu böyle??”
Min Woo menajerine acıyarak baktı: Zavallıcık gerçekten ümitsiz vaziyetteydi. “Sun Ah-şi, ha? Bizim bildiğimiz, Ji Ah’nın ablası olan Sun Ah’dan bahsediyoruz, değil mi?” dedi inanamayarak. O cadı kadına birisinin, hele de kendi cool menajeri Soo Hyun’un âşık olabileceğini rüyasında görse inanmazdı!
“Evet, biliyorum, bu çok aptalca…” dedi Soo Hyun bitkince. Fakat deli olmadığını ispat etmeye çalışan bir adam gibi can havliyle atıldı: “Ama git içeri bir bak ne olur, Sun Ah’nın seksi elbiseler giyince gerçekten de Kim Sun Ah’ya benzediğini göreceksin.”
Min Woo içini çekip başını salladı. Çekimin sürdüğü platoya doğru yürürken: “Zavallı Hyung… Gerçekten de kafayı yemiş, Sun Ah noona kim, Kim Sun Ah kim??” diye düşünüyordu.
Aralık duran kapıdan bakınca Sun Ah’yı ve Ji Sub’ın bir motosikletin üzerinde gördü: İkinci reklam filminin konsepti, Ji Sub’ı görünce köylü teyzeden seksi hatuna dönüşen bir kadının Ji Sub’la birlikte dünyayı gezmesi falan olmalıydı galiba: Sun Ah, bir eliyle Ji Sub’ın beline sarılmışken halinden epey memnun görünüyordu. Sun Ah birden Ji Sub’a sarıldığı elini olduğu yerden biraz daha aşağı indirince böyle fantezilere alışık olan Min Woo bile ufak bir çığlık atıp gözlerini kapamadan edemedi! Ama neyse ki durum bambaşkaydı; reklam filmi izleyiciyi ters köşeye yatırıyor, izleyenler Sun Ah’nın hain emelleri olduğunu düşünürken onun yalnızca Ji Sub’ın hemen önündeki sepete sabitlenmiş patates cipsini yemek için o hareketi yaptığını sonradan fark ediyorlardı. Sun Ah ağzına bir cips attı ve aynı anda yönetmen: “Kestik! Harikaydınız Sun Ah-şi, Ji Sub-şi!” diyerek onları tebrik etti.
Çekim bitmişti bitmesine, ama Sun Ah’nın motosikletten inmeye pek niyeti yok gibi görünüyordu! Ji Sub kadının kendi belindeki ellerini nazikçe indirmeye çabalarken:
“Sun Ah-şi… Çok iyi bir iş çıkardınız, tebrikler… Yalnız şu eli biraz gevşetirseniz…”
“Sahi miiii! Omo omo, çok teşekkür ederim Ji Sub-şi!” dedi Sun Ah ve adama iyice sarıldı. Ji Sub’sa suratında “tanrım, neydi günahım??” bakışı ile derin bir nefes verdi. Min Woo ise uzaktan ikisini izleyip kıkırdamadan edemedi: Ji Sub’ı günahı kadar sevmezdi, ama şu durumda adamcağıza acıyordu.
Tam da o anda So Ji Sub kendisini gördü ve can havliyle atıldı:
“Cha Min Woo! Nasılsın dostum?”
Sun Ah’dan bir hamlede kurtulup çocuğun yanına koşturdu. Min Woo’nun yüzü asıldı, az önce ona biraz acımış olabilirdi ama burda durup So Ji Sub’la muhabbet edecek değildi. Ji Sub ise Sun Ah’nın yine kendisine musallat olmasından endişe edercesine Min Woo’yla kırk yıllık dostu gibi takır takır konuşuyordu:
“Naber, diziniz nasıl gidiyor? Her şey yolunda, değil mi? Bizim kız seni üzüyor mu? Eğer öyle bir şey varsa söyle, hemen kulağını çekeyim! Gerçi uri Hyo Rim birtanedir, candır o, can! Hem çalışkan, hem de çok hanımefendidir, benle çalışırken bile öyleydi. Daha on yedi yaşındaydı ama cin gibiydi. Nasıl da peşimde dolanırdı “oppa oppa” diye!”
Min Woo dişlerini gıcırdattı. İçinde büyük bir öfke dalgası büyüyordu. Ji Sub’ın gözlerinin içine vahşice bakıp:
“Yaa, demek oppa oppa diye peşinde dolanırdı!” dedi nefret dolu bir sesle. “Sen de hazır bana hayran, çıtır kızı bulmuşum, faydalanayım diye düşündün, öyle değil mi?”
Ji Sub birden şaşaladı. Şaşkınlık içerisinde gözlerini kırpıştırdı:
“Ne?! Anlamadım… Nasıl yani?”
“Nesini anlamadın, Hyo Rim’le ikinizden bahsediyorum! Siz birlikte dizi çekerken sevgili değil miydiniz?”
Ji Sub bir-iki saniye daha boş gözlerle Min Woo’ya baktı. Sonra birden gürültülü bir kahkaha kopardı!
“Hyo Rim ve ben mi?? Senin aklın başında mı dostum? Hyo Rim benim kardeşim gibidir be!”
Gülerek Min Woo’nun omzunu patpatladı. Şimdi şok olma sırası Min Woo’daydı. Genç yıldız aptallaşmış bir biçimde bakıyordu Ji Sub’a:
“N-ne yani, siz hiç çıkmadınız mı?”
“Tabii ki hayır!” diye bağırdı Ji Sub. “Hyo Rim benim için kardeş gibidir dedim ya! Bildiğim kadarıyla o kimseyle çıkmadı… senle çıkmaya başlayana kadar yani…” Eğlenerek göz kırptı: “Hatta senle çıkmaya başlayınca camiada birçok insan hayal kırıklığına uğradı… Ama ben ikinizin sevgili olmasına çok sevinmiştim, birbirinize çok yakıştığınızı düşünüyordum. Üstelik o günlerde Hyo Rim’in acayip mutlu olduğunu hatırlıyorum, gözleri ışıl ışıldı sanki…” Ji Sub içini çekti, burukça gülümsedi. “Ne yazık ki aşklar da bitmeye mahkum, öyle değil mi?” Yakışıklı aktör abi tavrıyla Min Woo’nun omzunu patpatlarken genç yıldız şaşkınlıktan aptala dönmüştü.
O sırada Sun Ah yanlarında belirip bir ahtapot edasıyla Ji Sub’ın koluna yapıştı:
“Ji Sub-şiiii! Benle bir kahve içmeye ne dersiniz?”
Zavallı Ji Sub kibarlık edip: “Eee… Tabii, neden olmasın?” dediği anda Sun Ah miyavlayarak genç adamı çeke çeke götürmeye başlamıştı bile. Onların uzaklaştığını gören Soo Hyun da arkalarından koştururken bağırıyordu: “Sun Ah-şi! Bekleyin, sizin için bir başka iş daha ayarlamak üzereyim! Önce onun detaylarını konuşalım! Sun Ah-şi!”
Min Woo önde Sun Ah-Ji Sub, arkada kendi zavallı menajeri, koridorda uzaklaşan üçlünün arkasından boş gözlerle birkaç saniye baktı. Sonra başını iki yana salladı: “Her neyse!” Bir süre sonra Soo Hyun’un aklı başına gelirdi mutlaka…
Genç adam elleri ceplerinde, kendi çekim stüdyosuna doğru ilerlerken hâlâ dalgındı: Aklı, So Ji Sub’ın söylediklerine takılmıştı…
Olabilir miydi? Ji Sub doğruyu söylüyor olabilir miydi? Peki ama o zaman…
Aklına, üç sene önceki o gün geldi: Hayatının en… en tuhaf günü.
Hyo Rim’le birbirlerinin oldukları o gece, gerçekten de müthiş bir deneyimdi. Min Woo hayatında ilk defa sevildiğini hissediyordu…. ve galiba… sevdiğini de. Hyo Rim’le çıkmaya başladıklarında onun gibi bir yıldızı tavladığı için başı dönmüştü ve önemli olan şey, yanındaki kızın müthiş güzelliğiydi. Ama sonra… o gece, Hyo Rim’in gözlerinde yıldızlar yanıp sönerek kendisine:
“O zaman… birbirimizin ilki olmaya ne dersin?”
Dediği o an…
O an, ona gerçekten âşık olmuştu işte… Boğazı kurumuş, kalbi taşıp gelen duygularla patlayacak gibi olmuştu. Binlerce şey söylemek istemişti karşısındaki ve kalbindeki kıza. Ama dudaklarından yalnızca:
“Çok isterim…” sözleri dökülmüştü. Sonra… sonrası muhteşem bir cennetti…
Ama ertesi gün…
O gün Hyo Rim’in çekimi vardı; çekimden sonra buluşmak üzere sözleşmişlerdi. Min Woo kocaman bir buket yaptırıp gelmişti buluşacakları kafeye. Yüzünde hâlâ bir gün öncesinden kalan gülümseme dudağının kenarında duruyordu; genç adam gün boyu salak salak sırıtıp durmuştu zaten. Kafeye girdiğinde Hyo Rim’i bir masada arkası dönük oturmuş, neşeyle telefonda konuşurken buldu. Suratında kocaman bir gülümseme, hiç ses çıkarmadan parmak uçlarında ona yaklaştı. Hyo Rim neşeyle cıvıldıyordu:
“Yaaa, ama çok terbiyesizsin Shi Won! Bu da sorulacak şey mi? Omooo, anlatamam, olmaz, ottukeee??” Hyo Rim utangaçlık ve neşe karışımı sesler çıkararak oturduğu yerde kıpırdanırken Min Woo kıkırdamasını bastırmak için elini ağzına götürdü. Biraz utanmıştı ama kız milletinin bu türden şeyleri en yakın arkadaşlarına anlatmalarını doğal karşılıyordu. Hyo Rim’in kendisi ve dün gece hakkında gerçek düşüncelerini de merak ediyordu elbette. O yüzden nefes bile almadan kızın konuşmasına kulak kabarttı.
Ancak Hyo Rim’in ağzından çıkacak olan sözlere hiç hazırlıklı değildi:
“Evet evet… Doğru tahmin: Dün geceyi Min Woo’yla birlikte geçirdim.” Hyo Rim kıkırdadı ve Min Woo’yu kalbinden vuran o sözleri ekledi: “Böylece Min Woo-şi, Ji Sub ve Jun Ki’den sonra yatağıma giren üçüncü erkek oldu!”
Min Woo birden buz kesti. Olduğu yerde kalakaldı. Yüzündeki gülümseme maske gibi dondu dudaklarında.
Üçüncü erkek…
Normalde olsa sorun etmezdi bunu. Gerçekten etmezdi. Yeter ki Hyo Rim kendisine en baştan açık açık söylemiş olsun…
Ama şimdi… Dün gece kendisine: “birbirimizin ilki olalım” demiş olduğu halde…
Genç adam yumruklarını sıktı. Dişlerini öyle bir kasmıştı ki kırılmamaları bir mucizeydi. Kendine zorlukla hakim olurken gerisin geri döndü, kafeden çıktı. Hyo Rim her şeyden habersiz, hâlâ neşeli neşeli telefonda konuşuyordu.
Min Woo bütün gün sinirden titrediğini anımsıyordu. Jun Ki ve Ji Sub… Bu isimlerin kimler olduğunu tahmin etmek zor değildi: Hyo Rim kariyeri boyunca iki ünlü aktörle, So Ji Sub ve Lee Jun Ki ile birlikte dizilerde rol almıştı.
İşte o gün kadınlara olan tüm güvenini kaybetti Min Woo. Kalbini açtığı ilk seferde böylesine büyük bir ihanete uğramak onu mahvetmişti. Kadınları zaten çok tanımazdı; onlardan, hatta tüm insanlardan uzak büyümüştü. Şimdi ise bütün kadın milletinden nefret ediyordu: Hem işte hem aşkta kendisini aldatan, aptal yerine koyan, yalan söyleyenler hep kadınlardı çünkü.
Hyo Rim’le ilişkisini, soğuk bir telefon konuşması ile bitirdi. Genç kızın ağlamaları, neyi yanlış yaptığını sorup duran yalvarmaları bile umrunda değildi. Yeterince aptal yerine konmuştu, bir daha bu yalandan bahsedip kendini iyice küçültecek değildi. Zaten Hyo Rim’in azıcık aklı varsa neden bahsettiğini anlardı.
Bundan sonra yaşadıkları hep gelir geçer ilişkilerdi işte… Min Woo artık hiçbir kadına güvenmemeye kararlıydı. Ta ki…
Ji Ah’nın hayali aklına düşünce hafifçe gülümsedi. O da kendisini kandırmıştı, eh, orası doğru… Ama içinde kötülük yoktu onun. Hem üstelik onları birbirine bağlayan daha önemli bir şey vardı: Tam üç yüz elli yıl öncesinden gelen bir kaderdi bu…
Bu düşünceler arasında sete girdi, set elemanlarıyla selamlaştı. Makyajı yapılırken aklında hâlâ Ji Ah vardı. Yılbaşı yaklaşıyordu, acaba sevgilisine nasıl bir sürpriz hazırlamalıydı? Acaba Bigbang’den kendilerine özel mini bir konser vermelerini rica etse miydi? Ama geçen gece Ji Ah’nın Taeyang’a olan bakışları aklına gelince bu fikirden çabucak vazgeçti; sanatçı egosu bu kadarını kaldıramazdı!
“Set hazır Min Woo-şi… İstediğiniz zaman çekime başlayabiliriz.”
Yönetmen yardımcısının sesiyle daldığı hülyalardan sıyrıldı genç adam. “Hemen geliyorum,” deyip doğruldu yerinden. Bugün, Hyo Rim’le son sahnelerini çekeceklerdi. Min Woo’nun canlandırdığı karakter, general Si Yoon, yeni evlendiği ve yalnızca tek bir geceyi birlikte geçirebildiği karısı ile vedalaşıp ölümün mutlak olduğu bir savaşa gitmek üzereydi.
“Evet Hyo Rim-şi, şimdi çok üzgün görünmeniz gerekiyor: Bu, sevdiğiniz adamı son görüşünüz… Bütün duygularınızı gözlerinizden okumak istiyorum.” Yönetmen Hyo Rim’e direktifler verirken Min Woo kızın yüzüne baktı ve bir an hafif bir şok yaşadı: Hyo Rim gerçekten ne kadar da solgun görünüyordu! Acaba kendini role fazla mı kaptırmıştı? O sırada yönetmen: “Siz de üzgün olmasına rağmen metin olmaya çalışan, soğuk yüzlü bir savaşçıyı oynayacaksınız Min Woo-şi,” diye kendisine dönmüştü. “Evet, hazırsanız başlıyoruz. Üç, iki, bir, motor!”
Kamera çalışmaya başlar başlamaz Min Woo konuşmaya başladı: Soğukkanlı olmaya çalışan, ama içten içe çok üzgün bir adamdı şimdi.
“Bugünün geleceğini en baştan beri biliyorduk…” dedi ağır ağır. “Sizden ricam, metin olmanız: Biliyorsunuz ki bu benim görevim. Kralımız majestelerine bir söz verdim, ve bu sözü tutmak zorundaydım.”
Böyle dedi ve ağır ağır karısına döndü. Hyo Rim’in gözleri yaşarmıştı, dudakları titriyordu. Yüzündeki ıstırap o kadar gerçek görünüyordu ki, bütün ekip büyülenmiş gibi bakıyorlardı genç aktrise. Min Woo da etkilenmişti. Hyo Rim’in yeteneğini (kendisine tam tersini söylemekle beraber) takdir ederdi ama onu hiç bu kadar iyi oynarken görmemişti.
Hyo Rim gözlerinde yaşlarla ağır ağır yaklaştı kocasına. Vakur olmaya çalışıyordu, ama sesinin titremesine engel olamayarak:
“Majestelerinin emri her şeyden önce gelir,” dedi ağır ağır. “O yüzden gideceksiniz… Gitmelisiniz de… Bunu anlıyorum…”
Sonra birden, bütün gücü tükenmiş gibi dizlerinin üzerine çöktü. Artık gözyaşlarına engel olamıyordu. Gözlerini genç adamdan ayırmadan, sağ eliyle göğsüne vurdu:
“Ama kalbim… Kalbim bunu anlamıyor Si Yoon-şi!” diye hıçkırdı. “Sizi bir daha göremeyecek olmayı kabullenemiyor! Biz… biz bunu hak etmedik Si Yoon-şi!”
Min Woo yere çöküp kalan karısının başına koşturdu, onu kollarının arasına aldı ve başını sıkıca göğsüne bastırdı. Kendi gözleri de yaşarmıştı. Onu teselli etmek ister gibi başını okşarken:
“Hişşş, tamam, tamam…” diye fısıldadı. “Ben geri gelemesem bile biliyorsunuz ki bu yürek son an’a kadar sizin isminizle çarpacak: Ga In… Ga In…” Kızı kendisinden uzaklaştırdı, onun yaşlarla dolu gözlerinin içine baktı, ve hafifçe gülümsedi: “Bu yürek yalnızca sizin isminizle çarpacak…”
Bunun üzerine Hyo Rim de hafifçe gülümsedi. Ama acıklı bir gülümsemeydi bu. Hafifçe elini uzattı, titreyen parmaklarını genç adamın yüzünde gezdirdi. Ve nefes gibi hafif bir sesle:
“O halde… güle güle…” diye fısıldadı. “Sizin kalbiniz çarptığı sürece, benim kalbim de çarpmaya devam edecek… Sizinki durduğu anda benim hayatım da sona erecek…” Ve yüzünü genç adamın yüzüne yaklaştırıp kulağına hafifçe fısıldadı: “Bir gün kalplerimiz atmayı kestiğinde bile, başka bir bedende, başka bir yüzde bu aşk devam edecek…”
Ve Min Woo’nun dudağının yanına hafif bir öpücük kondurdu. Min Woo’nun tüyleri ürperdi birden. Bu öpüş, bu veda, ne kadar da gerçekti!
Hakikaten, Hyo Rim bütün hisleri yüreğinden taşar gibi oynuyordu bugün: Bunlar Min Woo ile son sahneleriydi. Genç adamın canlandırdığı karakter savaş alanında ölürken, aynı anda bu korkunç sonu hisseden genç eşi de evinde zehir içerek intihar ediyordu. Dizi acıklı bir sonla bitiyordu. Tıpkı kendi öyküleri gibi…
Hyo Rim, Ji Ah’yla olan son konuşmasından beri bir şeyi olanca açıklığı ile anlamıştı: Min Woo onun olmayacaktı. Ne yaparsa yapsın olmayacaktı işte… Bu gerçeği kabullenmesi, ve artık buna göre yaşaması gerekiyordu.
O yüzden bugün bu genç adama, ilk aşkına, kendince veda ediyordu işte…
“Kestik!” diye bağırdı yönetmen ve coşku ile yerinden fırlayıp sete daldı: Hyo Rim’in yanına koşturdu, genç kızın ellerini hararetle sıkmaya başladı: “Muhteşem, şahane, harika bir performanstı Hyo Rim-şi! Nasıl tebrik etsem bilemiyorum, gerçekten müthiştiniz!”
Hyo Rim kibarca gülümseyip tüm övgüleri mütevazı bir biçimde kabul ederken Min Woo da göz ucuyla onu süzüyordu. Bugün gerçekten de kızda bir başkalık vardı. Harika oyunculuğu bir yana, melekler kadar masum görünüyordu Hyo Rim bugün. Şu haliyle bu soluk yüzlü kız büyük çileler çekmiş, tüm günahlarının bedelini ödemiş, tertemiz bir azize gibiydi.
Aklına yeniden Ji Sub’ın söyledikleri geldi. Kafası allak bullak olmuş vaziyette durdu genç adam. Aklına müthiş bir şüphe düşmüştü. Acaba… acaba Hyo Rim’e haksızlık etmiş olabilir miydi?
Sonra birden telefonu çalmaya başladı ve Min Woo düşüncelerinden sıyrıldı: Soo Hyun arıyordu.
“Alo, n’aber Hyung? Evet, işim bitti… Ne?! Sun Ah-şi’ye yüzük mü alacağım dedin?!?! Biçosso?!”
Min Woo duyduklarının şokunda bir anda geri kalan her şeyi unutup sövüp sayarak setten çıkarken Hyo Rim hüzünlü gözlerle arkasından bakıyordu… Dudaklarından iki sözcük döküldü:
“Elveda aşkım… Elveda…”
*********************************
Ji Ah gerinerek uyandı. Yüzünde mutlu bir gülümseme vardı. Uzun saçları yüzüne dökülürken gözlerini açmadan elleriyle yatağın yan tarafını yokladı.
Yatak boştu. Genç kadın hafifçe gözlerini araladı.
Aynı anda odanın kapısı açıldı ve bir kız, bir oğlan çocuğu büyük bir şamata yaparak ona doğru koşturdular.
“Anneeee!”
“Anneciiim!”
Ji Ah’nın gözleri açılırken yüzüne kocaman bir gülümseme yerleşmişti bile. Hemen yatakta doğruldu, üzerindeki pikeyi açıp kızla oğlana kucağına zıplamalarını işaret etti. İki ufaklık yatağa tırmandı, annelerinin birer koluna yerleştiler. Ji Ah ikisinin de saçlarının üzerine birer öpücük kondurdu:
“Benim meleklerim uyandılar mı demek? Yüzünüzü yıkadınız mı bakayım?”
“Evet, babam bizi kaldırdı, üzerimizi bile giydirdi, baaak!” dedi küçük oğlan, üzerindeki minik ceketini işaret ederken. Küçük kızsa annesinin kolunu çekiştiriyordu:
“Annee, bak benim kurdaleme. Babam pembe kurdale taktı.”
“Ovv, ne güzel kurdele o öyle! Kızımın pembe eteğiyle de ne çok yakışmış!” Ji Ah bunu deyip oğluna döndü: “Oğlum da delikanlı olmuş: Şu cekete, şu papyona bakın! Düğünün en yakışıklı erkeği sen mi olacaksın bakayım?”
“Evet ama yine de Young Hee teyze benimle değil o adamla evleniyor,” diye somurttu ufaklık. Ji Ah istemsizce bir kahkaha attı. Ama küçük oğlunun bozulmuş suratını görünce hemen:
“Young Hee teyzen ne çok şey kaçırdığının farkında değil,” deyip onun saçlarını karıştırdı. “Ama üzülme bitanem, sen büyüyünce en az Young Hee teyzen kadar güzel bir kız bulacağım ben sana!”
Böyle deyip oğlunun saçlarının üstüne bir öpücük kondurdu. Küçük kızı: “bana da bana da!” diye cıvıldayınca bir defa da onu öptü. Yüreğine kocaman bir mutluluk dolduğunu hissediyordu, içinden: “Tanrım sana şükürler olsun,” diye geçirdi. “Bana bu güzellikleri bağışladığın için sana şükürler olsun…”
O sırada yatak odasının kapısı aralandı. Dışarıdan:
“Ufaklıklar, annenizi biraz da bana bırakın, olmaz mı?” diye neşeli bir erkek sesi geldi.
Ji Ah başını çevirip kapıya baktı…
Aynı anda, 2011’in aralık ayının soğuk gecesinde, genç kızın gözleri faltaşı gibi açıldı. Derin derin soluklar alarak yattığı yerde, odasının karanlık tavanına dikti gözlerini.
Az önce gördüğü rüya yüzünden yüreği hâlâ pırpır ediyordu. O ışıklı odanın hayali, nevresim takımlarının desenine kadar tüm açıklığı ile gözlerinin önündeydi hâlâ. Ve elbette, o şirin mi şirin ufaklıkların yüzleri de.
Gerçekten de onlar kendi çocukları mıydı? Ji Ah acaba gelecekten bir sahne mi görmüştü? Her şey öyle canlı, öyle keskindi ki, Ji Ah o dünyanın gerçek olduğuna yemin edebilirdi. Ve o miniklere karşı içinden yükselen sevgi o kadar büyüktü ki, Ji Ah anne olmanın ne demek olduğunu bu duyguyu hiç tatmadığı halde çok iyi anlamıştı.
Ve elbette, kapıda duran o adam… İki miniğin babası…
Ji Ah birden her şeyi anladı: Bir gün önce aklını meşgul eden tüm kafa karışıklığı kuvvetli bir akıntıya kapılmış süprüntüler gibi aktı gitti. Geriye, berrak bir zihin kaldı.
Aklının karışmasına gerek yoktu: Her şey aslında öyle açıktı ki… Ji Ah, rüyasındaki adamın yüzünü görmeden bile biliyordu bunu. Kapıda o göründüğü anda titreyen yüreğinden: “Tanrım, lütfen kocam, çocuklarımın babası o olsun…” diye bir düşünce geçmiş, genç kız o yüzü görünce içine büyük bir rahatlama ile karışık kocaman bir mutluluk yerleşmişti.
Aklına Young Hee’nin sözleri geldi: “Sen de seni mutlu edecek olan insanı, asıl sevdiğin kişiyi seçmelisin sonuçta…”
Ji Ah hafifçe gülümsedi: Kimi seçmesi gerektiğini artık çok iyi biliyordu…
*********************************
“Kraliçe hazretleri bu akşam gün batımında sizi pınarın yanında bekliyor… Mutlaka gelmelisiniz!”
Kraliçenin odalıklarından biri bana bu mesajı getirip geldiği gibi hiç görünmeden kaybolduğunda henüz öğlen olmamıştı. Koşturarak uzaklaşan genç kızın arkasından şaşkınca bakakaldım. Bir şey dememe bile fırsat bırakmamıştı. Ayrıca tavrı pek tuhaftı; birilerinden ya da bir şeylerden korkar gibiydi. Onun bu davranışı içime kurt düşürmüş, başka zaman olsa bu haberi mutluluktan uçarak karşılayacakken, nedense şimdi içime bir sıkıntı gelmiş oturmuştu…
Kraliçeyi en son görüşümün üzerinden tam iki ay geçmişti… Bu süre içerisinde saraya pek az uğramış, sevgili kralım ve dostum Hyojong’un nazik davetlerini bile bozuk olan sağlığımı bahane ederek pek çok kez geri çevirmiştim.
Kraliçe ile son görüşmemizde yaptığım delice hareketten sonra, ne onu, ne de kraliçeyi görmeye gücüm yoktu…
Şimdi ise kraliçenin beni gizlice görmek istemesi hiç beklenmeyen bir şeydi. Heyecandan kalbim ürkek bir kuş gibi yerinde çırpınmaya başladı. Acaba bir önceki görüşmemizde yaptığım küstahlığı bağışlamış, mektuplarımı okuyunca bana karşı yumuşamış mıydı? Benimle buluşma isteğinden bunu mu anlamlıydım? Öte yandan içimdeki şüphe – kötü bir şeyler olduğu şüphesi- bir türlü silinmiyordu. Akşama dek evin içinde kâh hülyalara dalarak, kâh uğursuz şeyler düşünüp huzursuzlanarak gezindim durdum.
Güneşin kızıl ışıkları verandaya düştüğünde ağır ağır giyinip evden çıktım. Son bir kez daha, aşkımızın başladığı yere, Hunchai Ormanı’na gidiyordum.
Oradaydı… Her zamanki yerimizdeydi… Onu görünce bir defa daha kalbim delirmiş gibi çarpmaya başladı.
Ağır adımlarla ona yaklaştım. Ayaklarımın altında çıtırdayan kuru dalların sesini duyunca döndü ve bana baktı. Hafifçe gülümsedi. Ancak güzel gözleri hüzün doluydu.
“Hoşgeldiniz Jong Hwa-şi,” dedi. “Davetimi kırmayıp geldiğiniz için teşekkür ederim.”
Saygıyla diz çöktüm: “Majestelerinin isteği, benim için bir emirdir…”
Bana doğru yürümeye başladı. Tam yanıma gelince durdu.
Şaşkınca bakışlarımı ona kaldırdım. Bana doğru elini uzatmış olduğunu, ancak dokunmaya cesaret edemediğini gördüm. Eli, omzumun biraz üzerinde titreyerek havada dururken He Ran hüzünlü bakışlarla gülümsemeye devam ediyordu. Birden, yüzündeki gülümsemeye rağmen gözlerinin yaşarmış olduğunu fark ettim ve hayretle ayağa kalktım. O da aynı anda hızla elini geri çekti ve arkasını döndü. Gözyaşlarını görmemi istemiyor olmalıydı.
“Ben… Mektuplarınızı size geri getirdim,” dedi.
Kulaklarım uğuldamaya başladı. Hayalkırıklığı içinde yutkundum. Fısıltı gibi çıkan bir sesle:
“Neden…” diye sordum. “Yoksa… size karşı saygısızlık yaptığımı mı düşünüyorsunuz?”
“Hayır,” dedi kraliçe ağır ağır. “Hayır o yüzden değil… Mektupları geri veriyorum, çünkü… çünkü bu mektupların bende bulunması sizin için de, benim için de çok tehlikeli!”
Hayret içerisinde kaşlarımı kaldırdım. He Ran yavaşça bana doğru döndü. Gözleri yaşarmış, dudakları titriyordu. Acı çeker bir sesle:
“Sarayda hakkımızda dedikodular dolaşıyor,” dedi zorlukla. “Daha önceki görüşmemizi görenler olmuş! Sarayda sizi çekemeyen birileri hakkımızda yalan yanlış şeyler uydurmaya başlamışlar! Canınız tehlikede olabilir Jong Hwa-şi!…”
Hafifçe gülümsedim. Canım tehlikede olmuş, ne önemi vardı? Dilerse kral dedikodulara inanıp canımı alsın, ne önemi vardı?
Ancak He Ran:
“Ben… şerefime böyle bir leke düşmesine katlanamam…” dediği anda birdenbire kendime geldim. Kraliçenin sesi o kadar keder doluydu ki, az önceki umursamazlığımdan dolayı büyük bir utanç duydum: Evet, benim canımı almalarının bir önemi yoktu. Ama sevgili kraliçemin, tertemiz He Ran’ın onuruna dil uzatılırsa… işte buna katlanamazdım.
Başımı eğdim ve kraliçenin huzurunda bir kez daha eğildim:
“Siz hiç merak buyurmayın majesteleri,” dedim. “Yarın ilk iş, kral hazretlerinden bir görüşme talep edeceğim… Sağlığımı bahane ederek kendilerinden beni taşraya, Jeju ya da Busan’a göndermesi için izin isteyeceğim… Ve yaşamımı orada devam ettireceğim…” Bir an durakladım, sonra fısıltıyla ekledim: “Sizi bir daha asla görmeyeceğim sevgili kraliçem…”
He Ran bana baktı. Ben ona baktım. Bakışlarımız çarpıştığı anda ormandan tüm gök yüzüne aynı anda binlerce kırlangıç kanatlandı… İçimizde yankılanan çığlıklar, kuşların kanat sesine karıştı.
“Evet… En doğrusu bu olur…” dedi He Ran vakur bir sesle. Aynı anda, gözünden bir damla yaş süzüldü.
“Evet… Öyle olacak…” dedim ben de zorlukla. Benim de gözlerim doldu. Savaş meydanlarındaki acımasız sahnelerde gözümü bile kırpmayan ben, eski kraliyet muhafızı ve ordu komutanı Cha Jong Hwa, şimdi bir kadının karşısında ağlamamak için dudaklarımı ısırıyordum.
He Ran elini hanbokunun kıvrımlarının arasına soktu, özenle bağlanmış bir deste parşömen çıkardı: Hemen tanıdım. Bir önceki görüşmemizde ona verdiğim mektuplardı bunlar…
“Her birini satır satır okudum…“ diye fısıldadı. “Bir kez de değil: Defalarca… Hepsini yüreğime yazdım…”
Acıklı gözlerini gözlerime dikti, burukça gülümsedi:
“Ancak ne kadar istesem de bunları alamam…” Elini boynuna götürdü. Zincirin ucundaki yeşim taşından kolyeyi görünce yüreğim bir kez daha hopladı. He Ran hüzünle gülümsüyordu: “Sizden kalan bu hatırayı ömür boyunca saklayacağım… ama mektuplar, işte onları saklamam bir hata olur… O yüzden yüreğinizden kopan bu güzel nağmeleri yine ait oldukları yere, sizin yüreğinize teslim ediyorum…” Böyle dedi, ve diğer elindeki mektupları yavaşça bana doğru uzattı. Titreyen ellerle onları teslim aldım. He Ran yine yumuşacık, hüzünlü sesiyle:
“Bizim bu hayatta kavuşmamız kaderimizde yokmuş,” dedi ağır ağır… “Ama kim bilir? Belki bir başka hayatta kavuşabiliriz… Ya da belki torunlarımızın torunları birbirine âşık olur, ve bir araya gelirler… Kim bilir?”
Bir defa daha yüzüme baktı. Gülümsüyordu, ama gözyaşları artık ırmak gibi iniyordu gözlerinden. Benim de öyle: Yağmur gibi yağıyordu yaşlar yanaklarıma, yüzüme…
“Sizi asla unutmayacağım,” dedim boğuk bir sesle. “Sizden başka hiçbir kadını bu kadar çok sevmeyeceğim… Artık sizi dünya gözüyle bir daha asla göremeyecek olsam da bu kalp çarptığı sürece yalnızca size ait olacak…”
He Ran usulca gözlerini kapattı. Kapalı göz kapaklarının ardından yaşlar süzülmeye devam ediyordu. Zorlukla:
“Ben de sizi unutmayacağım…” diye fısıldadı. “Ve bütün kalbimle inanıyorum ki, günün birinde başka bir bedende, başka bir yüzde bu aşk devam edecek…” Ve son bir defa gülümsedi: “Haydi şimdi gidin artık…”
Ona acıklı gözlerle baktım. Gitmek istemiyordum. Ondan ayrılmak istemiyordum. He Ran da öyle. Acıyla kırışmış alnında, hüzünle çarpılmış güzel yüzünde burada sonsuza dek kalma isteğini bütün açıklığı ile okuyabiliyordum. Ama burada kaldıkça hem ona hem de kendime ızdırap çektireceğim, üstelik ikimizi birden tehlikeye atmış olacağım düştü aklıma. Ona son bir defa daha baktım. Ve son görüntüsünü zihnime kazırcasına gözlerimi sımsıkı kapattım, arkamı dönüp koşmaya başladım: Hâlâ güçsüz olan bedenimin, zayıf bünyemin müsaade ettiğince hızlı, bütün gücümle koştum, koştum, koştum…
En sonunda nefesim tıkanarak durduğum zaman gözyaşlarından üzerimdeki giysinin yakası sırılsıklamdı. Durdum, derin derin nefes aldım ve… katıla katıla ağlamaya başladım.
Bitmişti… Güzel kraliçem, ahu gözlü He Ran’ım, artık uzaktan da olsa hayatımda olmayacaktı… Hayat uzundu, ama onu bir daha asla göremeyeceğimi yüreğimde büyük bir sızıyla şimdiden biliyordum. Bizim hikâyemiz bu kadardı. Bu büyük aşk, asla kimselere anlatılamadan burada bitecek, sanki hiç var olmamış gibi tarihin sonsuz karanlıklarına gömülecekti…
Birden hemen arkamda bir at kişnemesi duyuldu ve ben bir adamın yere atladığını işitir işitmez bir el omzuma dokundu. Gözyaşları arasında dönüp baktım.
Ha Rim’di: Vefalı dostum acıklı gözlerle bana bakıyordu.
“Her şeyi gördüm,” dedi soluk soluğa. “Seni teselli etmek isterdim, ama şimdi buna vakit yok: Çünkü kraliçenin peşine düşmüş casuslar da her şeyi gördüler!”
Şaşkınlık içerisinde ona baktım: Ha Rim neden bahsediyordu?
“Başbakan Eun Yoon Jae, majesteleri kraliçenin açığını kollayıp duruyor: Onu tahtından edip yerine kraliçe olarak kendi kızını geçirmek istediğini, doğacak veliaht prenslerin dedesi olarak tahtta daha çok hak sahibi olmak istediğini söylüyorlar… Kraliçenin seninle görülmüş olması bu haine büyük bir koz verdi Jong Hwa: Eğer şimdi de ikinizin buluştuğunu kanıtlarlarsa bu kraliçe hazretlerinin sonu olur!”
Şok içinde arkadaşıma bakakalmıştım. Sonra birden üzerimdeki mektupları hatırladım ve soluğum kesildi: Bunlarla yakalanırsam He Ran’ın başı büyük derde girecekti!
Titreyen ellerle mektup destesini çıkardım, arkadaşımın ellerine tutuşturdum:
“Bunları ona yazmıştım,” diye açıkladım. “Bunları al ve çabuk buradan uzaklaş!”
Ha Rim bir an “seni onların ellerine bırakamam,” diyerek itiraz edecek oldu. Ancak aynı anda yaklaşan atların ayak sesleri duyuldu. Heyecandan tıkanarak:
“İkimizin birden onlardan kaçabilmesine imkân yok! Çabuk bunları al ve burdan toz ol! Ve beni bir daha görmeye bile gelme!” diye bağırdım.
Ha Rim bu sefer itiraz edemedi. Yalnızca bana son bir kez acıklı gözlerle baktı, ve birden kendine çekti. Kulağıma:
“Emanetine gözüm gibi bakacağım,” diye fısıldadı. “He Ran-şi ile büyük aşkınızın en yakın tanığı benim: Bu tertemiz aşkınızın önünde saygı ile eğiliyorum ve sana burada söz veriyorum: Bu büyük aşkın böylece yok olmasına izin vermeyeceğim dostum! Ne olursa olsun bir gün bütün dünyanın birbirinizi ne çok sevdiğinizi bilmesi için elimden geleni yapacağım! O güne kadar kendine iyi bak dostum…”
Ve bana sıkıca sarıldı. Ben de ona sarıldım. Umutsuz aşkıma şahit olan tek insanın, Ha Rim’in bu sadakati beni aşırı derecede duygulandırmıştı. Ha Rim son bir defa sırtımı yumrukladı, ve tek bir hamlede atına atladı. O dörtnala uzaklaşırken, ormanın öteki ucunda dört atlının silüeti göründü. Dişlerimi sıktım: Bunlar başbakanın adamları olmalıydı.
Gerçekten de atlılar hızla bana doğru yaklaşıp tam önümde durdular. Liderleri olduğu anlaşılan adam atının üzerinden düşmanca bağırdı:
“Eski komutanlardan Cha Jong Hwa! Az önce kraliçe hazretleri ile gizli bir görüşme yaptığına kendi gözlerimizle şahit olduk! Başbakanın emri ile seni tutukluyoruz!”
Belli belirsiz gülümsedim. Mektuplar olmadığı sürece hiçbir şey ispatlayamazlardı. Ayrıca ispatlanacak bir şey yoktu: Ben de kraliçe de aşkımızı tertemiz yaşamış, ve her şeyi kalbimize gömmüştük: Ülkemizin şerefi, yüreğimizin dilediğinden önce gelirdi.
Korkusuz gözlerimi adamın gözlerinin içine diktim ve:
“Tutuklayın!” diye bağırdım. “Suçsuz olduğuma Tanrı şahidimdir! O yüzden durmayın, hadi tutuklayın beni!”
Lider bir an bocaladı. Benden böyle bir tepki beklemiyordu. Sonra yanındaki adamlardan birine bir baş hareketi yaptı, adam hemen atından inip terkisine bağladığı bir urganla ellerimi bağlamaya koyuldu. Bense o sırada acı acı gülümsüyordum. Neler olacağını şimdiden anlatacak kadar iyi biliyordum çünkü: Bu dört adam, kraliçe ile görüştüğümü, hatta bir paket değiş tokuş ettiğimi söyleyeceklerdi. Ancak bu paket üzerimde bulunamayacaktı. Paketi gizlediğim düşünülecek, bu buluşmanın gerçekleştiği yer ve beni yakaladıkları bu nokta arasında kalan her yer didik didik aranacaktı. Ancak böyle bir şey bulunamadığı için Kral Hyojong suçsuzluğuma hükmedecek, bu dedikoduyu çıkaran herkese, en başta başbakan olmak üzere ağzının payını verecekti. Fakat her şeye rağmen başbakan çok nüfuzlu soylulardan biri olduğu için onu görevinden azletmek mümkün değildi. Bense, arkadaşım Hyojong’un yaşadığı çelişkileri çözebilmek için ona bir teklifle gidecektim: Busan’a gidip bundan sonraki yaşamımı orada sürdürmek istediğimden bahsedecektim ona. Hyojong, benim dostluğumu kaybedeceğine üzülecek olsa da, bu teklif onu rahatlatacaktı: Bütün dedikoduların önü böylece kesilmiş olacaktı ne de olsa…
Adamlar beni bir tutsak gibi atın arkasına bindirirken acı acı gülümsemeye devam ediyordum: Ne yaparlarsa yapsınlar… Dilerlerse elimden tüm servetimi, her şeyimi alsınlar… Yüreğimdeki duyguları ve hafızamdaki güzel anıları yok edemeyeceklerine göre hiçbir şey kaybetmiş sayılmazdım…
Dörtnala ilerleyen atın üzerinde, son bir defa başımı çevirip arkama baktım: Sevgili aşkıma, biricik He Ran’ıma bir defa daha sonsuza dek veda ediyordum… Güzel sesi bir defa daha çınladı kulaklarımda…
“Ama kim bilir? Belki bir başka hayatta kavuşabiliriz… Ya da belki torunlarımızın torunları tanışır, âşık olur, ve bir araya gelirler… Kim bilir?”
Ve sevgili Ha Rim: Onunla da bir daha bu hayatta görüşemeyeceğimizi bilir gibiydim. Bana verdiği sözü tutabilecek, bir gün He Ran’la hikâyemizi herkese anlatabilecek miydi acaba? Şüphesiz bunu deneyecek, büyük ihtimalle şamanlara gidip muskalar yazdıracaktı: Günün birinde sırrımızı dilden dile anlatacak birilerinin dünyaya gelmesi için dualar etsinler diye… Bunu başarabilecek miydi peki? Bilmeme imkân yoktu…
Ama isterse başaramasın, bu aşk hikâyesinin sonsuza dek tek tanığı olarak kalsın: Onun dostluğunu asla unutmayacaktım…
Ha Rim’e de belli belirsiz bir selam gönderdim ve gözlerimi kapadım… Elveda dostum… Elveda aşkım… Geçmiş hayatım… Elveda…
Min Woo uyandığı zaman gözlerinin kenarından şakaklarına inmiş birer damla gözyaşının belli belirsiz izi kalmıştı yüzünde… Genç adam kalbinde hafif bir buruklukla gülümsedi. Nedense içinden bir ses, bunun sevgili Cha Jong Hwa’yı son görüşü olduğunu fısıldıyordu kendisine… Jong Hwa ve He Ran’ın acıklı aşkı, vuslata ermeden böyle sona eriyordu demek…
Sonra birden rüyanın ayrıntılarını anımsadı ve kaşları çatıldı: He Ran, mektupları Jong Hwa’ya geri vermişti! Ardından, Ha Rim almıştı onları. Peki ama, o halde bunlar Ji Ah’nın eline nasıl geçmişti?!
Genç adamın daha fazla düşünmesine fırsat kalmadan kapı zili ısrarla çalmaya başladı. Min Woo saatine baktı ve şaşkınca gözlerini kırpıştırdı: Sabahın hâlâ erken sayılabilecek bir saatiydi, bu gelen kim olabilirdi ki?
Kaşlarını çatıp doğruldu, ağır ve emin adımlarla kapıya doğru ilerledi. Kapıyı açtığında karşısında duran insanı görmeyi hiç beklemiyordu!
“Sen!…”
“Evet ben…” dedi kapıdaki. “Seni son bir kez görüp söyleyeceklerimi söylemeye geldim. Bundan sonra asla karşına çıkmayacağım. Kapının önünden bile geçmeyeceğim. Zaten en kısa zamanda Inju’ya gidiyorum, beni Seul’e bağlayan bir şey kalmadı… Ama gitmeden önce bana bir söz vermeni istiyorum:” Genç adam bir an durdu, ve hüzünle Min Woo’nun gözlerinin içine baktı: “Onu çok… ama çok mutlu edeceksin, tamam mı?”
Min Woo’nun yüzündeki şaşkınlık ifadesi yerini anlayışlı bir bakışa bırakmıştı. Hafifçe gülümsedi ve başını salladı:
“Söz veriyorum.”
Kang Hyuk duyması gereken buymuş gibi kısa bir baş selamı verdi ve gerisin geri dönüp yürümeye başladı. Min Woo eski kâhyasının düşük omuzlarına hafif bir acımayla baktı. Onun Ji Ah’yı ne çok sevmiş olduğuna şüphe yoktu.
Sonra birden, onun arkasından bağırırken buldu kendini:
“Bu arada her şey için teşekkür ederim! Senin yaptığın masaj, Ji Han’ınkinden kat kat iyiydi!”
Kang Hyuk biraz yavaşladı ve hafifçe gülümsedi.
Tüm çocukluklarına ve şımarıklığına rağmen Min Woo iyi biriydi. Ji Ah’nın onunla mutlu olacağına hiç şüphe yoktu…
Kang Hyuk arkasını bile dönmeden yürümeye devam ederken kendisi gibi onu izleyen Min Woo’nun da yüzünde hafif bir gülümseme vardı…
*********************************
Ji Ah elinde saç fırçası, dakikalardır aynanın önünde dalgın dalgın dikiliyordu… Hazırlanması ve çıkması lâzımdı oysa. Min Woo kendisini bekliyordu. Bir televizyon kanalının yeni yıl için verdiği davete katılacaklardı…
“Ji Aaaah! Ben çıkıyorum, Soo Hyun-şi beni yemeğe davet etti. Yeni projelerden bahsedecekmiş…” Sun Ah kafasını odadan içeri uzatıp neşeyle sırıttı: “Ablan sonunda ünlü oluyor kızım! Sonunda biri bendeki ışığı keşfetti işte, nıhahah!”
“Gerçekten inanılmazsın Unni…” dedi Ji Ah başını iki yana sallayarak. “Ayrıca Soo Hyun-şi’nin senin sadece menajerin değil, nişanlın da olmasına hâlâ inanamıyorum…” Ji Ah gözlerini kısıp şüpheyle süzdü ablasını: “Bana bak, doğruyu söyle: Adama büyü falan mı yaptırdın, naaptın?”
“Hıh, o benim doğal karizmama âşık oldu bir kere!” dedi Sun Ah havalı bir biçimde. Sonra sol elini uzattı, yüzük parmağındaki elmasa bakıp sevinçle vıyakladı: “Ama aaahh, çok güzeeeell di miiiiğğğ… Ottukeee??” Ji Ah onun görmemişliği karşısında suratını buruşturup cıkcıklarken Sun Ah birden yüz seksen derecelik bir duygu değişimiyle şüpheyle kendisine dönmüştü: “Yaa… Baksana, acaba nişanlanmakta çok acele mi ettim? Acaba önce Ji Sub-şi’yi tavlama konusunda biraz daha mı uğraşsaydım?”
“Saçmalama abla,” dedi Ji Ah gözlerini devirerek. Aslına bakılırsa Soo Hyun’un da ablasına fazla olduğunu düşünüyordu ama bunu dillendirip dayak yemeye niyetli değildi!
“Hadi sen de hazırlan da fazla geç kalma, Min Woo-şi’yi bekletme,” diye kıkırdadı Sun Ah. Sonra birden “Ah!” diye elini başına vurdu, bir şey anımsamıştı: Koşa koşa gitti, odasından ufak bir kutu alıp geldi. Kız kardeşinin odasına girip ona uzattı:
“Al bakalım: Yeni yıl hediyesi… Yeni yılın kutlu olsun, 2012 ikimize de mutluluk getirsin!”
“Ah, ne gerek vardı? Çok teşekkür ederim!” dedi Ji Ah heyecan ve mahcubiyetle. Sonra utanarak bakışlarını kaçırdı: “Ama ben sana bir şey almadım…”
“Borcun olsun canım, bir ara bir şeyler ayarlarsın. Gong Yoo’yla bir reklam filmi çevirmeye hayır demem mesela!” Sun Ah kıkırdarken Ji Ah: “Evet abla, hakikaten çam sakızı çoban armağanı bir hediye istedin, bravo yani…” diye mırıldanıyordu. Sun Ah: “Hadi baaaay, seneye görüşürüz!” diyerek odadan çıktığında Ji Ah kusmak üzereydi: “Yıl olmuş 2012, senin hâlâ inatla bu espriyi yaptığına inanamıyorum yani…”
Sun Ah kapıdan çıkarken Ji Ah ablasının hallerine gülerek başını salladı, sonra merakla hediyesini açmaya koyuldu: Paketten yeşil taşları olan, altın kaplama, güzel bir bileklik çıkmıştı. Ji Ah beğenerek bilekliği inceledi: Aralarda Çin karakterleri ile “sağlık” “mutluluk” “uzun hayat” gibi şeyler yazdığını fark etmekte gecikmedi. Taşlar ise iri ve dikdörtgen şeklindeydiler, yeşime benziyorlardı…
…Yeşim!
Ji Ah birden nefesini tuttu: Aklına, yeşim taşından bir başka mücevherin görüntüsü gelmişti.
Ve genç kız, önce şaşkın, sonra giderek dozu yükselen kahkahalarla gülmeye başladı: Az önceki sıkıntısı silinip gitmiş, içi kuş gibi hafiflemişti.
Ji Ah birdenbire her şeyi tüm açıklığı ile anlamıştı…
*********************************
Hyo Rim karşısındaki yüzü görmeyi hiç mi hiç beklemiyordu. O yüzden kapıyı açar açmaz çığlık gibi bir isim fırladı dudaklarından:
“Min Woo!”
“N’aber?” dedi Min Woo onun şaşırmasına fazla aldırmadan, hatta neredeyse somurtuk bir yüzle içeri geçerken. Sağına soluna bakındı: “Eee, sürpriz yılbaşı partisi yok mu?”
“N-ne?” Hyo Rim şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı: “Ne sürpriz partisi?”
Bu kez şaşırma sırası Min Woo’daydı: “Parti yok mu? Eee, o zaman ne demeye geldik buraya?” Genç adam kaşlarını çattı, cebinden telefonunu çıkardı. Sonra fikrini değiştirmiş gibi birden geri koydu, Hyo Rim’e baktı:
“Az önce Ji Ah’yla konuştum,” dedi, “Aslında SBS’nin yılbaşı resepsiyonuna katılmayı planlıyorduk ama bana bütün planların değiştiğini, burada buluşmamızı söyledi. Sesi çok heyecanlı geliyordu; ben de büyük bir parti falan hazırladığınızı zannettim…”
Hyo Rim boş gözlerle çocuğa baktı: “Kim?? Ji Ah ve ben?? Parti yapacağız?” Hyo Rim tüm hüznüne rağmen kıkırdamadan edemedi: İnan bana Min Woo, şu anda senin sevgilinle birlikte bir yılbaşı partisi hazırlamak yapmak istediğim en son şey, diye geçirdi içinden.
Min Woo’ysa iyice şaşırmış haldeydi, şüpheyle kızı süzüyordu. Tam ağzını açmış, bir şey demek üzereyken içeri odadan çıkıp havlayarak koşturan iki minik köpek geldi, Hyo Rim’le ikisinin arasından geçip kızın kucağına atladılar.
“Oğluşlarım! Rahat durun bakiym! Misafirimiz var, böyle gürültü etmek size yakışıyor mu, hıı? Çok ayıp ama, Jun Ki, Ji Sub!…”
Köpekler onun azarlamalarına aldırmadan kızın yanaklarını yalamaya başlarken Min Woo hafifçe sırıttı: “Sen ne dedin onlara? Jun Ki ve Ji Sub mı? Köpeklerine birlikte çalıştığın aktörlerin isimlerini mi-”
Genç yıldız birden durdu. Sözleri yarıda kaldı.
Başından aşağı kaynar sular dökülmüştü…
Jun Ki… Ji Sub…
Min Woo olduğu yerde hafifçe sendeledi. Düşmemek için yanındaki duvara yaslandı. Utancından kanatırcasına dudaklarını ısırmıştı, bu… bu… Hyo Rim’e suçluluk dolu bir bakış attı: Kızcağızı bunca yıldır boşuna suçlamıştı! Anlamadan, dinlemeden… Oysa Jun Ki ve Ji Sub…
Arrgghhh, nasıl bu kadar salak olabiliyordu?! Min Woo şu anda kafasını duvarlara vurmak istiyordu!
Hyo Rim’se her şeyden habersiz: “Evet, Jun Ki ve Ji Sub’ı aldığım sıralarda Jun Ki oppayla çektiğimiz dizi henüz bitmişti. Ondan önce de Ji Sub oppayla ne kadar yakın olduğumuzu biliyorsun. Ben de oğluşlarıma iki oppamın adını verdim…” diye gülümseyerek anlatıyordu. Tam o sırada kapının zili çaldı ve Min Woo’yu utancından dumanlar çıkararak olduğu yerde magma tabakasına doğru inmekten kurtardı. Kapıda, gülümseyen yüzüyle Ji Ah duruyordu.
“Ah, selam…” dedi Hyo Rim. Min Woo’nun söylediklerinden sonra genç kızın gelmesini bekliyordu; ama bu ikisinin burda ne aradığı hakkında hiçbir fikri yoktu. Yine de tüm kibarlığıyla gülümsedi: “İçeri geçsene…”
Ji Ah gülümseyerek içeri girdi. Sonra ikisine birden baktı, ev sahibi kendisiymişçesine:
“Neden burda buluşmamızı istediğimi merak ediyorsunuzdur,” diye söze başladı. “Ama önce içeri, salona geçelim isterseniz…”
Min Woo ve Hyo Rim şaşkınca başlarını salladılar. Üçü birden antika eşyalarla dolu olan geniş salona geçip oturduklarında Ji Ah Hyo Rim’e bakarak konuşmaya başladı:
“Birazdan anlatacaklarım üçümüzü, yoo, aslında siz ikinizi ilgilendiren bir sır: Min Woo’nun rüyalarıyla ilgili!”
Genç kız sözün burasında çabucak Min Woo’ya döndü, özür dilercesine gülümsedi: “Bu rüyaları pek fazla kimseyle paylaşmak istemediğini biliyorum. Ama inan bana, Hyo Rim’in bilmesi çok önemli. Çünkü… prenses He Ran’ın torunu ben değilim Min Woo…” Genç adamın gözlerinin içine baktı, ve bilgece gülümsedi: “O kişi… Hyo Rim!”
Min Woo birden delirmiş gibi yerinden fırladı: “NE?!”
Hyo Rim’se şaşkınlık içerisinde bir ona, bir diğerine bakıyordu: “Siz neden bahsediyorsunuz Allahaşkına?!”
Ji Ah Hyo Rim’e döndü, ve birkaç cümlede Min Woo’nun rüyalarını özetledi. Sözlerini bitirirken:
“Gerçekten de Jong Hwa’nın Min Woo’nun dedesi olduğunu biliyoruz,” dedi. “Ama bilmediğimiz şey, He Ran’ın torununun kim olduğuydu. Min Woo, el yazmalarının bende olduğunu öğrenince bu kişinin ben olduğumu zannetti. Tanrı biliyor ya, ben bile bir an için prenses soyundan geldiğime inanır gibi oldum…” Ji Ah hafifçe güldü. Sonra birden ciddileşti. Hyo Rim’e döndü: “Hyo Rim-şi, şu ilerideki vitrinde, üst rafta duran yeşim taşı mücevheri getirir misiniz acaba?”
Hyo Rim soluk almaya bile çekinircesine başını salladı, sonra da gidip mücevheri getirdi, Ji Ah’ya uzattı. Ji Ah elindeki kolye ile geldi, Min Woo’nun tam karşısında durdu:
“Jong Hwa’nın He Ran’a verdiği kolye buydu, değil mi?” diye sordu.
Min Woo gözlerini orkide biçimli taştan ayıramıyordu. Gözleri irileşmiş halde, şaşkınca başını sallayabildi.
Ji Ah derin bir nefes aldı. Yüzüne büyük bir rahatlama ifadesi gelmişti. Tatlılık ile:
“Hyo Rim-şi geçen gün beni evine davet ettiği zaman bu kolyeyi görmüştüm,” dedi. “Ama o zaman anlamamıştım… Fakat sonra, Hyo Rim’in kral Hyojong’un, yani kraliçe He Ran’ın soyundan geldiğini anımsadım. Ve birden, bu kolyenin senin rüyalarında gördüğün kolye olduğunu anladım Min Woo: He Ran’ın torunu, aslında Hyo Rim’di!”
Genç kız, bu olanlara inanamayarak bakakalan Hyo Rim’e döndü, şefkatle gülümsedi: “Tabii Min Woo’nun dedesinden kalan mektupların neden sende değil bende olduğunu hâlâ açıklayamıyorum ama-”
“Sanırım ben bunu açıklayabilirim,” diye onun sözünü kesti Min Woo. Genç adam hâlâ boş boş ileri bakıyordu. İki kız kendisine dönünce, yüzündeki şok ifadesinden kurtulmaya çabaladı ve son rüyasını ikisine birden anlattı. O sözlerini bitirince Hyo Rim derin bir nefes koyverdi. Ji Ah ise neşeyle:
“İşte bu her şeyi açıklıyor!” dedi ve kıkırdadı: “Oh, sonunda kendi dedemle müşerref olabildiğime çok sevindim: Benim prenses soyundan geliyor olmam hiçbir zaman mantıklı gelmemişti zaten!”
Min Woo ise hâlâ şaşkındı:
“Ama… ama ben neden rüyalarımda seni gördüm? Neden Hyo Rim’i görmedim?”
Ji Ah hafifçe omuz silkti:
“Belki de Ha Rim’in He Ran ve Jong Hwa arasındaki aşkı dünyaya anlatabilmesinin yolu buydu: Bir gün, onun torunları ile Jong Hwa ve He Ran’ın torunlarının yolu kesişince bu sırrın ortaya çıkmasını sağlayacak bir büyü yaptırdı… Senin o rüyaları görmeye başlaman bunun habercisiydi; mektupları sana getirecek olan insanı gördün rüyanda…”
“Ya da belki He Ran gerçekten de Ji Ah’ya benziyordu,” diye güldü Hyo Rim. Min Woo bir an ürperdi: “Bir başka bedende… bir başka yüzde…”
“Sanırım bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz…” dedi Ji Ah da hafifçe gülümseyerek. Sonra, bakışlarını dalgınlaşan Min Woo’ya çevirdi. Min Woo da başını kaldırdı. İki genç göz göze geldiler.
Lasse Lindh – I could give you love
Ji Ah bir an tereddüt etti. Sonra yüzüne kararlı bir ifade yerleşti. Gülümseyerek Min Woo’ya yaklaştı, onun tam karşısında durdu. Elini uzattı, genç adamın yanağına dokundu. Ama bu defa bir sevgili gibi değil, bir arkadaş şefkatiyle.
“Sanırım bunun ne demek olduğunu ikimiz de biliyoruz, değil mi…” diye mırıldandı.
Min Woo hafifçe titredi. İçinden, ona karşı çıkmak geldi: Bu güzel yüzlü kıza karşı hissettikleri, sadece rüyalardaki kaderden ibaret değildi ki!…
Ama kendi sözleri geldi aklına: “Anlamıyor musun Ji Ah, biz onların yarıda kalan aşkının devamıyız! Bizim birbirimize âşık olmamızın bir sebebi var! Kaderimiz onların yarım kalan aşkını kendimizde yaşatmak!” Bu söylediklerine nasıl da yürekten inanıyordu, Tanrım!
Oysa şimdi…
Ji Ah’ysa ona hüzünle gülümsemeye devam ediyordu.
“Birkaç gündür bunu sana nasıl anlatacağımı düşünüyordum,” diye başladı sözüne. “Birbirimizin kaderi olmadığımızı anlamıştım, ama bunu sana nasıl açıklayacağımı bilemiyordum… Yine de seni çok sevdim Min Woo: Seni tüm kaprislerinle, şımarıklıklarınla, ama o tertemiz, çocuk kalbinle çok, çok sevdim! Ve sevmeye de devam edeceğim, sadece bir başka şekilde. Eğer istersen, yanında olmaya da devam edeceğim: Şoförün, asistanın, dostun olarak… ” Bakışları, onları nefes bile almaya çekinerek izleyen Hyo Rim’e takıldı. Anlayışla gülümsedi. Tekrar Min Woo’ya baktı: “Ama ben başka bir dünyaya aidim Min Woo. Ben senin değil, başka birinin rüyalarındaki prensesim: Beni çocukluktan beri seven, ne hata yaparsam yapayım her zaman yanımda olan, bir zamanlar bir söz verdiğim birinin…”
Min Woo hafif bir buruklukla baktı kıza. “Kang Hyuk…”
Ji Ah hafif bir tebessümle başını salladı. Sonra birden, Min Woo’yu kendine çekti, sıkıca sarıldı ona. “Hoşçakal…” diye fısıldadı. Min Woo ise bir an ellerini kaldırdı, ona sarılacak gibi oldu, ama hemen sonra indirdi yeniden. Yalnızca, gözlerini yumup onun kokusunu içine çekmekle yetindi.
İçi binlerce duyguyla kaynıyordu: Hüzün, özlem… Ama tuhaf şey, isyan yoktu yüreğinde. Sanki olması gereken olmuştu. Ve yine tuhaf bir biçimde, nedense artık kendini yalnız hissetmiyordu Min Woo: Ji Ah artık sevgilisi değildi, ama sonsuza dek dostu olarak kalacaktı, biliyordu.
Ji Ah’ysa kollarını onun boynundan ayırdığında gözleri yaşlardan sırılsıklamdı. Yine de içi rahattı genç kızın: Min Woo emin ellerdeydi. Onu gerçek kaderine bırakıyordu. Ve kendisinin de… anlık tutkulardan arınıp yüreğindeki asıl sevgiye gitme zamanı gelmişti.
Genç kız, Hyo Rim’e ve Min Woo’ya baktı, yaşlar arasında gülümsedi: “O halde… Şimdilik hoşçakalın!”
Hyo Rim duygulanarak koştu, Ji Ah’ya sarıldı. Onun kulağına fısıldadı: “Teşekkür ederim! Çok teşekkür ederim… unni!”
Ji Ah da genç kızı kucakladı, sonra son bir kez gülümseyip arkasını döndü, evin kapısından çıktı…
Hyo Rim ve Min Woo baş başa kalmışlardı. Hyo Rim çekinerek Min Woo’ya bir bakış attı.
Min Woo’ysa hâlâ Ji Ah’nın kaybolduğu noktaya gözlerini dikmiş, öylece bakıyordu. Yüzünden duygularını okumak imkânsızdı, ama genç adam kalbinin binbir duyguyla taşmak üzere olduğunu hissediyordu. Gözlerinin önünden, Ji Ah’yla yaşadıkları acı-tatlı olaylar geçti: Tanıştıkları gün olanlar ve onu erkek zannederken zavallıcığa yaptıkları aklına gelince istemsizce gülümsedi.
“Güle güle Ji Han…” diye mırıldandı belli belirsiz.
O sırada, Hyo Rim’in nefes bile almaya çekinerek kendisini izlediğini fark etti ve ona doğru döndü. Hyo Rim, yakalanmış olmanın utancı ile:
“B-ben… Ehem…” diye kekeledi. Sonra lafı değiştirmek için hafifçe güldü: “Rüyalarında gördüğün aşk hikâyesi inanılmaz bir hikâyeymiş! Çok etkilendim… Üstelik gerçek olduğunu düşünmek… vay canına, tam anlamıyla nefes kesici!”
Min Woo: “Evet, kesinlikle öyle…” dedi dalgınca. Sonra yepyeni bir ilgiyle kıza baktı: İlk aşkı, tatlı Hyo Rim… Ona yaptığı haksızlığı düşününce bir kez daha içi sızladı. “Embesil olduğunu bir kez daha kanıtladın Min Woo, tebrik ederim,” diye dişlerini gıcırdattı kendi kendine. Kıza döndü:
“Bu hikâye anlatılmadan kalırsa doğrusu çok yazık olacak…” diye söze başladı. “Şimdi ne düşünüyorum biliyor musun: Bir yapımcı bulup bunun filmini yapmalıyım!”
“Ah, sahi mi diyorsun?! Bu harika olur!” diye neşeyle el çırptı Hyo Rim. Min Woo ona sevecenlikle baktı. Ve boğazını temizledi:
“Eee… ehem… Jong Hwa’yı elbette ben canlandırmalıyım, ne de olsa benim büyük büyük dedem… Peki acaba…” Kızın gözlerinin içine baktı: “He Ran rolünü de sen oynamayı düşünür müsün?”
Hyo Rim’in birden gözleri doldu: Gözlerini, karşısındaki yakışıklı adamın gözlerine dikti:
“Çok isterim,” diye fısıldadı.
Min Woo kıza hafifçe gülümsedi. Hyo Rim de ona.
Ve genç kız, günlerden, hatta aylardan beri ilk defa yüreğinde derin bir rahatlama hissetti. Min Woo ile bir gelecekleri olur muydu, gelecek günler onlara ne gösterirdi, bilemiyordu. Ama yine de içine tuhaf bir huzur dolmuştu. Aynı duyguları Min Woo’nun hüzünlü, ama rahatlamış yüzünden de okuyabiliyordu.
Hyo Rim, elindeki yeşim taşı kolyeyi fark ettirmeden hafifçe sıktı…
*********************************
Katy Perry – The one that got away
O sırada Ji Ah canını dişine takmış, Seul sokaklarında koşturuyordu: Sağından solundan geçen insanlar gece vakti delirmiş gibi koşan bu kıza hayretle bakıyorlardı. Ji Ah’ysa ne onları ne de bastığı yeri görecek haldeydi, içi içine sığmıyordu şu anda.
Genç kız devamlı: “Özür dilerim…” diye tekrarlıyordu içinden, “Özür dilerim… Özür dilerim! Sana yaptıklarım için… bunca zamandır çektiklerin için… seni kıskandığım, seni sevdiğim halde bir türlü anlamadığım için… her şey için özür dilerim! Bekle, ne olur bekle beni!”
Gözlerinin önünden sıra sıra görüntüler geçiyordu: Aynı walkman’den şarkı dinleyerek ders çalıştıkları günler… Nehir kenarında koşturmaları… Şakalaşmaları, gülmeleri, birlikte deliler gibi eğlenmeleri… Ve birlikte ağlamaları: Kang Hyuk’un başını kendi göğsüne yasladığı, hiçbir şey demeden saatlerce acısını paylaştığı anlar… Ne çok şey yaşamış, ne çok şey paylaşmışlardı! Ji Ah şimdi, bu kocaman yürekli genç adamdan başka birisinden hoşlanmış olma ihtimaline bile hayret ederek koşuyordu Seul sokaklarında.
O ilk aşkıydı. O, en büyük aşkıydı. O, çocuklarının babası olmasını istediği adamdı.
Ve o, dünyada kendisini en çok seven insandı…
“Gerçekten unuttun mu… Oysa ben bir gün bile unutmadım!”
“Ben tüm hayatım boyunca o günün hayaliyle yaşadım: Nihayet sana kavuşacağım günün…”
“Seni seviyorum, duy işte, sana yıllardır âşığım, SENİ DELİLER GİBİ SEVİYORUM!”
Ve o vahşi öpücük… Ji Ah tüyleri ürpererek elini dudaklarına götürdü.
Ardından, karaoke yaptıkları o gün: “I’m lucky I’m in love with my best friend… Lucky to have been what I’ve been…”
Kang Hyuk’un kendisine ışıl ışıl gözlerle baktığını anımsıyordu Ji Ah. Sahnede birbirlerine gülümserlerken içinde yükselen o sıcacık duyguyu…
Sonra birden, karanlıklar içerisinden fırlayıp Ji Ah’nın kullandığı arabanın altında ezilmek ister gibi önüne çıkan Kang Hyuk’un yüzü geliyordu gözlerinin önüne… Onun ıstırapla, çaresizlikle dolu sesi: “Ben kalbimin kırılmasına alışığım Ji Ah… Sorun o değil. Ama, ah… Ah, bir bilebilsem… Senin üzülmeyeceğini bilsem… Bundan emin olsam… Belki o zaman biraz daha rahat olurdu içim…”
Ji Ah gözyaşlarına hakim olamadı: Bu kadar büyük bir sevgiyi hak etmek için ne yapmıştı Tanrım?!
“O seni sevmekten bir an bile vazgeçmedi,” dedi bu kez Min Seo’nun sesi. Ji Ah bir kez daha hıçkırdı: Mutluluğu ne çok kez teğet geçmişlerdi! Ama artık yeterdi: Artık mutlu olmalarının zamanı gelmişti!
“O zaman şöyle yapalım,” dedi anılarında, genç Kang Hyuk. “Birbirimize otuz yaşına gelene kadar süre verelim: Eğer bu sürede ikimizden biri deliler gibi âşık olacağı birini bulursa o zaman anlaşma bozulur. Ama eğer ikimiz de otuza kadar başkasına âşık olmazsak bu sözü hatırlayacak ve birbirimizle evleneceğiz! Ne dersin?”
17 yaşındaki Ji Ah:
“Tamam, varım!” diye bağırdı neşeyle. “Ama… ama bir sorun var.”
“Neymiş o?” Ji Ah dişlerini göstererek afacanca sırıttı:
“Doğumgünlerimiz aynı değil ki! Hangimiz otuza gelene kadar bekleyeceğiz??”
Kang Hyuk kafasını kaşıdı: “Doğru diyorsun… O zaman şöyle yapalım: İkimiz de 2012 yılında otuza basacağız, değil mi? O zaman tam 31 aralık 2011’de saat geceyarısını vururken eğer hayatımızda birisi yoksa tam bu noktaya gelir, birbirimize bu sözü hatırlatırız. Tamam mı? Anlaştık mı?”
Şimdi Ji Ah: “Anlaştık Kang Hyuk,” diyordu içinden. “Sözümü tutmaya geliyorum… Lütfen, lütfen bekle beni! Lütfen sen de orada ol! Lütfen…”
Ve birden, soluk soluğa durdu.
Onu görmüştü…
Kang Hyuk nehir kenarında bir banka oturmuştu. Elinde bir soju şişesi vardı. Neredeyse boşalmıştı bu şişe. Yüzünde bir an bir gülümseme beliriyor, hemen sonra derin bir hüzünle bükülüyordu dudakları. Ji Ah bir süre yarı hüzün, yarı özlemle onu seyretti. Onun da tıpkı kendisi gibi anılara daldığını hemen anlamıştı.
Kang Hyuk’sa son bir defa gelmişti buraya: Şimdi sevdiği adamla yepyeni bir hayatın eşiğinde olan büyük aşkına veda etmeye gelmişti. Yarın yanına iki parça eşyasını alıp kitapçı dükkanını devretmeye bile uğraşmadan basıp gidecekti buralardan. Otuz yaşına girerken, kendine yeni bir hayat kuracaktı: Sevdiği kadının mutluluğunu uzaktan izleyen, onun mutluluğuyla yetinen, basit bir adamın hayatı…
Bir tek aşk yoktur acıya gark etmesin
Bir tek aşk yoktur kalpte açmasın yara
Bir tek aşk yoktur iz bırakmasın insanda
Bir tek aşk yoktur yaşanan gözyaşı dökmeksizin
Mutlu aşk yoktur ama
Böyledir ikimizin aşkı da…
Birden, kendisini izleyen bir çift gözün varlığını hissetti ve başını çevirdi. Gördüğü manzara karşısında soluğu kesildi:
Ji Ah, bütün güzelliği üzerinde, yüzünde buruk bir gülümseme ile kendisini izliyordu.
Kang Hyuk hayal görüp görmediğini anlamak ister gibi gözlerini kırpıştırdı. O sırada Ji Ah yavaş adımlarla kendisine doğru ilerlemeye başlamıştı. Tatlı bir sesle:
Kang Hyuk şoku üstünden atamamıştı, kekeleyerek:
“S-sen burda ne arı-arıyorsun?” dedi şaşkınca.
Ji Ah ise o sırada gelmiş, tam karşısında durmuştu. Yüzündeki tebessümü bozmaksızın hafifçe omuzlarını kaldırdı, lakayıt bir tavırla:
“Hımmm, biriyle burada buluşmak üzere sözleşmiştim,” dedi aldırmaz havalarda. “Gerçi üzerinden çok vakit geçti, bilmem kendisi hatırlar mı…”
Birden Kang Hyuk’un gözleri doldu: En acayip rüyalarında bile ummaya cesaret edemediği o müthiş hayal, şimdi hiçbir umudu kalmamışken gerçek oluyordu: Genç adam, bu an’ı bozmaktan çekinircesine, gözlerini kızdan ayırmadan ağır ağır yerinden kalktı. Onun tam karşısında durdu. Nefes bile almadan ona baktı.
Ji Ah da büyük bir sevgi ile ona bakıyordu şimdi. Sonra gözlerini kaçırdı, utangaç bir biçimde:
“Ben… senden özür dilerim,” diye söze başladı. “Bunca zamandır sana çektirdiklerim için… Hiç yapmam zannettiğim bir şey yapıp yakışıklı bir yıldızın büyüsüne kapıldığım için…”
Birden, Kang Hyuk’un kendi yüzüne uzanan eli, genç kızın sözlerini yarıda kesti. Kang Hyuk şefkatle onun yüzüne düşen perçemi kulağının arkasına geri atarken Ji Ah ürpererek sustu. Kang Hyuk’sa:
“Önemi yok,” diye fısıldadı. “Bunların hiçbirinin önemi yok… Sen bana geldin ya… Bu bana yeter!”
Ji Ah’nın birden gözleri doldu: Genç kız, yaşlı gözlerle baktı dostuna.
Sonra birden, onun kollarına atıldı!
“Özür dilerim! Seni seviyorum! Seni çok seviyorum! Bunu fark edemediğim için, bunca zamandır yaşananlar için, ben, ben… nasıl… neden…” Ji Ah ne diyeceğini bilemiyor, sözcükler boğazına tıkanıyordu.
“Tamam, tamam,” diye hafifçe güldü Kang Hyuk. Genç kızı sıkıca sardı, o ağlamaya devam ederken başının üstünü öptü. Ji Ah burnunu çekip başını onun boynuna gömdü: Oh, bu tanıdık koku… bu güzel insan… Genç kız yeniden ağlamaya başladı. Hem ona çektirdikleri için duyduğu derin pişmanlık… hem de sonunda ona kavuşmuş olmanın getirdiği büyük mutluluktan…
İki genç uzun bir süre böylece kaldılar. Ji Ah sessiz sessiz ağlamaya devam etti, Kang Hyuk’sa onu saran kollarını bir an bile gevşetmedi.
Sonunda Kang Hyuk:
“O zaman… verdiğimiz söz, hâlâ geçerli mi?” diye fısıldadı kollarındaki kızın kulağına.
Ji Ah yarı ağlar yarı güler vaziyette başını salladı. Kang Hyuk geri çekildi ve sevgi dolu bir gülümsemeyle onun yüzüne baktı. Ji Ah’ysa utanarak yüzünü saklamaya çabaladı:
“Suratım karman çorman oldu, sümüklerim aktı… Off!”
“Sen böyle de güzelsin,” dedi Kang Hyuk sevgiyle. Ama yine de cebinden bir mendil çıkardı ve sırıtarak ekledi: “Gene de sümüklü bir kızı öpmek yerine sümüksüz olanını tercih ederim!”
“Pislik!” dedi Ji Ah şakacı bir öfkeyle, ama mendili kapar gibi aldı çocuğun elinden.
Yüzünü ve burnunu silip yeniden Kang Hyuk’a döndüğünde, onun kendisine hayran gözlerle baktığını fark etti ve hafifçe güldü: “Burnum kıpkırmızı oldu, gözlerim şişti… Şimdi sümüksüz de olsam beni öpmek istediğine emin misin?”
Kang Hyuk ona baktı. Bütün duyguları gözlerindeki pırıltılarda titreşirken baktı ona. Hayatının aşkı, hayatının anlamı, hayatının kadınına bakar gibi baktı.
“Hem de bütün kalbimle…” diye fısıldadı.
Ve genç kızı sevgiyle kendine doğru çekti, gözlerini kapatıp aşkla uzun uzun öptü onun güzel dudaklarını. Ji Ah da aynı biçimde, bütün yüreğiyle öptü onu: Rüyalarındaki prensini, doğacak çocuklarının babası olacak, çok, çok sevdiği bu adamı…
Aynı anda, şehrin dört bir tarafından korna sesleri ve neşe dolu çığlıklar yükseldi, nehrin üzerinde havai fişekler atılmaya başlandı: Yeni yıla girildiğinin işaretiydi bu. İki sevgili, birbirlerinden ayrılıp gülümseyerek bakışlarını havai fişeklere çevirdiler. Elleriyse birbirlerinden bir an bile ayrılmamıştı.
2012, onların yılı olacaktı…
-SON-
Yazarın Notu: Öncelikle son bölümün bu kadar gecikmesi sebebiyle tüm okurlardan çok ama çok özür diliyorum. Ama fark ettiğiniz gibi final bölümü 2 bölüm uzunluğundaydı; bu sayede umarım size kendimi biraz da olsa affettirmişimdir. 😛 Bunca zamandır süren yazma serüvenimde benden yorumlarını esirgemeyen sevgili:
Morzambak
Nomuyeppudaa
Birnamormanındapiknikyapankız
Gülefşan
Tuğba Han
Kübra Çelik
Sahra
Boice
başta olmak üzere tüm okuyuculara teşekkür ederim. Sevgilerimle ^^