17. Bölüm

“Bir gün, üç sonbahar…”

Çin atasözü (“Birini o kadar çok özlemek ki bir günün 3 yıl gibi gelmesi” anlamında…)

Ayça duyduklarına inanamıyordu. San Young: “Benimle evlenmeni istiyorum,” demişti. Genç kız alaycı bir tavırla güldü:

“Aklından zorun mu var senin? Bu ne biçim bir şartmış böyle??”

Sonra arkasını dönüp yürümeye hazırlandı. Ama San Young’un pes etmeye niyeti yoktu, hemen gelip kızın kolunu tuttu:

“Bekle! Daha bitirmedim! Benle evlen… sadece bir süre evli kalalım, sonra hâlâ istiyorsan boşanırız!”

Ayça durakladı. Şaşkınca dönüp genç adama baktı. San Young’sa çabuk çabuk açıklamaya girişmişti:

“Benim de evde sorunlarım var: Babam Jae Hwa’yla nişanımız bozulduğu için aşırı derecede öfkeli! Üstelik şimdi beni bir başka zengin şirket sahibinin kızıyla evlenmeye zorluyor! Onlara senden bahsettim, senle evlenmek istediğimi söyledim; ama senin varlığına bile inanmadılar: Madem gerçekten bir kız arkadaşın var, iki aydır neden getirip tanıştırmadın diye başımın etini yiyorlar ve kahretsin ki haklılar! O yüzden lütfen sen de bana yardım et Ayça…”

Genç kız karşısındaki adamı sözünü kesmeden dinlemişti. Ama sözleri bitince kaşlarını çattı:

“Saçma sapan konuşma San Young… Evlilikten bahsediyoruz; çocuk oyuncağı mı bu iş?! Kusura bakma ama imkânı yok…”

Böyle deyip gerisin geri döndü, yürümeye başladı. San Young arkasından koşturdu:

“Ayça, bekle! Gitme! Bir daha düşün!”

Ayça onu dinlemeyip yürümeye devam ederken genç adam durdu, son kozunu oynadı:

“Peki neden Han Seul’e gitmeyip bana geldin?? Han Seul’le aranız iyi olsaydı böyle yapmazdın! Ondan ayrıldın, öyle değil mi Ayça?”

Ayça bir an durdu, sonra arkasını dönmeden cevapladı: “Bu seni ilgilendirmez!” Genç kız tekrar yürümeye başlamıştı ki, San Young:

“Ama neden bana geldin ha?? Söyle Ayça!” diye feryat etti. “Bunu babanın sağlığı için yapmadın mı?? Bu yüzden biraz daha fedakarlık yapamaz mısın?? Hem Han Seul’den ayrıldıysan seni bağlayan başka ne var ki?”

Ayça’nın adımları tereddütle yavaşladı. San Young doğru noktayı bulduğunu fark etmişti. Sevinerek genç kızın yanına koşturdu, onun yüzüne baktı. Ayça’ysa bir anlık şaşkınlıktan sonra yeniden kaşlarını çatmıştı:

“Yine de evlilik… Bu çok ciddi bir şey!” diye tekrarladı. “Böyle bir oyuna ne olursa olsun girişemem San Young!”

“Tamam o halde, bak şöyle yapalım,” dedi San Young çabuk çabuk, “Seni bu akşam ailemle tanışmaya götüreyim. Yarın sabah da sizinkilerin karşısına çıkalım, nişanlanmış ve evlenmeye karar vermiş gibi davranalım… Ama evlilik hazırlıkları sırasında kavga edip nişanı atmış gibi yaparız! Buna ne dersin?”

Ayça başını kaldırıp düşünceli bir biçimde karşısındaki genç adamın yüzüne baktı. San Young söylediklerinde çok ciddi görünüyordu. Genç kızın gözlerinin içine hevesle bakıp:

“Ne dersin Ayça?” diye tekrarladı. “Benle evlenmek zorunda değilsin, tamam! Ama hiç değilse bizimkileri oyalamam için biraz yardım et bana… Böylece sizinkilere de olanları alıştıra alıştıra söyleriz… Win-win durumu yani, ikimiz de kazançlı çıkarız! Ne dersin ha?”

Ayça düşünüyordu. San Young’un söyledikleri mantıksız değildi. En sonunda ağır ağır:

“Pekala…” diye mırıldandı. “Ama bu oyunu uzun süre sürdüremem… Annemle babamı yavaş yavaş duruma hazırladıktan sonra gerçekleri anlatacağım…”

San Young’un gözleri ışıldadı! Heyecanla Ayça’nın kolunu sıktı:

“Tamam! Tamam, sen nasıl istersen öyle olsun… O halde… Şimdi bizimkilerle tanışmaya geliyorsun, değil mi?”

Ayça bir an durakladı, sonra yavaşça başını salladı. San Young’un yüzüne kocaman bir gülümseme gelip yerleşirken Ayça bu oyuna razı olmakla büyük bir saçmalık yapıp yapmadığını düşünerek sıkıntıyla yürümeye başladı.

X-Japan: Without you

Moon Jee verandada tek başına oturmuş içki içiyordu. Işıkları yakmamıştı, buğulu gözlerini yukarıdaki ayın loş ışığına dikmiş, birbiri ardına yuvarlıyordu sojuları. Bir yandan da gözlerinden sicim gibi yaşlar iniyordu.

Birden kapı yumruklanmaya başladı. Moon Jee aldırmadı.

Ama kapıdaki kişi ısrarcıydı. Bir yandan zile basıp bir yandan yumruklamaya devam etti. Moon Jee yine aldırmayacaktı ki, kapı zilinin melodisi arasında “Moon Jee-yah! Aç kapıyı Moon Jee!” diye bağıran ince bir ses işitti ve durakladı: Hae In!

Moon Jee bir an kaşlarını çatıp düşündü, sonra genç kızı endişelendirmeye gönlü el vermedi. Sallana sallana ayağa kalkıp kapıya doğru yürüdü.

Kapı açılır açılmaz karşısında endişe ve meraktan soluk soluğa kalmış Hae In göründü. Genç kız bir an karşısındaki yüze baktı ve Moon Jee’nin boynuna sarıldı.

“Çok şükür! Kendine bir şey yaptığından korkmaya başlamıştım!”

“Saçmalama,” diye alaycı bir biçimde mırıldandı Moon Jee. Sonra arkasını döndü, yine yalpalayarak verandaya doğru yürüdü.

Hae In de onun peşinden geldi. Genç kız salonun ışığını yaktığı zaman verandanın kapısında bir öbek oluşturmuş boş bira ve soju şişelerini kaygıyla fark etti. Evin içi de buz gibi olmuştu. Ama ardına kadar açık veranda kapısının başında üzerinde incecik bir şort ve tişörtle oturan Moon Jee bu duruma hiç de aldırıyor gibi görünmüyordu.

Hae In geldi, onun yanına oturdu. Şefkatle:

“Üşüteceksin,” diye mırıldandı. “Hadi içeri geçelim… Ayrıca içmeyi de bırak; yeterince içmişsin zaten…”

Moon Jee alaycı bir biçimde gülümsedi. Rhett Butler’ın ünlü repliği “Açıkçası canım, hiç umrumda değil…” ile cevap vermek isterdi ama bunu bile yapmak istemiyordu canı. Omuz silkip elindeki birayı kafasına dikmekle yetindi.

Hae In’se “YA!” diye bağırdı öfkeyle ve onun elindeki bira şişesini sert bir hareketle çekip aldı. Sonra verandanın sürgülü kapılarını kapattı. Moon Jee homurdandı, ama kıza engel olmadı. Hatta Hae In içeri geçip kalın bir battaniye alıp geldiği ve onun omzuna örttüğü zaman da hafifçe “teşekkürler…” diye mırıldandı. Hae In’se tam karşısına diz çökmüştü, genç adamın omuzlarını tutup gözlerinin içine baktı:

“Kendini toparlamalısın… Ayça senin iyiliğin için gitti… Bunu biliyorsun, değil mi?”

Moon Jee hafifçe güldü. Neşenin zerresi olmayan, acıklı ve öfkeli bir gülüştü bu. “İyiliğim içinmiş…” Sonra, gözleri doldu. Karşısındaki kıza hüzünle baktı:

“Beni dinlemedi bile… Öylece basıp gidiverdi…”

Sonra birden, içindeki öfke baskın geldi. Sanki suçlu Hae In’miş gibi genç kızın kollarına yapıştı, onu sert bir biçimde sarsarken:

“Neden beni dinlemedi, neden ha??” diye bağırdı! “Ben her şeyi halledecektim! Her şeyi! Neden bana güvenmedi, neden, neden?! Allah kahretsin!”

Genç adam birden ayağa fırladı. Delirmiş gibi elleriyle kafasına bastırmış, olduğu yerde bir ileri bir geri yürüyüp bağırıp çağırmaya başlamıştı: “NEDEN?! NEDEN?!!!”

Hae In bir süre hiç sesini çıkarmadan izledi onu. Ama sonra ağır ağır yerinde doğruldu, delirmiş gibi hareket eden Moon Jee’nin tam önüne geçti, onun omzundan tutup durdurdu, ve…

…genç adamın yüzüne sıkı bir şamar attı!

Moon Jee’nin gözleri hayretle açıldı! Genç adam yanağını tutarken inanmaz gözlerle baktı genç kıza. Ağzından: “Noona…” lafı döküldü.

Hae In’se, çelik gibi bakışlarla süzüyordu onu. Buz gibi bir sesle:

“Kendine gel!” dedi. Bağırmamıştı, ama öyle bir ses tonuyla konuşmuştu ki, Moon Jee etkilenerek durakladı. Hae In’se devam ediyordu:

“Ayça senin ağabeyinle barışman için, müzik kariyerin için, içi kan ağlayarak gitti! Bunun onun için kolay mı olduğunu sanıyorsun ha?? Hiç mi kafan basmıyor senin??”

Moon Jee ne diyeceğini bilemez gibi duraklamıştı. Kekeleyerek: “Ama… benle konuşsaydı…” diyecek oldu. Hae In sertçe sözünü kesti onun:

“Bunun artık bir önemi yok! Gitti işte, ülkesine döndü! Hem sana ne dedi, bu sonsuza kadar sürecek bir veda değil, öyle değil mi?? Bir gün geri gelecek, öyle değil mi ha? O zaman sen de kes sesini ve işine odaklan! Kızın yaptığı fedakarlığı boşa çıkarma!”

Moon Jee ne diyeceğini bilemez gibi bakıyordu karşısındaki kıza. Hae In’se kararlı gözlerini ondan ayırmamıştı. Emreder gibi bir ses tonuyla:

“Şimdi banyoya geçiyor ve yüzünü gözünü güzelce yıkıyorsun! Sonra da doğruca yatağa! Ayrıca bundan böyle bu kadar içmeyeceksin, anlaşıldı mı??”

Moon Jee yine bir an durakladı. Ama sonra, yavaşça başını salladı. Ve arkasını dönüp hafifçe yalpalayarak banyoya doğru yöneldi.

Hae In’inse yüzünde ilk defa hafif bir gülümseme belirdi: Biraz zor olacaktı, ama Moon Jee kendini toparlayacaktı. Toparlamak zorundaydı. Hae In de bu süreçte ona yardım edecek, genç adamın kendini bırakmasına izin vermeyecekti. Ayça bunu kendisinden, en yakın dostundan rica etmişti. Ve Hae In’in dostunun güvenini boşa çıkarmaya niyeti yoktu…

Ertesi gün Ayça havaalanının gelen yolcu karşılama alanında beklerken kendini hiç olmadığı kadar tuhaf hissediyordu. Göz ucuyla hemen yanındaki adama baktı. San Young, yüzünde saklayamadığı bir neşeyle sırıtıyordu. Genç adam dünden beri böyleydi. Hatta kendi ailesiyle yenilen yemekte anne ve babasının Ayça’ya gözle görülür biçimde soğuk davranması bile San Young’un moralini bozamamıştı! Halbuki Ayça, yemek boyunca kendini iğrenç bir böcek gibi hissetmişti. Karşısındaki hırslı anne ve babanın kendisini ailelerine yamanmaya çalışan fırsatçı bir kız olarak gördüklerinden emindi! San Young’un babası onun başbakanlıktaki işinden sıradan bir mahalle kliniğinde çalışmak için ayrıldığını öğrenince iyice yüzünü ekşitmişti.

“Doğrusu yazık etmişsiniz… Başbakanın bu işi size şahsen teklif ettiğini söylüyorsunuz bir de! Bir mahalle kliniğinde doktorluk yapmak için bu fırsat tepilir miydi?”

“Fakat benim mesleğim bu. Doktorluk yaparak tercümanlık yaparken olduğumdan daha faydalı olabilirim. Üstelik bundan daha çok keyif ve doyum alıyorum,” diye cevaplamıştı Ayça. Ama San Young’un anne ve babasının ekşi suratlarına bakılırsa genç kıza hiç de hak veriyor gibi gözükmüyorlardı. Ayça içini çekip konuyu kapattı.

Şimdi de erkenden San Young’la buluşup havaalanına gelmişlerdi işte. Ayça az önce Katar uçağının indiğini okumuştu. Misafirleri birazdan kapıdan çıkarlardı…

Gerçekten de az sonra gelen yolcu kapısından çıkanlar arasında annesi, babası ve ablası Aylin gözüktü. Ayça tüm sıkıntısına rağmen yüreğinde kocaman bir mutluluk hissetti: Onları ne kadar da özlemişti!

“Anne! Baba!”

Genç kız rüzgar gibi koşup bu üç kişinin kollarına atıldı! Onlar da kendisini sevgiyle sarmışlardı.

“Ayça! Nasılsın yavrum??”

“Sen zayıfladın mı?” dedi annesi hemen. Ayça sırıttı: “Eh, azıcık… Ne de olsa Kore mutfağı kebapların yerini tutmuyor… İki kilo verdim…”

“Bana aynı gözüküyorsun,” diye dudak büktü ablası. Ayça sırıttı: Ablası her zaman ondan daha zayıf olduğunu iddia ederdi zaten!

Bu sırada babasının gözü arkada bekleyen genç adama takılmış ve yüzündeki gülümseme hemen kaybolmuştu. Somurtarak elini uzattı:

“San Young’du, değil mi?”

“Evet efendim!” dedi San Young heyecanla ve onun önünde eğildi: “Hoşgeldiniz!”

Sonra yaşlı adamın elini öpmeye davrandı ama babası hemen kaldırdı onu, elini sıkmakla yetindi. Ayça onun San Young’a karşı hâlâ epeyce soğuk olduğunu hemen sezmişti. Birden içinde hafif bir pişmanlık hissi duydu: Acaba San Young’u getirmeseydi, daha mı iyi olacaktı, ne? Fakat Ayça babasının sararmış yüzüne bakınca içi sızladı: Adamcağız gerçekten de on yaş yaşlanmış görünüyordu.

O sırada babası yeniden Ayça’ya dönmüş, gözleri sevgiyle ışıldamıştı:

“Biz oteli ayarladık yavrum… Hep birlikte oraya gidelim mi?”

“Olur tabii babacığım! Bu arada ben de evimden ayrıldım, sizle kalabilirim, öyle değil mi?”

San Young: “Ayça, istersen bizde de kalabilirsin, ne de olsa artık nişanlıyız,” diyecek oldu ama babası ters ters süzdü genç adamı: “Lüzum yok! Artık ailesi burda olduğuna göre Ayça yanımızda kalacak!”

Ayça çaktırmamaya çalışarak gülümsedi: Babası kendisini evlendirmeye gelmişti sözüm ona, ama buna pek de niyeti varmış gibi gözükmüyordu…

Genç kız anne ve babasının ortasına geçti, ikisinin de birer koluna girdi ve neşeyle: “Hadi o zaman, otele gidelim de dinlenin!” diye bağırdı. Ufak grup konuşa gülüşe ilerlemeye başladığı anda genç kızın içi sevgiyle dolmuştu…

Duncan Shiek – Half Life

Han Seul derin bir nefes alıp karşısındaki kapıya baktı. Az önce Moon Jee ve grubunun yaşadığı büyük malikaneye gitmiş, çocuklardan Moon Jee’nin bugün eski evinde olduğunu öğrenmişti. Şimdi bu eski evin kapısında duruyor ve cesaretini toplamaya çalışıyordu: Birazdan Moon Jee’yle uzun bir aradan sonra ilk kez yüz yüze gelecekti…

Genç adam dün gece uzun tereddütlerden sonra en sonunda Hae In’i aramayı başarmıştı. Genç kız uzun çalışlardan sonra açmıştı telefonu. “Alo?” Sesi ifadesizdi.

Han Seul bir an telefonu kapatmayı düşünmüş, sonra neyse ki korkusuna hakim olmayı başarmıştı. Yine de konuşmaya başladığında sesi titriyordu.

“Alo? Hae In sshi? Nasılsın?”

Karşısındaki kız cevap vermeden önce bir saniye kadar durakladı. Sonra, yine ifadesiz, ne sıcak ne de soğuk olan bir sesle: “İyiyim, sağol,” dedi, “Sen nasılsın?”

“Ben…” Han Seul bir an durdu, sonra birden makineli tüfek gibi konuşmaya başladı: “Hae In, bak, çok özür dilerim! Geçen gün cafede olanlardan dolayı senden çok özür dilerim! Öfkeme hakim olamadım, her şeyin acısını senden çıkardım! Oysa sen bu olayda en günahsız olansın… Lütfen, lütfen bağışla beni!”

Genç kız derin bir nefes verdi. Sonra usulca:

“Ben… bu konuya tekrar dönmek istemiyorum…” diye mırıldandı. “Hatta bir süre seninle görüşmesek iyi olur Han Seul-sshi… Çünkü gerçekten çok incindim ve çok yoruldum…”

Han Seul onu üzüntüyle dinliyordu. Genç adamın telefonu tutan parmakları sıkmaktan bembeyaz olmuştu. Hüzünle:

“Anladım…” dedi. “Çok haklısın, hem de çok haklısın! Her şey için binlerce özür dilerim!”

Sonra bir an durdu, kırık bir sesle ekledi: “Ama… senin dostluğunu kaybetmek benim için çok acı verici… Sen de bunu anla, ne olur…”

Hae In bir an durakladı. Genç adamın sesindeki hüzün yine içini acıtmıştı.

“Ben…” diye mırıldandı. Sonra kendini toparladı, biraz daha sıcak bir sesle: “Benim dostluğumu kaybetmiş değilsin,” dedi telefonun ucundaki adama. “Sadece… biraz zaman istiyorum senden… Benim de kendimi toparlayıp yüreğimdeki yaraları iyileştirebilmem lâzım… Lütfen bu konuda bana anlayış göster…”

Han Seul’ün gözleri doldu. Karşısındaki kız kendisini görebilecekmiş gibi başını salladı. Sonra:

“Anladım,” diye mırıldandı. “Peki… Senin istediğin gibi olsun… Sen… sen ne zaman istersen… O halde… senin aramanı bekleyeceğim…”

Genç adam telefonu kapatmaya hazırlanıyordu ki, birden Hae In: “Han Seul!” diye bağırdı.

Han Seul merakla telefonu yeniden kulağına götürdü: “E-efendim?”

Hae In’se tereddüt ediyordu. Bunu ona söylemeli miydi acaba? Sonra, içindeki tüm kırgınlığa rağmen bu yalnız adamı olan bitenden habersiz bırakmaya gönlü el vermedi. Hem zaten Ayça da onların barışmasını isterdi, bu yüzden gitmişti, öyle değil mi…

“Ayça gitti…” diye mırıldandı.

Han Seul’ün gözleri şaşkınlıkla açıldı: “Efendim?”

“Ayça gitti,” diye tekrarladı Hae In. “Ülkesine döndü. Zaten Moon Jee ile ikinizin arasına girdiği için kendini suçlayıp duruyordu. O yüzden… gitti işte…”

Han Seul derin bir nefes verdi. Tek kelimeyle şoke olmuştu.

“Demek öyle…” diye mırıldandı. Sonra bir an durakladı, fısıltı gibi çıkan bir sesle: “Peki ya… Moon Jee nasıl?” diye sordu.

“İlk başta çok üzüldü elbette…” dedi Hae In. “Ama şimdi iyi… Yani, en azından daha iyi… Toparlanıyor…”

Han Seul ne diyeceğini bilemez gibi bir an durdu. Sonra yavaşça:

“Bunu bana söylediğin için teşekkür ederim,” diye mırıldandı.

İkisi de telefonun iki ucunda karşılıklı sustular. Sonra Hae In yumuşak bir sesle:

“Moon Jee’yle barışmak için bu iyi bir fırsat olabilir,” diye mırıldandı. “Bu fırsatı boşa harcama, olur mu?”

Han Seul gözlerinin nemlendiğini hissetti. Genç kızın dostluğu kalbinde bir yere dokunmuştu. Ağlayacak gibi kısık çıkan bir sesle:

“Tamam,” diye fısıldadı. “Öyle yapacağım… Ben…” Durdu, derin bir nefes aldı ve devam etti: “Ben… şimdiye kadar yaptığın her şey için çok teşekkür ederim Hae In. Ve senden çok özür dilerim! Seni kırdığım için çok özür dilerim!”

Hae In’in gözleri birden yaşlarla doldu. Genç kız o anda bütün açıklığıyla anlamıştı: Ne hata işlerse işlesin, bu adamı her zaman affedecekti… Evet, duygularıyla çok savaşmış, hatta nerdeyse onları yendiğini sanmıştı ama Han Seul’ün ufacık birkaç kelimesi bile gününü güneş gibi aydınlatmaya ya da tamamen karanlığa boğmaya yetip de artıyordu işte… Yumuşak bir sesle:

“Tamam…” diye mırıldandı. “Hoşçakal Han Seul…”

Telefonu kapattığında gözlerinden birer damla gözyaşı süzülürken, yüzünde buruk bir gülümseme vardı…

Han Seul gerçekten de onun sözünü ikiletmemişti: Sabah olunca doğruca Moon Jee’nin grup arkadaşlarıyla birlikte yaşadığı malikâneye yollandı. Genç adamın arkadaşlarından Moon Jee’nin eşyalarının kalanını da alıp evi tamamen kapatmak için eski evine gittiğini öğrendi. Hyung Kan:

“Bundan sonra adresimiz burası olacak Hyung,” diye gülmüştü, “Biliyorsun tam beş gün sonra albümümüz piyasaya çıkıyor! Sonra da o program senin, bu imza günü benim, gezmeye başlayacağız! Moon Jee Hyung’u bir daha yalnız yakalayamayacaksın, ona göre!”

Han Seul çarpıkça gülümsemiş, karşısındaki genç adamın omzunu sıkmıştı:

“Biliyorum… Umarım her şey gönlünüzce olur! Hadi eyvallah, kaçtım ben!”

Genç çocuklara veda edip arabasına binerken yüzüne düşünceli bir ifade gelmişti: Moon Jee’nin kariyerinde çok önemli bir dönüm noktasına geldiğini anlıyordu. Acaba kardeşi o yüzden mi Ayça’nın gidişini bu kadar kolayca kabullenmişti? Daha bir hafta önce kendisini ofisinde ziyarete gelen delikanlının “Sen ne yaparsan yap, ben Ayça’dan vazgeçemem!” deyişini unutmamıştı Han Seul…

FMA OST – Bratja

Şimdi de Moon Jee’nin evinin kapısında dururken bunları düşünüyordu. Acaba kardeşini nasıl bir  durumda bulacaktı?

Derin bir nefes aldı ve kapıyı çalmak üzere elini uzattı. Ama tuhaf şey: Kapı zaten aralıktı. Han Seul biraz çekinerek kapıyı itti ve içeri girdi. Yavaş adımlarla yürümeye başladı.

Moon Jee salonda, bahçeye açılan kapının tam karşısında durmuş, bir kolinin içine evdeki ufak tefeği yerleştiriyordu. Birden, salonun girişinde bir hareket hissetti ve bakışlarını kaldırdı. Han Seul’le göz göze gelince şaşkınlıkla durakladı. Gözlerini ziyaretçisinden ayırmadan, yavaşça ayağa kalktı.

Han Seul de olduğu yerde durmuş, gözlerini kardeşine dikmişti. Bir süre, ikisi de hiçbir şey demeden birbirlerine baktılar.

En sonunda Han Seul:

“Merhaba…” diye mırıldandı. Hafif bir sıkıntıyla bakışlarını kaçırdı, yerdeki kolileri işaret etti: “Evi tamamen boşaltıyorsun demek…”

Moon Jee zoraki gülümsedi. Hafifçe başını salladı: “Evet… Haftaya albüm çıkıyor… Su Hyun malikâneye taşınmayı biraz daha geciktirirsem beni gruptan atmakla tehdit etti!”

Han Seul hafifçe güldü: “Bunu yapamayacaklarını hepimiz biliyoruz.” Moon Jee de sırıtıp başını salladı: “Eh, orası öyle aslında…”

Sonra, iki genç de sessizleştiler. Han Seul kardeşine kaçamak bir bakış attı. Genç adamın gözlerinin altındaki mor halkaları fark edince içi acıdı. Moon Jee gerçekten zor zamanlar geçiriyor olmalıydı…

En sonunda yumuşak bir sesle:

“Sen nasılsın bu arada?” diye sordu. “İyisin… değil mi?”

Moon Jee alaycı bir biçimde gülümsedi. Birden başını kaldırdı, gözlerini cesurca abisinin yüzüne dikti:

“Ayça’nın gittiğini öğrenmişsindir,” dedi. “Beni de o yüzden görmeye geldin, değil mi?”

Sonra sıkıntıyla bir nefes verdi, elini uzamış saçlarının arasından geçirdi. Tekrar abisine baktığında yüzünde acı bir gülümseme vardı:

“Gitti, doğru…” diye mırıldandı. “Ama hiçbir şey bitmiş değil, eğer merak ettiğin buysa… Ben sadece, şimdilik onun istediği gibi davranmaya karar verdim: Kariyerime odaklanıp elimden geleni yapmaya. Ama beni yanlış anlama Hyung: Ondan vazgeçmiş değilim. Hiçbir zaman da vazgeçmeyeceğim! Bunu… bunu yapamam…”

Son kelimeleri söylerken sesi kırılmıştı. Genç adam başını hafifçe öne eğdi. Ağabeyine karşı hâlâ büyük bir suçluluk ve vicdan azabı duyuyordu; ama ona yalan söyleyemezdi.

Han Seul burukça gülümsedi. Bunu tahmin ediyordu zaten…

Moon Jee ise onun yüzündeki acıyla karışık kabulleniş ifadesini görmemişti. Abisinin yüzüne bakmaya çekiniyordu. Onun yerine başını verandanın açık kapısından görünen bahçeye çevirdi. Güzeller güzeli bahçesi artık kış uykusuna yatmaya hazırlanıyordu…

“Biliyor musun, seni hiç kıskanmadım ben…” diye mırıldandı. “Sen benim güçlü, yakışıklı, başarılı ağabeyimdin. Ortaokuldayken bütün kız arkadaşlarım sana hastaydı! Sen güneş gibiydin Hyung! Ortama girdiği zaman parlayan adam… Bense, senin gölgende kalmaya mahkum ay…”

Han Seul burukça gülümsedi. Alaycı bir sesle:

“Buna inanmam,” dedi, “Sen benden daha akıllı, daha parlak oldun her zaman… Babam bile seni benden daha çok severdi, hatırlamıyor musun?”

Moon Jee birden heyecanla bağırdı:

“Onların erken ölümüne en çok bu yüzden üzülüyorum biliyor musun: Senin büyüyünce ne kadar mükemmel bir adam olduğunu göremediler diye! Ve ben, bu mükemmel adamın hep gölgesinde kalmaktan hiç şikayetçi değildim! Hem de hiç!”

Moon Jee soluk soluğa durdu. Han Seul şaşırmış, duygulanmıştı. Ne diyeceğini bilemez gibi baktı kardeşine. Moon Jee ise burukça gülümsüyordu:

“Ben ailenin muzip, şımarık çocuğu olmaktan çok memnunum,” dedi. “Senin korumacı tavrın sayesinde senelerdir bu kimlikle, istediğim gibi bir hayat yaşıyorum! Benden büyüyüp adam olmamı istemedin sen… Anne ve babam hayatta olsalardı bana karşı asla göstermeyecekleri bir hoşgörüyle büyüttün beni. Ve ben, sana minnettarım Hyung! Olmak istediğim insan olmama izin verdiğin için sana çok teşekkür ederim!”

Han Seul yutkundu. Fena halde duygulanmıştı. Moon Jee de öyle: Genç çocuğun gözleri yaşarmıştı. Ağabeyine bakıp sevgiyle gülümsedi:

“Ben de seni kırmamak, üzmemek için çok çabaladım,” dedi. “Bana bu kadar iyi davranmanın yanı sıra, benim kanımdın, canımdın sen! Seni üzmektense ölmeyi tercih ederdim! Yemin ederim!”

Son sözleri deli bir heyecanla söylemişti. Sonra birden durdu, başını hafifçe öne eğdi:

“Ama seni üzdüm… Hem de çok üzdüm, değil mi…” diye mırıldandı. “Biliyorum…”

Suçlu suçlu başını öne eğdi. Gözlerinden birer damla yaş süzüldü.

Han Seul de ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Bir yanı, deliler gibi özlediği küçük kardeşini tutup bağrına basmak, onun saçını okşayıp küçükken düştüğü veya canı acıdığı zaman olduğu gibi “tamam… tamam, geçti işte…” diye mırıldanmak istiyordu. Ama diğer yanı… diğer yanı hâlâ acılı, hâlâ yaralıydı…

“Neden…” diye mırıldandı… “Neden bunca insan arasından… o?”

Moon Jee suçluluk ve acıyla gülümser gibi oldu. Hafifçe omuz silkti.

“Bilmiyorum…” diye mırıldandı. “Nasıl oldu inan ki bilmiyorum… Bir gece, Hae In’le ikinizi öpüşürken gördüm… Nehir kenarında…”

Han Seul birden irkildi! Moon Jee’nin bu olayı bildiğinden haberi yoktu. Hemen atılıp “O akşam bir yanlış an-“ diye açıklamaya girişirken Moon Jee onun sözünü kesti:

“Önemi yok! Cidden, bunun hiç önemi yok Hyung! Ben senin Hae In’e karşılık vermediğini en baştan beri anlamıştım zaten!”

Han Seul durakladı. Moon Jee hüzünle gülümsüyordu:

“Evet, senin ona karşı bir şey hissetmediğini biliyordum,” diye tekrarladı. “Ama yazık ki… Hae In sana âşıktı! Ve sana âşık olan bir kızı elde etmemin hiçbir yolu yoktu…”

Sonra derin bir nefes aldı. Hüzünle ağabeyine baktı:

“Ama Ayça değildi… Onun sana âşık olmadığını, en başından beri hissediyordum…”

Han Seul ne diyeceğini bilemez gibi yutkundu. Sonra hafif alaycı bir biçimde:

“Yine de… onu benden almak fazla zalim bir intikam oldu dongseng…” diye mırıldandı.

Moon Jee şimşek gibi başını kaldırdı! Heyecan ve öfkeyle:

“Saçmalama, ben senden intikam falan almak istemedim!!” diye bağırdı. “Ben sana kızmadım bile! Zaten Hae In’e açılmış ve reddedilmiştim… O gece onun seni öptüğünü görmek, Hae In’i tamamen kalbimden silmeme yardımcı oldu sadece. Sonra… Sonra…”

Genç adam bir an durdu, karşısındaki insanı kırmamak için kelimeleri özenle seçmeye çalışır gibi yavaşça ekledi:

“Ayça’nın kalbime nasıl girdiğini sorarsan… İnan ki bilmiyorum… Evet, Hae In’den sonra içimde bir boşluk olduğu doğru… Ayça’nın o boşluğa usul usul sızdığını, hem de bunu hiç fark etmeden ve fark ettirmeden yaptığını söyleyebilirim yalnızca… O da ben de bilemedik… Ben fark ettiğimde ise, artık çok geçti: Seninle yarışamayacağımı, hatta senle yarışmaktansa ölmeyi tercih edeceğimi bildiğim halde kendime engel olamadım: Onu çok seviyordum! Onu hiç kimseyi sevmediğim kadar çok seviyordum! O mavi melek, Hae In’in bıraktığı boşluğa öyle bir sızmıştı ki, kalbimin eskisinden de büyük bir kısmını kaplamıştı; başka duygulara, vicdana ve utanmaya bile yer bırakmamıştı!”

Han Seul kardeşini yüzünde acılı bir ifadeyle dinliyordu. Yüreği yanıyordu genç adamın, içindeki yangını nerdeyse fiziksel acı gibi hissedebiliyordu. Ama bu defa içindeki yangın başka türlüydü: Bu defa yüreğini kaplayan koyu hüzün, kendi kaybettiklerine yanmaktan çok, kardeşinin ne büyük acılar çekmiş olduğunu anladığı için gelip çöreklenmişti yüreğine…

Moon Jee ise onun yüzündeki karmakarışık ifadeyi görünce acı acı gülümsedi ve boynunu büktü:

“İşte benim anlatacaklarım bu kadar abi… Büyütüp bu yaşa getirdiğin nankör kardeşin seni arkandan vurdu! Ne desen haklısın, ne yapsan haklısın! Hatta, hatta lütfen vur bana! Vur ki için biraz da olsa soğusun!”

Birden kendi söyledikleri ile heyecanlandı. Hızlı adımlarla yürüdü, Han Seul’ün önüne kadar geldi. Onun elini sıkıca tutup kaldırdı:

“Hadi vur! Lütfen vur bana!” diye bağırdı! “Lütfen, lütfen vur bana! Böylece sen de ben de daha iyi hissedeceğiz, lütfen vur!”

Han Seul dişlerini sıkıp kolunu onun ellerinden kurtarmaya çabaladı. Bir yandan da: “Git işine bee! Manyak mısın nesin?!” diye bağırıyordu. Ama Moon Jee’nin laftan anlayacağı yoktu; genç adam bozuk plak gibi: “Vur! Hadi vur! Lütfen vur bana!” diye tekrarlayıp duruyordu. En sonunda Han Seul’ün de sabrı taştı:

“Eeeeh! Yeter bee! Bunu sen istedin o zaman!” diye bağırdı ve elini kaldırdı. Moon Jee birden, suratının tam ortasına doğru gelmekte olan bir yumruk gördü ve korkuyla gözlerini kapattı!

Ama… tuhaf şey… Beklenen yumruk bir türlü gelmiyordu.

Birdenbire, bir çift kol, sıkıca kucakladı genç adamı…

Moon Jee şaşkınlıkla gözlerini açtı. Han Seul başını onun omzuna koymuştu. Gözlerinde tomurcuklanan yaşlar arasında:

“Aptalsın oğlum sen…” diye fısıldadı. “Gerizekâlının tekisin… Eşşek herif… Piçkurusu…”

Moon Jee şaşkınlık ve sevinçle gülümsedi. O da kendisine sarılan ağabeyini sıkı sıkı sardı. Yüzünü onun omzuna gömerken:

“Ben de seni seviyorum abicim…” diye mırıldandı.

Han Seul birden gülmeye başladı. Kollarını çözüp kardeşinin yüzüne baktı. Yüzünde sevecen bir gülümseme vardı. Moon Jee birden içinin hafiflediğini hissetti sanki: Ağabeyi… Galiba onu affetmişti…

Moon Jee’nin yüreği Ayça gittiğinden beri ilk kez gerçek bir mutluluk hissiyle doldu…

Endless Love OST- The Myth

Ayça, otelin terasında sıkıntıyla oturuyordu. Gözlerini karşıdaki nehir manzarasına dikmişti.

Anne ve babası bir haftadır buradaydılar. Genç kız olanları onlara bir türlü anlatamamıştı! Buna niyetlendiği her seferinde annesi çeyiz alışverişiyle ilgili bir şeyden bahsediyor, ya da babası homurdanarak evlendikten sonra burada yaşasa bile en az senede iki kez Türkiye’ye, kendilerini ziyarete gelmesini tembihliyordu. Hele dün akşam, bu durum artık tavan yapmıştı: Ayça canına tak etmiş bir biçimde her şeyi açıklamaya kararlı bir halde anne ve babasının yanına gitmişti. Ama henüz “Anne, baba, beni bir dinler misiniz?” bile diyemeden annesi:

“Sana daha fazla nevresim takımı almamız lâzım Ayça,” dedi, “Aslında biliyorsun evde kolilerce çeyizin vardı… Ama buraya getiremedim tabii; hangi birini taşıyayım??” Ayça’yı yan gözle süzdü: “Şöyle adam gibi Türk, müslüman bir damat bulsaydın hepsini senin evine kendi ellerimle taşırdım!”

Ayça ne diyeceğini bilemedi. Utanarak sırıttı. Bir yandan da: “Sana bir iyi bir kötü haberim var anne: İyi haber, bu yabancı damatla aslında evlenmiyorum! Ama kötü haber: bir başka yabancı damat getirmeyi planlıyorum!” diye geçiriyordu içinden.

Babası ise:

“Bunların çok garip adetleri var,” diye yüzünü buruşturmuştu. “Nikâhtan önce kız tarafının erkek tarafına istediği kıyafetleri falan alması da ne oluyor? Benim bildiğim tam tersi olur, onlar bize böyle hediyeler almalıydı!”

Ayça mahcupça başını öne eğdi. “Babacığım… İstemezseniz almayın…” diye mırıldandı. Sonra da içinden: “Zaten bir işe yaramayacak, bu nişan bozulmaya mahkum bir nişan,” diye geçirdi.

Ama babası onun mahcubiyetini yanlış anlamıştı. Yüzüne şefkatli bir ifade gelirken:

“Sen üzülme kızım,” diye onun saçını okşadı. “Ben öylesine konuşuyorum işte… Yoksa üzerimize düşen her neyse yapmaya hazırız. Varsın her şey onların âdetlerine göre olsun…. Önemli olan senin mutluluğun!”

Ayça başını kaldırıp utançla babasının yüzüne baktı: Babası sevgiyle gülümsüyordu. Ayça birden kendini çok yorgun hissetti: Bu zavallı insanlara yalan söyleyip duruyordu! Ve kahretsin ki, gerçekleri anlatmak gün geçtikçe daha da zorlaşıyordu! Dün akşam da öyle olmuş, Ayça hiçbir şey anlatamadan kös kös odasına geri dönmüştü…

Ayça sıkıntıyla yüzünü buruşturdu: Şu kavga etme senaryosunu bir an önce gerçekleştirmeleri lâzımdı. Yoksa bu iş ciddi ciddi evliliğe kadar gidecekti!

Birden bir ses:

“Ne düşünüyorsun?” dedi arkasından.

Ayça yorgunca başını çevirdi. Gelen San Young’du. Genç adam bir sandalye çekti, Ayça’nın hemen yanına oturdu, gözlerini nehir manzarasına dikti.

Ayça ise bezgince omuz silkmişti:

“Kendimi bu vaziyetten nasıl kurtaracağımı düşünüyordum,” diye mırıldandı. Sonra alayla gülümsedi: “Onları karşılamaya senle birlikte gitmek ve nişanlı taklidi yapmak çok kötü bir fikirmiş! Keşke en başta her şeyi açık açık anlatsaydım…”

“Saçmalama Ayça, babanın ilk günkü halini hatırlamıyor musun?” dedi San Young hemen. “Adamcağızın suratı bembeyaz olmuştu. O uzun uçak yolculuğundan sonra senden böyle bir haber alırsa kesin oracıkta yığılıp kalırdı! Bence sen doğru olanı yaptın…”

Ayça bir şey demedi, dudak bükmekle yetindi. Sonra derin derin içini çekti:

“Şimdi babamın sağlığı gayet iyi görünüyor. Onlara anlatma vaktim geldi! Ama işin kötüsü, bu sefer de ben bunu yapacak kuvveti ve cesareti bulamıyorum bir türlü!”

San Young göz ucuyla yanındaki kıza baktı. Ona “anlatma…” demek istiyordu aslında. “Anlatma… Hatta sen de unut… Yeniden birlikte olalım. Evlenelim! Olmaz mı?”

Ama bunun yerine, hüzünle içini çekip gülümsedi. Ayça’yı yeniden kazanması bu kadar kolay olmayacaktı…

Sonra birden:

“Hatırlıyor musun,” dedi, “ben Türkiye’deyken birlikte Kore’ye gelip burada yaşama hayalleri kurardık! Sen Seul’ü çok merak ederdin. Birlikte internetten videolar izler, gezilecek yerlerini birlikte gördüğümüzü hayal ederdik.”

Ayça hafifçe gülümsedi. Sonra yavaşça:

“Evet hatırlıyorum,” dedi. “Seul Tower’ı, 63. Binayı, Yeouido adasını senle birlikte gezmenin hayallerini kurardım… Ama sonra –gözlerini genç adamın yüzüne dikip zalimce gülümsedi- her birini Han Seul’le gezdim.”

San Young’un kalbine bir bıçak saplanmış gibi oldu. Hüzünle gözlerini çevirdi, başını öne eğdi. Sonra fısıltı gibi çıkan bir sesle:

“Şimdi ondan da ayrısın…” diye mırıldandı. “Peki ama neden bana bir şans daha vermiyorsun Ayça?”

Ayça sıkıntıyla parmaklarını saçlarının arasından geçirdi: “Saçmalama San Young, beni iyi tanırsın, ben birini severken bir başkası-“

“Biliyorum, biliyorum!” diye onun sözünü kesti San Young. Sonra birden, sertçe Ayça’nın bileğine yapıştı, onu kendine bakmaya zorladı. Ayça yarı şaşkın, yarı öfkeli ona bakınca bir anlığına durakladı: Genç adamın yüzü acıyla kasılmıştı.

“Ama sen Han Seul’e âşık değilsin!” diye bağırdı San Young. “Olmadığını biliyorum! Seni iyi tanıyorum! Hem biz ayrılalı beş ay bile olmadı! Bu kadarcık bir zaman içinde bana karşı olan duyguların bitmiş olamaz! Tanrı aşkına, buraya gelmeden önce tam bir buçuk sene beni bekledin ve aşkın hiç azalmadı Ayça! Bir buçuk senede bitmeyen bir aşk, beş ayda nasıl biter?!”

San Young öfke patlaması gibi tüm bunları söyledikten sonra soluk soluğa sustu. Ayça ise ona yarı hüzün, yarı acımayla bakıyordu. Genç kız sakince bileğini onun elinden kurtardı, sonra alaycı bir sesle konuştu:

“Doğru… Senin de beni sevdiğine inandığım günlerde beklemek duygularımdan hiçbir şey eksiltmedi… Ama…” Genç kız gözlerini yanındaki adamın gözlerine dikti, alayla gülümsedi: “Ama insan aldatılıp aptal yerine konulunca aşk, koca bir yalana dönüşüyor. –Genç kız ellerindeki hayali bir lambayı üfledi- Püf! Bu kadar! Her şey böylece, kolayca bitiveriyor! O zaman üç dakika ya da beş ay fark etmiyor San Young!”

San Young bakışlarını kaçırıp sustu. Genç adam fena halde ezilmişti, diyecek söz bulamıyordu. Ne desin, kız sapına kadar haklıydı.

O sırada Ayça ayağa kalkmıştı. Genç adama umursamaz bir bakış attı:

“Ben odama gidiyorum… Sen de artık eve dön, bu akşam yemeği bizle yemene gerek yok…”

Böyle deyip ufak bir baş selamı verdi ve arkasını dönüp elleri cebinde, hızlı adımlarla yürümeye başladı.

San Young’sa onu hüzünle seyrediyordu. Genç kızın omuzları hafifçe çökük biçimde, ama kararlı adımlarla yürüyüşünü izlerken, bu kızın eski Ayça’dan ne kadar da farklı olduğunu düşünmeden edemedi: Eski Ayça olsaydı, umursamazca “sen de evine dön” demek yerine ışıl ışıl gözlerle koluna yapışır, “San Young, akşam yemeğini de birlikte yiyelim!” diye neşeyle cıvıldardı. Eski Ayça ona böyle sıkıntılı ve umursamaz bir yüzle değil, sevgi ve neşe dolu gözlerle bakardı. San Young’un birden gözleri doldu: O cıvıl cıvıl kızı kendisi bu hale getirmişti! Onun kendisine karşı olan büyük aşkını tek kalemde silip atmıştı! San Young başını ellerinin arasına aldı; belki de bininci kez Ayça’nın kalbini kırdığı o akşama lanet etti… Oysa bir zamanlar ne çok sevmişti bu tatlı kızı… O da kendisini, hem de peşinden atlayıp gelecek kadar!

Şimdi anılar delice akan bir nehir gibi gözlerinin önünden akıyordu…

“Seul Ankara’dan büyük mü aşkım?” diye neşeyle cıvıldıyordu Ayça. Bir yaz günüydü, ikisi Atatürk Orman Çiftliği’ne gelmiş, çiftliğin güzel piknik alanlarından birinin tadını çıkarıyorlardı. Ayça neşeyle konuşup duruyordu: “Büyüktür heralde, di mi? Ama İstanbul’la yarışamaz heralde! Zaten bütün dünyada İstanbul kadar büyük en fazla üç-dört şehir vardır…”

San Young hafifçe dudak bükmüştü: “Hımm, belki İstanbul kadar büyük değildir, ama Ankara’dan daha güzel ve çok daha az sıkıcı bir şehir olduğu kesin!” Ayça’nın yüzüne hafif bir şaşkınlık ifadesi gelirken genç adam kıkırdamaya başlamıştı. Ayça ise bunun üzerine onun omzunu yumruklamıştı:

“Yaaa, San Young, çok kötüsün! Ankara’ma laf etme bakiyim!”

“Niye ama, sıkıcı değil mi? Sıkıcı işteee!” Ayça’nın yumrukları hızlandı: “YAAA!” San Young’sa kendini korumak için kollarını kaldırırken bir yandan da kahkahalarla gülüyordu: “Seul daha güzel! Senin saldırılarına rağmen aksini söylemeyeceğim! Ankara sıkıcı bir şehir, kabul et!” Ayça en sonunda:

“Öf tamam yaaa…” diye durdu. Nefes nefese kalmıştı. Ama yüzündeki sözde somurtmaya rağmen aslında içten içe eğlendiği belliydi. Gülmemeye çalışarak:

“Tamam, öyle olsun bakalım!” diye dudak büktü. “Ben Ankara’mın dünyanın en güzel şehri olduğuna eminim ama gene de senin memleketine laf söylemeyeyim bari…”

“Hah şöyle!” diye sırıtmıştı San Young. Ve göz kırpmıştı: “Seul’e laf etme, ne de olsa bir gün orada yaşayacağız.”

Ayça’nın birdenbire çocuk gibi heyecanlandığını, yerinde doğrulduğunu anımsıyordu San Young. Genç kızın gözleri ışıl ışıldı:

“Öyle olacak, değil mi? Ah, öyle çok merak ediyorum ki! Senin doğduğun, büyüdüğün yerleri çok merak ediyorum aşkım!”

“Öyle olacak elbette,” demişti San Young güvenle. Sonra muzipçe sırıtmıştı: “Bir itirazınız varsa ya şimdi söyleyin, ya da sonsuza dek susun genç bayan!”

Bunun üzerine Ayça bir an durmuş, sonra gülerek onun boynuna atılmıştı: “Yok! Hiçbir itirazım yok! Senle olduktan sonra dünyanın her yerinde yaşarım!”

San Young’un gözlerinden yaşlar damlamaya başladı: “Seninle dünyanın her yerinde yaşarım!” diyen tatlı mı tatlı, bal damlası gibi bir kız arkadaşı vardı bir zamanlar… Elinden uçup gidiveren…

San Young birden kararlı bir biçimde başını kaldırdı: Hayır! Buna izin vermeyecekti! Ne olursa olsun, o kızı geri alacaktı!

Genç adam birdenbire hızla yerinden kalktı. Kaşları çatılmış, çenesi kararlı bir biçimde kitlenmişti: Gözlerini ufka dikti: Evet, ne pahasına olursa olsun, onu geri alacaktı!

Birden aklına gelen düşünce ile gülümsedi: En azından Aylin onun yanındaydı. Genç adam, Ayça’nın Han Seul’le olan ilişkisini ablasına anlatmadığını fark etmişti. Evet, Aylin ona yardım edebilirdi…

San Young birden kurnazca gülümsemeye başladı: Ayça’yı geri almak için aklına müthiş bir plan gelmişti!

“Onu sana yar etmeyeceğim Han Seul…” diye mırıldandı. Ve kararlı adımlarla yürümeye başladı: Aylin’le konuşması lâzımdı…

FT Island – Missing You

Günler geçiyordu… Mostly Harmless’ın albümü çıkar çıkmaz büyük sükse yapmıştı. Dört çocuk delice bir koşuşturma içine girmişlerdi; o TV programı senin, bu imza günü benim gezip duruyorlardı. Ufak çapta konserler de düzenlenmişti. Ama asıl büyük konserleri beş gün içinde şehrin büyük sanat merkezi “Hall of Arts”da gerçekleşecekti. Gençlere bu konser sırasında profesyonel dansçılar da eşlik edecekti. Fakat bir de kendi dansları vardı ki, Moon Jee ve arkadaşları kontratı ilk imzaladıkları günden beri bir kareografla birlikte bu dansı mükemmelleştirmek için çabalayıp duruyorlardı.

Jae Hwa elindeki dergiyi bırakırken yüzüne memnun bir gülümseme gelip yerleşmişti. Dergide Mostly Harmless’dan “müzik dünyasında yepyeni, taptaze bir soluk” diye bahsediliyordu. Çıkışını yeni yapan bu gruba tam sekiz sayfa ayrılmıştı, üstelik MBLAQ ve Bigbang hakkındaki haberler bile üç-dört sayfayı geçmezken! Röportajı yapan muhabir onları öve öve bitirememişti; her biri üniversite mezunu olan bu genç müzisyenler diğer boyband’lerden çok farklı ve özgün bir grup olarak anlatılıyordu yazıda.

O sırada cafe’nin kapısı açıldı ve içeri Moon Jee girdi. Genç adamın üzerinde dar kesim bir pantolon ve deri bir mont vardı; içindeki V-yaka kazaktan görünen geniş göğsü ve gözündeki güneş gözlükleri ile her zamanki gibi çok yakışıklıydı. İçeri girince gözlüklerini çıkardı, sağa sola bakındı. Jae Hwa hemen el salladı. Moon Jee’nin yüzüne sevimli bir gülümseme yayılırken genç adam hızlı adımlarla onun yanına geldi.

“Selam Jae Hwa-ya! Naber?”

“Benden iyilik, asıl senden n’aber?” dedi Jae Hwa neşeyle. “Albüm çıktığından beri yüzünüzü gören cennetlik!”

Moon Jee sevimlice güldü. Sonra umursamazca elini salladı: “Amaan, her zamanki koşuşturmalar işte…” Jae Hwa muzipçe sırıttı: “Gören de seni kırk yıllık rock star zannedecek! Daha dur, yeni ünlü oldunuz, kendini şöhrete fazla kaptırma!”

Moon Jee: “Haha, öyle öyle!” diye gülerken üç kız az ötedeki masaların birinden kalkıp yanlarına geldi. Kızlardan en girişken olanı: “Afedersiniz, siz Moon Jee Oppa’sınız, değil mi? Sizle bir fotoğraf çektirebilir miyiz?” diye sordu. Moon Jee her zamanki sempatikliğiyle “elbette!” diye yanıtlayıp hayranlarıyla fotoğraf çektirirken Jae Hwa onu gülümseyerek izliyordu. Son birkaç hafta içinde bu tatlı genç adamla samimi bir arkadaşlık kurabildiği için çok mutluydu. Moon Jee’yle yine her zamanki barda karşılaştıkları o hüzünlü geceyi hatırladı: Ayça’nın gittiği günün iki gün sonrasıydı. Moon Jee kadehleri yine ardı ardına deviriyordu. Sarhoşluğun verdiği açık sözlülükle:

“Artık kendimi işime adayacağıma dair Hae In’e söz verdim,” diye anlatmıştı, “Hem Ayça da böyle isterdi… Ama bu gece son bir defa yas tutacağım Jae Hwa-sshi: Beni bırakmak zorunda kalan güzel sevgilim için bu gece içebildiğim kadar içeceğim!”

Sonra, gece boyu bir yandan içmiş, bir yandan da muhabbet etmişlerdi. Jae Hwa duygularını artık kalbine gömmüş, bu tatlı adamın arkadaşı olmayı kabullenmişti. Böyle olunca da muhabbetin tadına doyulmaz oluyordu. O geceden sonra aralarında samimi bir arkadaşlık kurulmuş, iki genç ara ara görüşür olmuşlardı.

“Ee, büyük konsere hazır mısın?” diye sordu Jae Hwa, genç kızlar kendi masalarına döndükten sonra. Moon Jee her zamanki afacan ifadesiyle:

“Ben hazırım da, bizim çocuklar için aynı şeyi söyleyebilir miyim, bilmiyorum,” diye sırıttı. “Joon Hwa ve Hyung Kan arasında aşk olduğuna dair dedikodular çıktı çıkalı zavallı Joon Hwa hayalet gibi geziyor! Su Hyun onu bunun bir promosyon malzemesi olarak gerekli olduğuna, bütün büyük gruplarda böyle dedikodular olduğuna zor ikna etti! Yu Ra’ya bu söylentilerin gerçek olmadığını nasıl anlatacağını kara kara düşünüp duruyor zavallı!”

İki genç gülüştüler. Zavallı Joon Hwa’nın ünlü olmak için ödemesi gereken bedeller bir türlü bitmek bilmiyordu!

“Ya sen nasılsın? Baban yine seni bir başka geleceği parlak adamla evlendirmeye falan çalışmıyordur umarım…”

Jae Hwa sevimlice güldü: “Hayır, neyse ki artık bu saçma sapan düşüncelerden vazgeçti. Hatta bil bakalım neler oldu: Onunla konuştum ve “babacığım, neden şirketleri yönetmek için bir damada ihtiyaç duyuyorsunuz ki?” dedim, “bu işi ben de pekala yapabilirim!” Evet, aynen böyle dedim işte!”

Jae Hwa kendinden emin bir biçimde gülümseyince Moon Jee heyecanla:

“Vayy, süpersin!” dedi hemen, “Ama iş dünyasına ilgin olduğunu doğrusu bilmiyordum!”

“Aslında ben de bunu yeni yeni farkına varıyorum,” diye açıkladı Jae Hwa. “Önceleri şirket işlerini sıkıcı bulurdum. Ama geçenlerde tesadüfen Busan’daki otel inşaatıyla ilgili raporlar elime geçti; dişçi randevumda beklerken onları incelemeye başladım. Raporları okudukça rahatlıkla anlayabildiğimi fark ettim Moon Jee! Meğer biz okulda epeyce bir şeyler öğrenmişiz!”

“Haha, sen kendi adına konuş, ben derslerden tek kelime bile hatırlamıyorum,” diye sırıttı Moon Jee. Jae Hwa gülerek onun omzuna hafifçe vurdu:

“Öyle diyorsun ama eminim o bilgiler senin de bilinçaltına yerleşmiştir! Neyse işte, raporları okurken proje sorumlusunun maliyet-fayda analizi yapmaktan bile aciz bir adam olduğunu fark ettim ve ağzım açık kaldı! Hemen babamı aradım, ona olan biteni anlayabileceği bir dille anlattım. Babam da adamı çağırıp bir güzel fırçalamış!” Jae Hwa neşeyle göz kırptı: “Böylece babamın gözündeki kredim bir anda tavan yaptı: Babam kızının sadece süsülenip püslenip gezen bir taş bebek olmadığını fark etmiş oldu!”

“Senin adına sevindim Jae Hwa,” dedi Moon Jee içtenlikle. Sonra muzipçe güldü: “Eh, ekonomi mezunu olup da işini yapmayan bizim gibi dört adam arasında senin gibilerin varlığı bana Kore’nin geleceği için umut veriyor!”

Jae Hwa gülmeye başladı. Sonra elindeki kadehi Moon Jee’nin önündekine vurdu: “O halde ikimizin de parlak geleceğine içelim! Belki aşkta kazanamadık ama kariyerlerimiz parlak görünüyor!”

Moon Jee burukça gülümsedi ve başını salladı: “Cheers!”

Ross Coperman – They’ll Never Know

Ayça boş bakışlarla odadaki televizyona bakıyordu. Son üç haftadır olduğu gibi canı hiçbir şey yapmak istemiyordu. Bir akıntıya kapılmış da sürüklenir gibiydi.

Artık düşünmeyi de bırakmıştı. Düşünüp düşünüp bir yere varamıyordu çünkü. Anne ve babasına gerçekleri nasıl anlatacağını düşünmekten ve bir çözüm yolu bulamamaktan fena halde sıkılmıştı. San Young’un kavga senaryosunu “şimdi zamanı değil Ayça, bugünlerde şirkette işler kritik, bana biraz daha zaman ver,” diye savsaklamasından da fenalık gelmişti. Ayça birkaç gün daha bu saçma sapan arafta kalma durumunda devam ederlerse sinir krizi geçirip herkesin ortasında “bütün bunlar yalandı! Hepinizi oyuna getirdik!” diye patlamaktan korkuyordu! Ama galiba en sonunda böyle olacaktı…

Mekanik hareketlerle televizyon kumandasına uzandı, can sıkıntısı içinde kanalları gezmeye başladı. Ekrandaki görüntünün ne olduğunu bile anlamadan sinirli bir biçimde değiştirme tuşuna basıyordu.

Birden zınk diye durdu.

Televizyon ekranından Moon Jee’nin gülümseyen yüzü ona bakıyordu.

Ayça kumandayı falan bir tarafa fırlattı, gidip televizyonun dibine kadar girdi, ekrana yapıştı. Nefes bile almaya korkarak izlemeye başladı.

“Bildiğiniz gibi bugün Mostly Harmless’ın Seul’de büyük bir konseri var,” diyordu ekrandaki sunucu. Arts Center’ın önünden canlı bağlantı yapıyorlardı. “Geçtiğimiz haftalarda ilk albümleri hayranlarıyla buluşan Mostly Harmless, müzik piyasasında uzun zamandır kırılamayan bir rekorun sahibi oldu: Albüm, çıktığı ilk hafta tam beş yüz bin kopya sattı!” Bu esnada görüntüye yeniden Moon Jee’nin ve gruptakilerin görüntüleri gelmişti. Ayça nefesini tuttu: Moon Jee’nin konuşup gülüşürken, büyük bir ciddiyetle gitarı çalıp şarkısını söylerken çekilmiş görüntülerini büyülenmiş gibi izlemeye başladı. Bu arada gruptakilerin röportaj kayıtları ekrana gelmeye başlamıştı. İlk konuşan, grubun lideri olarak Moon Jee’ydi. Genç adam yüzünde ciddi bir ifadeyle:

“İlk büyük konserimiz için hepimiz çok hazırlandık,” diye anlatmaya başlamıştı, “Bugünlere gelebilmek için çok büyük emekler verdik… Hayranlarımızı hayalkırıklığına uğratmayacağımızı umuyoruz…”

Röportajı yapan genç muhabir kız muzipçe:

“Fakat sizin gizli bir aşkınız olduğu dedikodusu kulağımıza geldiğinden beri tüm genç kızlar zaten hayalkırıklığına uğradı Moon Jee-sshi,” deyince Moon Jee sevimli bir kahkaha attı:

“Eh, bu konuda yapabileceğim bir şey yok… Kalbim gerçekten de dolu, üzgünüm bayanlar…” Ancak hemen sonra, gözleri bulutlandı. Buruk bir ifadeyle ekledi: “Fakat kalbimin sahibi şimdi çok uzaklarda…”

O sırada Moon Jee’nin hemen yanındaki Jin Beom muzipçe muhabbete atladı: “Kızlar Moon Jee Hyung’u bırakıp biraz da bizle ilgilensin, bakın her birimiz bekarız!”

Diğerleri de gülerek lafa karıştılar, muhabbet başka konulara kaydı. Moon Jee de yüzündeki burukluğu atmış, onlarla gülüp konuşmaya başlamıştı. Ayça ise gözlerini ondan ayıramadan ekrana bakmaya devam ediyordu. Farkında bile olmadan elini televizyon ekranına uzattı: Sanki karşısındaki gerçekten de Moon Jee’ymişçesine parmak uçlarını onun yüzüne dokundurdu. Moon Jee’nin koyu kumral, afacan saçları… O yumuşacık saçları bir defa daha okşamak için neler vermezdi! Beyaz alnı, güzel burnu… Muzipçe kıvrılan dudakları… Ayça her birini ne çok özlediğini fark ederken kalbi asit dökülmüş gibi yanıyordu sanki…

Birden görüntü değişti, kamera yeniden canlı yayında konser salonunun dışındaki muhabire döndü. Ayça kendine gelip elini ekrandan çekti. Gözlerinden damlayan yaşları da o anda fark etti. Çabuk bir hareketle yüzündeki yaşları sildi. Sonra derin derin içini çekti.

Moon Jee’yi çok özlemişti… Onu yirmi günde deliler gibi özlemişti. Onu öyle çok, öyle çok özlemişti ki, tam iki sene boyunca ondan ayrı kalmaya nasıl tahammül edeceği hakkında hiçbir fikri yoktu…

Yavaşça çantasına uzandı. Çantanın ufak iç gözünden özenli hareketlerle beyaz bir peçete çıkardı. Peçetenin kenarlarını özenle açtı. İçinden sapları birbirine bağlanmış üç tane kuru papatya çıktı: Moon Jee’nin ona verdiği yüzük…

Moon Jee’nin ona bu yüzüğü verdiği an’ı hatırlayınca birer damla gözyaşı daha süzüldü gözlerinden… Mezarlıkta, anne ve babasının mezarları başında diz çökmüş olan genç adam, hüzün dolu ama kararlı gözlerle avcunu açmış, ona bu papatyaları uzatmıştı: “Benimle evlenir misin Ayça?”

Ayça bir defa daha o çok hüzünlü, ama çok duygulu dakikaları düşünürken içinden yükselen isyan duygusuna engel olamadı: Neden?? Neden ondan uzak kalmak zorundaydı?! Neden onun yanında olamıyordu?! Çok saçma değil miydi bu olanlar?!

Birden odasının kapısı açıldı, içeriye ablasının neşeli yüzü uzandı:

“Ayça?? Daha hazırlanmadın mı?? Hadi, geç kalacağız!”

Ayça hemen toparlandı. Gözlerinden süzülmüş olan gözyaşlarını elinin tersiyle silerken atıldı: “Tamam! Hazırım ben, çıkabiliriz!”

Böyle deyip çantasına uzandı. Aylin’se saklayamadığı bir heyecanla kardeşine bakıyor, yüzündeki gülümsemeyi kontrol altına almaya çalışıyordu. San Young’la beraber kardeşine inanılmaz bir sürpriz hazırlamışlardı. Geçen akşam San Young yanına gelip:

“Noona… Ayça bu nişan hazırlıkları stresinden iyice yoruldu ve sinirleri yıprandı. Ben onun daha fazla üzülmesini istemiyorum. Çok delice bir planım var, ama bunun için senin yardımın gerekli…” dediği zaman işin altından böyle bir şey çıkacağını tahmin bile edemezdi! Ama şimdi bu planda tuzu olduğu için sevinçten yerinde duramıyordu: Birazdan Ayça’ya hayatının sürprizini yaşatacaktı!

Ayça’yı odadan telaşlı ve neşeli hareketlerle çıkarıp kapıyı çekerken aslında kardeşinin hayatını mahvetmek üzere olduğundan haberi bile yoktu!

One Republic – Someone to Save you

Jae Hwa bir yandan “geç kaldımmmm!” diye kendi kendine söyleniyor, bir yandan da diğer arabalar arasında delice makaslar atıp hızla sürüyordu arabasını. Moon Jee’nin konseri başlamak üzereydi ve kendisi aptal gibi bu trafikte sıkışıp kalmıştı! Genç kız ilerideki trafik ışıklarının kırmızıya döndüğünü görünce öfkeyle dişlerini gıcırdattı: Bu acele içinde bir de kırmızı ışığa yakalanmıştı! Oh, çok güzel valla!

Sert bir frenle arabasını durdurdu, uflayıp puflayarak ışığın yeşile dönmesini beklemeye başladı. Sonra fırsattan istifade arabanın dikiz aynasını kendine doğru çevirdi: madem bekliyordu, bu arada makyajını kontrol etmek fena fikir değildi.

Birden, aynada gördüğü bir manzarayla gözleri hayretle irileşti:

San Young… ve Ayça!

Jae Hwa sert bir hareketle arkasını döndü, az ileride yürüyen kalabalık grupta, en önde ilerleyen kız ve delikanlının yüzünü seçmeye çalıştı. Ama aynı anda trafik lambası yeşile dönmüş, arkadaki arabalar korma çalmaya başlamıştı bile. Jae Hwa: “Patlama be adam!” diye bağırdı; sonra mecburen arabasını ilerletti. Bir yandan da hâlâ dikiz aynasına bakıyor, arkadakilerin yüzünü görmeye çalışıyordu. Aklı karmakarışık olmuştu: Şimdi Türkiye’de olması gereken Ayça’nın, burda, hem de San Young’la birlikte ne işi vardı?! Peki ya yanlarındaki kişiler kimdi? Jae Hwa, içlerinden birinin San Young’un annesi olduğuna yemin edebilirdi! Bir de Ayça’ya benzeyen bir kız daha vardı ve elinde elbise kılıfına konmuş beyaz bir elbise taşıyordu…

Beyaz elbise… Yoksa…?!

Jae Hwa aklına gelen ihtimalle irkildi! Arabayı kenara çekip sert bir frenle durdu.

Sonra alaycı bir gülüşle: “Yok canım?? Daha neler?! Saçmalama kızım!” dedi kendi kendine. Ama içinde büyüyen şüpheyi bir türlü söküp atamıyordu.

Birden kararını verdi. Sol sinyalini verip fırsat bulduğu anda direksiyonu sola kırdı: Az önceki kavşağa geri dönüyordu. Olan biteni öğrenmeden içi rahat etmeyecekti!

Yarım dakika sonra arabasını kenarda bir yere park etmiş, hızla Ayça ve San Young’u gördüğünü zannettiği yere doğru koşturmuştu. Fakat ortalıkta onlara benzeyen kimse yoktu. Jae Hwa sağa sola bakındı; sonra az ilerideki yüksek camlı, modern bir mimarisi olan bir binanın ne olduğunu anlayınca heyecandan soluğu kesildi:

Sergi galerileri, konser salonları, kokteyl ve davetler için büyük salonlar içeren bir merkezdi burası… ve içeride nikah törenleri de yapılıyordu!

Jae Hwa’nın ağzı açık kalmıştı: Korktuğu şey gerçek oluyordu galiba. Ayça ve San Young gerçekten de evleneceklerdi!

Ama… ama nasıl olurdu bu?! Ayça’nın Moon Jee’yi çok sevdiğine emindi. Hatta o kız Moon Jee’yi zavallının kendisini sevdiğinin yarısı kadar bile seviyor olsa, gidip bir başka adamla evlenemezdi! Hem de bu adam San Young’sa?!

Jae Hwa, Ayça ve San Young arasındaki eski ilişkiden çoktandır haberdardı ama Ayça’nın bir daha o adama dönebileceğini rüyasında görse inanamazdı! Neler oluyordu Tanrı aşkına?!

Jae Hwa birkaç saniye yolun ortasında böylece durdu. Sonra birden kararlılıkla başını kaldırdı: Böyle olduğu yerde durarak neler olduğunu öğrenemezdi! Hemen şimdi içeri gidip neler döndüğünü kendi gözleriyle görecekti!

Böylece kararlı adımlarla büyük, geniş camları olan beyaz binaya girdi ve koşturarak danışmaya ilerledi. Danışmadaki görevli gence yaklaştı:

“Afedersiniz, ben bugün burada bir nikah olup olmadığını öğrenmek için gelmiştim.”

“Evet, beşinci katta bir nikah salonumuz var,” diye cevapladı genç adam. “Siz kimin nikahına davetlisiniz?”

“Kang San Young,” dedi Jae Hwa hemen, “Kang San Young ve Ayça isminde bir bayan. Lütfen listeden kontrol eder misiniz?”

O sırada lobiye inen asansörün kapısı açıldı ve içeriden San Young çıktı. Genç adam kendi kendine neşeyle sırıtıyordu: Aylin’in yardımıyla Ayça’yı buraya getirmeyi başarmışlardı. Aylin, kardeşine çok romantik bir sürpriz yapıldığını düşünerek genç adamın planına dahil olmuştu. Ayça’ya Kore geleneklerine göre asıl düğünden önce bir düğün provası yapıldığını söylemişler, genç kız da gelinlik giyip provaya katılmaya razı olmuştu. Oysa ki aslında prova falan yoktu: San Young, bir avuç davetlinin katılacağı ufak çapta bir nikah töreni organize etmişti!

Genç adam bunları içinden geçirip halinden memnun gülümserken, birdenbire danışmadaki genç kızı gördü ve gülümsemesi dudaklarında dondu:

Jae Hwa!

O sırada danışma masasındaki görevli genç listede San Young’un ismini bulmuştu: “Aa evet… Bugün dediğiniz çiftin nikahı var: Kang San Young ve Ayça Güneş. Tam yarım saat sonra.”

Jae Hwa derin bir nefes koyverdi! Buna cidden inanamıyordu. Ayça nasıl olur da böyle bir şey yapardı yaa?!

Birdenbire birisi sertçe kızın kolunu kavradı! Jae Hwa şaşkınlıkla başını çevirdiğinde San Young’un öfkeli gözleriyle göz göze geldi.

“Burda ne işin var?” diye tısladı San Young. “Nerden haber aldın??”

Jae Hwa sert bir hareketle kolunu kurtardı ve öfkeyle bağırdı: “Sen ne halt ettiğini sanıyorsun?! Evlilik de ne demek? O kız başkasını seviyor!”

San Young bir an şaşkınlıkla duraklayınca genç kız ileriye doğru bir hamle yaptı: “Gidip Ayça’yla konuşacağım! Onu senle evlenmekten vazgeçireceğim!”

O sırada San Young da kendini toparlamıştı. Hemen koşturarak Jae Hwa’yı yakaladı, belinden tutup havaya kaldırdı! Jae Hwa’nın ayakları boşluğu döverken genç kız: “Bırak! Bıraksana bee!” diye bağırıyordu! San Young’sa şaşkınlık içinde bu manzarayı izleyen danışma görevlilerine dönmüştü:

“Çabuk bana güvenliği çağırın! Bu kadın benim eski nişanlım, benim nikahımı mahvetmeye geldi!”

Güvenlik görevlileri koşup yetiştiler. San Young genç kızı onların ellerine teslim ederken: “Bu bayanı lütfen içeri sokmayın, nikahımda rezalet çıkaracak!” diye tembih etmeyi ihmal etmedi. Jae Hwa ise hayret ve öfkeyle bağırıyordu: “San Young?! Ayça’yla konuşmama neden izin vermiyorsun Allah’ın cezası?! Neler oluyor, neler oluyor haa?! Bırakın beniii!”

Fakat bu sırada genç kız görevliler tarafından çeke çeke götürülüp binanın dışına çıkarılmıştı bile. Onun çığlıkları giderek uzaklaşırken San Young derin bir soluk aldı: Jae Hwa maydonoz olmadan bu işi bir an önce halletmeliydi!

Binanın dışına çıkarılan Jae Hwa ise öfkeyle durup soluklanmıştı. Gözlerini kısıp bir defa daha kapıda durup onu süzen güvenlik görevlilerine baktı. Sonra öfkeyle arkasını döndü. Hızlı adımlarla yürümeye başladı.

Neler döndüğünü bilmiyordu ama bu işin içinde bir iş olduğundan emindi. Ayrıca madem kendisi yapamayacaktı… o halde bu nikahı durdurabilecek tek bir kişi vardı…

Rocco Deluca & The Burden –  Mystified

Moon Jee’nin konseri çoktan başlamıştı. Genç adam ve arkadaşları büyük tezahüratlar eşliğinde çıkmışlardı sahneye. Beş bin kişilik konser salonu hınca hınç doluydu. Hatta içeri giremeyen hayranlar kapıda birikmiş, sevgili oppalarının sesini hiç değilse kapılar ardından duyabilmek için bekliyorlardı.

Konser başlarken Han Seul bu kalabalık arasından güçlükle sıyrılıp da girmişti içeri. Genç adam en ön sıradaki yerine ilerlerken etrafındaki kalabalığa neşe ve şaşkınlık karışımı bakışlar atmadan edemiyordu: Kardeşinin konserine ilk kez geliyordu (bir önceki esnasında çok işi vardı: kötü adamlar tarafından kaçırılmakla meşguldü!) ve onun bu kadar çok hayranı olması karşısında hayrete düşmüştü: Seul’ün 14-30 yaş arası bütün kadınları bugün buraya toplanmış gibiydi; gerçi genç erkekler de az sayıda değildi; anlaşılan o ki, Mostly Harmless genç nüfus arasında çoktan popüler olmuşlardı bile.

Han Seul bu düşünceler arasında yerine doğru ilerlerken birden kalbi yerinde hopladı: En ön sırada Hae In’i görmüştü.

Hae In bugün çok güzeldi: Genç kız saçını topuz yaptırmış, güzel boynunu açıkta bırakan hoş bir elbise giymiş ve güzel kirpiklerini, dolgun dudaklarını ortaya çıkaran hafif bir makyaj yapmıştı. Han Seul yavaş adımlarla onun oturduğu sıraya doğru ilerlerken gözlerini yandan hafifçe profilini gördüğü bu güzel kızdan ayıramıyordu. Bir yandan da şaşkınlıkla, bu hislerine bir anlam vermeye çalışıyordu: Daha önce yüzlerce defa gördüğü bu kızın güzelliğinden etkilenmek için neden bugünü seçmişti acaba?!

“Onu çok özledin de ondan…” dedi içinden bir ses.

Han Seul birden durdu. Sonra yavaşça başını eğip gülümsedi: Evet, doğruydu. Hae In’i uzun bir aradan sonra ilk defa görüyordu ve genç kızı gerçekten çok özlediğini fark etmişti… Onun sessiz ve derin dostluğu farkına bile varmadan yüreğine usul usul sızmış, Han Seul’ü adeta kendisine bağımlı kılmıştı. Genç adam birden Hae In’in sevimli kahkahalarını duymak, sıcak gülümsemesini görmek için şiddetli bir arzu duydu. Bu arzunun verdiği kararlılıkla hızlandı, en ön sıraya kadar ilerledi.

Hae In yanındaki koltuğa birinin oturduğunu fark edince gayriihtiyari başını çevirip şöylece bir bakış atmıştı. Sonra birden gözleri açıldı: Yanına oturan kişi Han Seul’dü!

“Merhaba,” diye sıcacık gülümsedi Han Seul. “Görüşmeyeli nasılsın?”

Hae In hemen toparlandı, yüzüne hafif mesafeli, ama sevimli bir gülümseme kondurdu: “İyiyim, teşekkür ederim. Ya sen nasılsın?”

“Ben de iyiyim,” diye gülümsedi Han Seul. Sonra yumuşak bir sesle ekledi: “Bu arada… Moon Jee ile barıştık…”

“Biliyorum, bana söyledi,” diye tatlılıkla gülümsedi Hae In. “Çok sevindim Han Seul…”

“Teşekkür ederim,” dedi Han Seul. “Sen olmasan-“

Birden genç adamın lafı yarıda kaldı: Sahnede ışıklar yanıp sönmeye, konfetiler patlamaya başladı. Mostly Harmless’ın ilk şarkısının intro’su tüm hoparlörlerden yankılanırken bütün salon çığlıklar ve alkışlarla coşmuştu: Mostly Harmless sahneye çıkıyordu!

Hae In de neşeyle alkışlamaya başlamıştı. Han Seul onu bir an özlemle süzdü, sonra o da başını sahneye çevirdi. Ama konser biter bitmez Hae In’le uzun uzun konuşup ondan özür dilemeyi ve aradaki buzları eritmeyi kafasına koymuştu.

“Ay canım, çok güzel olduuuuun!”

Annesi ve ablası başında durup onu hayran hayran süzerken Ayça aynadaki görüntüsüne umursamaz bir bakış attı. Genç kızın üzerinde straplez, yakası dantel işlemeli, çok güzel bir gelinlik vardı; saçı topuz yapılmış, üzerine bir taç kondurulmuştu. Ayça sızlandı:

“Hadi gelinliği anladım da, basit bir prova için makyaj yaptırmama ne gerek vardı yav? Niye ısrar ettiniz anlamadım ki…”

Anne ve Aylin birbirlerine bakıp hafifçe kıkırdadılar. Aylin, olan biteni anne ve babasına da anlatmıştı. Babası biraz homurdanmıştı (böyle sürpriz mi olurmuş? Kız belki hâlâ emin değildir, nişanlılık devresi bunun için var!) ama Aylin onu yatıştırmıştı: Hem kendileri de bir an önce bu işin sonuca ulaştığını görüp gönül rahatlığıyla evlerine dönebilirlerdi, değil mi ama?

O sırada kapı çalındı. Aylin hemen koşturdu. Kapıda San Young duruyordu.

“Noona, nikah memuru on dakika sonra salona gelecekmiş…” dedi genç adam alçak sesle. “Siz Ayça’yı getirirsiniz, değil mi?”

“Tamam canım, sen merak etme,” dedi Aylin ve kapıyı örttü. Ayça merakla ona baktı: “San Young muydu? Ne istiyormuş?”

“Hiç,” diye omuz silkti Aylin, “On dakika sonra prova başlayacakmış… Sen neler söyleyeceğini, ne yapacağını ezberledin mi?”

Ayça omuz silkti: “Evet, zor bir şey değil ki… Hem prova bunun için değil mi zaten?”

Aylin ona dik dik baktı: “Kızım, bu ne heyecansızlık? Gören de sen değil, eltinin yeğeninin kayınbiraderi evleniyor zannedecek! Azıcık gül, neşelen yaa!”

Ayça gözlerini devirdi. “Ne evlenmesi yaa…” diye geçirdi içinden.

Oysa birazdan onu büyük –ve kötü!- bir sürpriz bekliyordu!

Jae Hwa arabasının kapısını hızla kapattı ve fırtına gibi koşmaya başladı: Nerdeyse yirmi dakika geçmişti bile! Bu gidişle zamanında yetişemeyeceklerdi! Kahretsin!

Genç kız konser salonunun kapısına gelince hayret dolu bir ıslık koyverdi: Bu kadar insan arasından geçip de konser salonuna girebilmesi için supermen falan olması lazımdı!

Genç kız kaşlarını çatıp yumruklarını sıktı: “Hadi Jae Hwa, yapabilirsin! Aja Aja Fighting!”

Ve saçının, makyajının bozulacağına falan aldırmadan, insanları itip kapıya doğru ilerlemeye başladı. Bir yandan da “izin verin! Geçmem lâzım! Çok, çok önemli, hayat-memat meselesi!” diye bağırıyordu! En sonunda kapıya ulaşabildiği zaman zavallı kız savaştan çıkmış gibiydi! Elindeki davetiyeyi kapıdaki siyah takım elbiseli, güneş gözlüklü görevliye uzatırken sırıttı. Görevli gözlüğünün üzerinden bu saçı başı dağınık, ruju elbisesinin yakasına bulaşmış, topuklu ayakkabılarından birinin topuğu kırılmış haldeki kızı şaşkınlıkla süzdü, sonra başını sallayarak salonun kapısını açtı: Jae Hwa neşe ve coşkuyla içeri doğru koşturdu.

Bu sırada konser çoktan hızını almıştı bile: Moon Jee ve Mostly Harmless My Precious şarkılarını söylerken salondaki seyirciler de hep bir ağızdan onlara eşlik ediyordu. Jae Hwa sahnede Moon Jee’yi görmesiyle birlikte bir an durakladı: Genç adamın yakışıklılığı göz kamaştırıcıydı. Moon Jee bu defa beyazlar içerisindeydi. Saçları yine asi bir biçimde karıştırılmıştı. Yüzünde kendisine o çok yakışan sevimli gülümsemesi, büyük bir enerjiyle şarkısını söylüyor, zıp zıp zıplıyordu! Jae Hwa, tüm acelesine rağmen bir an gülümsemeden edemedi: Moon Jee sahneye gerçekten de çok yakışıyordu.

Sonra silkindi ve koşturarak sahnenin dibindeki koltuklara kadar geldi. Bir yandan da ellerini kollarını sallayarak dikkat çekmeye çalışıyordu. Ama tüm seyirciler ayaklanmış, bağıra çağıra şarkılara eşlik ederken bunu başarması pek de kolay olmayacaktı!

O sırada şarkı bitti. Moon Jee: “Teşekkürler! Harikasınız!” diye bağırdı ve yeni şarkıya geçmeye hazırlandı. Bir anlığına müzik sustu.

Jae Hwa’nın gözleri ışıldadı: Şimdi tam zamanıydı.

Bütün gücüyle bağırdı:

“MOON JEE-YAAAA! AYÇA EVLENİYOR!”

Salondaki sesler birden kesildi. Moon Jee’nin gözleri hayretle irileşmişti. Genç adam elinin sert bir hareketiyle yeni şarkının ilk notalarını çalmakta olan Hyung Kan’ı susturdu, sonra koşarak sahnenin dibine kadar geldi. Jae Hwa’ya doğru eğildi:

“NE?! Sen ne dedin?!

“Ayça evleniyor dedim!” diye bağırdı Jae Hwa. Artık bağırmasına gerek kalmamıştı, ama genç kız heyecanını bastıramıyordu: “Ahyon-Dong’da, ana caddedeki bir düğün salonunda! San Young bir şekilde onu kandırmış olmalı! Onu durdurmalısın Moon Jee!”

Birden bütün salon karıştı: Seyirciler olanlara inanamıyorlar, kendi aralarında fısıldaşıyorlardı: “Nasıl yani?” “Moon Jee Oppa’nın sevgilisi mi evleniyormuş?” “Bu kız kim peki?!”

Tüm salon gürültüyle dolarken Han Seul ve Hae In de şok olanlar arasındaydılar. Han Seul ani bir hareketle yanındaki genç kıza döndü:

“Bundan senin haberin var mıydı?”

“Ha-hayır!” diye kekeledi Hae In. Genç kız şok olmuştu. “Ben… ben Ayça’nın Türkiye’de olduğunu sanıyordum…”

Han Seul derin bir nefes koyverdi: “Ama anlaşılan dönmemiş… Ve o pislik herifle evleniyor! Hae In, bu nasıl olur?!”

Hae In sadece başını iki yana sallayabildi. Olanlara hiçbir anlam veremiyordu…

Moon Jee de ne yapacağını bilemez gibiydi. Sahnede bir o tarafa, bir bu tarafa doğru yürüdü. Yüzünde büyük bir şok ifadesi vardı.

Sonra birden, sert bir hareketle döndü. Hızlı hızlı yürüdü, sahnenin en önüne kadar geldi. Şimdi yüzü tüm salona dönüktü:

“Siz de duydunuz,” diye söze başladı, “Sevdiğim kadının şu anda evleniyor olduğu haberini aldım! Şimdi hepinizin huzurunda size soruyorum: Bana izin verir misiniz? Gitmeme izin verir misiniz? Gidip onu durdurmak istiyorum! Hatta şu anda hayatta en çok istediğim şey bu! Ama…”

Genç adam bir an durdu. Alnı endişeyle kırışmıştı. Sonra:

“Ama benim öncelikli sorumluluğum hayranlarıma, yani sizlere karşı olan sorumluluğum! Hepiniz buraya harika bir konser için geldiniz ve ben şu anda bunu mahvetmek üzereyim!” dedi titreyen bir sesle. “O yüzden size sormak istiyorum: Moon Jee Oppa’nıza gitmesi için izin verir misiniz?!”

Salondakilerin hepsi şaşkınlık içinde kalakalmışlardı. Herkes aptala dönmüştü, hayatlarında daha önce böyle bir şeyle karşılaşmamışlardı! Şaşkınlıktan elini ağzına kapatanlar, birbirleriyle fısıldaşmaya başlayan genç kızlar, ne diyeceğini bilemeden sahneye bakanlar…  Moon Jee ise heyecan ve endişe içinde gözlerini salondakilerin üzerinde dolaştırıyor, ve bir cevap bekliyordu.

FT Island – Thunder

Birden Han Seul ayağa fırladı. Ellerini ağzının iki yanında birleştirdi ve bağırdı:

“APTAL! NE DURUYORSUN, GİTSENE! AYÇA’YA KOŞSANA! ONU DURDURMAK ZORUNDASIN!!!”

Bütün başlar Han Seul’e döndü. Moon Jee’ninse birden gözleri doldu: Genç adam kendisine sevgiyle bakan ağabeyine hafifçe gülümsedi.

O sırada Hae In de ayağa fırlamıştı. Arkasında oturanlara döndü:

“Hadi, susmayın!” diye bağırdı, “Bana eşlik edin!” Ve Moon Jee’ye dönüp bağırmaya başladı: “MOON JEE! KOŞ! KOŞ GİT! KOŞ GİT, DURDUR ONUUUU!”

Birden bütün salon dalgalandı. En öndeki fanlardan biri, şişman bir kız bağırmaya başlamıştı: “Moon Jee oppaaaa! Git onu durduuuur!”

“Evlenmesine sakın izin vermeee!” diye bağırıyordu bir başka genç kız. Sonra bir an durdu, ekledi: “Ama sen de evlenme, tamam mıııııı???”

“Git! Git! Git!” diye tempo tutuyordu bir başka dörtlü.

Moon Jee’ninse salondan yükselen sesleri duydukça yüzüne muhteşem bir gülümseme gelip yerleşmişti. Genç adam artık heyecanını gizleyemiyordu; yine mikrofona yapıştı:

“Teşekkürler! Milyonlarca kez teşekkürler! Benim mutlu olmamı isteyeceğinizi biliyordum! Sizi çok ama çok seviyorummm!”

Ve hayranlarının coşku dolu çığlıkları arasında Jin Beom’a döndü: “Anahtarlar!” Jin Beom onun ne demek istediğini anlamıştı, sert bir baş hareketiyle onayladı ve Hyung’una bir anahtarlık fırlattı. Moon Jee ona teşekkür anlamında göz kırptı ve fırtına gibi koşarak sahneden indi. Çıkış kapısına doğru deli gibi koşmaya başladı.

Ayça’ya gidiyordu! Ayça’yı almaya gidiyordu!

Jae Hwa ise yapması gerekeni yapmış olmanın iç huzuru ve hafif bir buruklukla onun gidişini izliyordu:: “Güle güle Moon Jee…” diye mırıldandı. “Çok mutlu ol, tamam mı?”

Genç kız gülümserken gözlerinden birer damla yaş süzüldü.

“Hazır mısın tatlım?”

Ayça bıkkınca başını salladı. Bir an önce şu provayı bitirip üzerindeki gelinlikten kurtulmak istiyordu! Ayrıca başında sırıtıp duran ablası da giderek sinirlerini bozmaya başlamıştı. Ona ters ters baktı:

“Hayrola? Bugün keyfin çok yerinde?”

“Sebebini birazdan öğreneceksin,” diye kıkırdadı Aylin ve Ayça’nın bir şey demesine kalmadan onu salonun girişine doğru itiverdi: “Hadii!”

Ayça içini çekip yürümeye başladı. Şu koridoru dönünce provanın yapılacağı salona gireceğini söylemişlerdi ona.

Ayça somurtuk bir suratla yürüdü, koridoru döndü ve…

…Gözlerine inanamadı:

İçeride, insanlar masalara oturmuş, içeri girdiği anda her birinin yüzü kendisine dönmüştü. Ayça şaşkınlıkla başını kaldırınca az ileride San Young’un ayakta durup gülümseyerek ona baktığını gördü. Onun hemen yanı başında ise… nikah memuru vardı!

Ayça’nın gözleri hayretle açıldı. Genç kız soğuk soğuk terlemeye başlamıştı: Bu… ne demek oluyordu?!

İlk tepkisi arkasını dönüp kaçıp gitmek oldu! Ama Aylin onu kolundan tuttu. Muzip bir biçimde kardeşinin kulağına eğildi:

“Hadi amaaa! San Young bu sürpriz için az uğraşmadı! Hem bak annemle babam da heyecan içinde senin gelmeni bekliyorlar…”

Ayça gerçekten de anne ve babasının oturduğu yere dönünce sıkıntıyla durakladı: Annesi, yüzünde duygu dolu bir gülümsemeyle ona bakıyordu. Babası ise gülümsemiyordu. Ama yaşlı adamın yüzü dokunsan ağlayacak derecede duyguluydu.

Ayça’nın aklından şimşek gibi: “Eğer kaçıp gidersem… babam bir kriz daha geçirebilir!” diye bir düşünce geçti. Genç kız buz kesti sanki. Ne yapacağını bilemez gibi bir an durdu.

O sırada ablası onu arkadan itekledi: “Hadii! Hadi yürüsene!”

Ayça hafifçe sendeledi. Sonra yavaş ve kararsız adımlarla San Young’un olduğu yere doğru yürümeye başladı. Bütün başlar ona dönmüş, herkes neşeyle bu güzel gelini izliyordu.

Ayça ise içinden çığlıklar atıyordu: “Ne yapacağım?? Ne yapacağım??”

Genç kız içinden bir mucize olması için dua ederek yürürken, mucizesi son sürat ilerlemekte olan bir motosiklet üzerinde buraya doğru geliyordu…

-Bölüm Sonu-

17. Bölüm’ için 14 yanıt

  1. İlk yorum benden geliyor anlaşılan.Bi çırpıda okudum valla.Hele moon jae’nin konserden çıkmasıyla okuma hızım çocukken yapılan okuma yarıslarındaki hızıma eşdeğerdi 😀

    Han Seul ile Moon Jae’nin bölümleri çok güzeldi.Başarılı bir şekilde barışmalarını sağlamışsın tebrik ederim yani.Hiç yadırgamadım.:)

    Dergide bigbang den daha fazla verilmesine hafiften bozulsamda. Beşyüz bin kopyayı okuyunca epey güldüm 😀 Vay be büyük rekor hakketen 🙂

    Bu San Young’u dizi finalinde öldürürsen çok memnun olucam.Acayip kaşınıyor.Yada öldürmek yerine önceki rezilliğinin 2 katı büyüküğünde de bişey olabilir.Acınası bi hale düşmesini istiyorum.:D(acımasız okuyucu)

    Hae in Han seul aşkının ilk adımlarına bu bölümde atılmış oldu.Yakışıcaklar.. Başda Ayça’nın Han Seulle olması gerektiğini düşünüyordum-Sebeb Gong yo :)- Ama iki bölümdür Moon Jae fanıyım 🙂

    Bir dahaki bölümü bekliyoruz.Moon Jae ye sesleniyorum yavaş sür yavrum.Öyle motor tepesinde mazallah kaza olu felan… 😀

    • @Nomuyeppuda: Hoşgeldin sevgili nomuyeppuda! ^^ Sana bu kadar hızlı okutmayı başarabildiysek heyecanı düşürmemişiz demek ki, buna çok sevindim 🙂

      Han Seul ve Moon Jee’nin daha fazla küs kalmalarına gönlüm elvermedi… Ayrıca onlar da birbirleri olmadan yapamazlardı… O yüzden böyle bol güneş-ay göndermeli bir sahneyle barışmış oldular 🙂

      Hahah, Bigbang üyeleri dergiyi görünce sinir olmuşlardır heralde! (“bu ne yaa? biz bunca yıldır bu alemdeyiz, bu adamlar da nerden çıktı?!”) Şaka bi yana, Mostly Harmless’ın yaptığı patlamayı anlatabilmek için biraz abartmış olabilirim; Kore dizisi olduğu için abartmalarımı mazur görünüz efenim 😛 😀

      Ahahah, San Young’un ölmesini istemene çok güldüm 😀 Valla bilmem ki, o kadar acımasız olabilir miyim? Ama ölmese bile süründüreceğimiz kesin 😀 Moon Jee onun cezasını kesecektir merak etme sen 😉

      Hae In ve Han Seul bence de birbirlerine çok yakışan bir çift olurlar, ikisi de çok tatlı çünkü. Gong Yoo’muzu da mutsuz bırakmamak gerek 😉

      Yorumun için teşekkür ederim canım ^^ Gelecek bölümde görüşmek üzere 😉

  2. Unnim yine harika bir bölüm yazmışsın, seni yürekten tebrik ediyorum. Ağzım açık vaziyette okudum, bitirdim, “Ama devamı…” diye sayıklar şekilde buldum kendimi… Hikayenin bağımlısı oldum. Unni, 20 bölüm bile paklamaz… 😦 Sen iyisi mi bu hikayeyi uzat (lütfennn), bu dizi biterse boşluğa düşeceğim. TT
    Şimdiii bölüm yorumuma geleyim… 😀 En eğlenceli kısım. 😀
    San Young (pislukk) nasıl ikna etti, ne ara kızı kandırdı (nişanlılık dönemi geçirip kavgayla ayrılmaya iknasından bahsediyorum şu an, sonuna sonra geleceğim, tutuyorum kendimi 😛 ) yani açıkçası su gibi okudum bitirdim ilk kısmı. Yalnız fikirlerine ben de katıldım, formalite icabı nişanlılık filan… Çocuk, kandırmakta 1 numara! >.<
    Han Seul'ün önce Hae In'le sonra da Moon Jee'yle barışmasına çok sevindim! Hae In'in de arkadaşının isteğini yerine getirmesi çok hoştu. (Hae In gibi melek insanlar gerçek dünyada yok… Olsa ne güzel olurdu?) Bir de Moon Jee'ye attığı tokatı içimden yükselen alkışlarla okudum, aferin kıza, baktı ki çocuk az daha delirecek aldı ele ipleri. Gerçi Moon Jee'ye de acıdım, sevgilisinin gitmesini kaldıramadı… 😦 Ama Hae In yola getirdi onu, getirmeye de devam ediyor, edecek, etmeli. (Etmek fiilini çekimle deseler ancak bu kadar olurdu. 😀 )
    Moon Jee ve abisinin barışma sahnesini (kotama rağmen müzikli olarak) okuduğumda hüngür hüngür ağlamaya başladım. Anlatamam, inanılmaz derecede duygusallaştım. Canlarım ya, çok seviyorum onları… TT TT Müzik seçimlerin mükemmel, bazen kahkahalarla güldürüyor, bazen de burun çektirerek ağlatıyorlar, çok çok çok güzeller. Mesela o sahnede durmadan ağladım, yetmedi sonunda da heyecandan kalbim ata ata ağladım. Gözlerim yaşlı, ekrana bakıyorum. TT
    Moon Jeemiz ünlü mü olmuş? Hak ediyordu, edecek, etmeli. (Yine başladı benim fiil çekimleri, hayır Edebiyat, Dil Anlatım filan da yoktu ki bugün, hadi bakalım… 😀 ) Onu sahnede hayal ettim de, büyüleyici! Vuhuuu! ** (Kore yolcusu kalmasın, Moon Jee (kendisi hayalle gerçek arasındaki, muhteşem insan-melek karışımı bir şeydir. 😀 ) sahnede görülecek bayanlar!! 😀 😛 )
    Jae Hwa katıldı hikayenin meleklerine, aferin diyor saygıyla selamlıyoruz efenim. 😀 Kız iki dakikada meseleyi çözdü, konseri bastı, mucize gibi. ** Ayça hadi canım, dayan sevgilin geliyor! Hem de kim sayesinde? San Young'un eski nişanlısı tarafından!! (Ki kendisi Moon Jee'ye aşık olup sonra birden değişiveren bir melek üstü biridir.) Ağzım açık sayın seyirciler! O_o Unni sen bu kadar ayrıntı bilgiyi nasıl bir araya topladın? 40 yıllık senaristelere taş çıkartırsın, ciddiyim. Ayakta alkışlıyorum.
    Ayça'ya yapılan sürpriz çok vahimdi, kızın hayatını mahvetmek üzereler!! Yetiş Moon Jee! Kızı kötü emellere alet ediyorlar, babası hasta diye düğün yapılacak, olacak iş mi? San Young'un başına büyük dertler açmanı bekliyoruz Moon Jee, Ayça sen de onu 2. kez öyle bir rezil et ki bu sefer insan içine çıkamasın utancından (diğeri insaflıydı ama bu sefer olmaz Ayça, olamaz!)
    Myth (Efsane) filminin OSTunu koymuşsun, o film hakkında bir şeyler söylemek istiyorum ama bu tamamen extra, hikayeyle uzak yakın alakası yok. Ben bu filmi TRT 1'de gördüm zaplarken, prenses filan ilgimi çekti, en başını izledim ama sonunda uyuyakalmışım izleyemedim. 😦 En son bunlar odadalardı, kahve yukarı uçtu moleküllerle, gerisinde de horrr. 😀 Bana izleyebileceğim bir link verirsen berhudar olurum, kotasız internet var babamın işyerinde, orada izlemem lazım sonunu, meraktan çatlayabilirim. 😦 Şimdiden teşekkürler.
    Bu arada ben hayatım boyunca hiç bu kadar uzun bir yorum yazmadım, sonlara yaklaşıyoruz, biraz uzun olsun dedim. Ama uzadı gitti, çenem açıldı yahu! 😀 Özür dileyerek yazımı noktalıyorum. Bir de seni seven okurlarını üzmeyip hikayeyi biraz daha uzat diyorum. (Lütfeeeen) <3<3<3

    • @harmony: Ah canııım, gözlerim yuvalarından fırladı, bu ne müthiş bir yorum böyle! Ellerine kollarına sağlık, nasıl da uğraşmışsın?! Nerdeyse benim bölümümle aynı uzunlukta olmuş, eheh 😀 😀

      San Young Ayça’cığı nasıl da ikna etti değil mi? Aslında Ayça o şerefisizin yüzüne bile bakmazdı ama ah, aile işin içine girince her şey değişebiliyor… Han Seul ve Moon Jee’nin aralarının düzelmesi sanırım herkese bir “oh!” çektirdi 🙂 Hae In’ciğinse bunda büyük payı var… Gerçekten de Hae In 7. bölümde sarhoş olup Han Seul’ü öpmesi dışında hiç falso bir hareket yapmadı; o günden beri Ayça’nın en iyi dostu oldu, herkesin iyiliği için uğraştı.. Hae In’i ben çok seviyorum valla, gerçekten de herkesin sahip olmak isteyeceği bir dost, ve melek gibi bir insan ^^

      Han Seul – Moon Jee sahnesini müzikli okumakla çok iyi etmişsin; FMA’nın Brothers şarkısını özellikle oraya koymuştum, iki erkek kardeşin arasındaki sevgiye dair mükemmel bir parçadır. (Zaten daha önce de birkaç farklı versiyonunu Han Seul-Moon Jee sahnelerinde kullanmıştım) Ah canım kıyamam, duygulandırmak istesem de ağlatma amacında değildim 😛 😛 Mianeee! 😀

      Moon Jee’miz ünlü oldu ya! Şimdi bizim de ünlü bir Koreli idol tanıdığımız var, ehehe 😀 😀 Gerçekten Song Joong Ki görünümüne ve mesela (bu hikayede hep onun sesini kullandığım için) Jang Geun Suk sesine sahip, ve hikayede anlatılan karaktere sahip bir Koreli popçu gerçek hayatta var olsaydı ilk uçakla atlayıp Kore’ye giderdik hep birlikte! 😀 😀

      Jae Hwa da özünde iyi bir insan olduğunu kanıtladı ve arkadaşının mutluluğunu istediği için süpermen gibi konsere yetişmeyi başardı! 😀 Jae hwa’yı son bölümlerde biraz ihmal etmiştik; ama ona bu olayda en kritik görevlerden birini vererek sanırım gönlünü almış oldum 😀 😀

      Ayça’ya yapılan sürpriz hakikaten çok vahimdi! Aylin -ki kendisi benden ilhamla yazılmış bir karakterdir! 😀 :D- San Young’un oyununa gelerek acayip saf bir insan olduğunu kanıtlamış oldu! 😀 😀 Moon Jee bakalım yetişebilecek mi? Yetişirse San Young için çok fena olacak gibi bir his var içimde 😛

      The Myth filmini ben de TVde izlemiştim ve çok sevmiştim. Valla şekercim ben genelde filmleri warez-bb’den indirip izliyorum, bilmem ki sana uyar mı… Hatta şu sayfada bir link’ini buldum: http://www.warez-bb.org/viewtopic.php?t=3115170&highlight= Sayfayı göremiyorsan link şu adreste: http://www.megaupload.com/?d=Q6JB906B. Burdan indirdikten sonra divxplanet’ten Türkçe altyazısını bulabilirsin. Çok güzel filmdi cidden, izlemeni şiddetle tavsiye ederim 😉

      Özür dileyecek ne var, aksine çok memnun oldum uzun yorumunu okumaktan, sağol tatlım benim 🙂 Ama sana kötü bir haberim var, o da şu ki hikâyemizin sonuna az kaldı :S Bir kere, tadında bırakmak en iyisi; ikincisi ise bu aralar işler yine yoğunlaşmaya başladı, bloga ve hikâyelere eskisi gibi vakit ayıramıyorum 😦 O yüzden artık çinguların yazdıklarını okumakla yetineceğim.. Ayrıca bir şey diyim mi, bence artık sıra sana da geldi; sen de Koreli oyuncuları içeren bir öykü yazsan ve şimdi de ben senin hikayene yorumlar yapsam ne güzel olur! 😀 Bunu bir düşün derim, olur mu şekercim? 🙂 Sevgilerimle, görüşmek üzere ^^

  3. sonunda geldim çok geldim özür dilerim ama üç bölümü de bir solukta okudum ne çok olay oldu. kalbim güm güm attı. önclikle han seul hae ın beni çok sevindiriyor mutlu et şunları 🙂
    ayça ile moon jae de acı çeksin bolca muahah yaşasın kötülük.
    han seul öğrendi sonunda hem de nasıl öğrenmek ama çabuk affetti be . zor kabullenecek bir durum bence.
    bu bölümde ayçanın evlenmesi çıktı bakalım ne olcak merakla bekliyorum .
    not müzikler yine beni benden aldı ellerine sağlık 🙂

    • @winpohu: hoşgeldinnn! ^^ evet ne çok olay oldu di mi, bir solukta üç bölüm birden okutmak için yaptım böyle, hahah 😀 😀 han seul ve hae in’i ben de çok sevdiğimi çok kereler söyledim zaten; onları da mutsuz bırakır mıyız hiç? merak etme çingu, onları da unutmayacağım 😉 ayça ve moon jee’ninse acı çekmesini isteyen bi tek sen varsın galiba; zaten yazdığın one shot’lardan içinde gizli bir sayko barındırdığını anlamıştım ben, muhahaha 😀 😀 han seul çabuk affetmiş gibi görünebilir, ama hikayede sona yaklaşıyoruz, aradaki küslüğü daha fazla uzatmamak lazımdı… işte böyle… yorumun için teşekkür ederim canım ^^

  4. ooo yeni bölüm gelmiş haberim yok, merakım tavan yapmış bekliyordum ben de 🙂

    aşk acısıyla dolu bir bölüm oldu yeni bölümümüz.. bir de bu aşk acılarına hong gi’nin sesi dahil olunca bende musluklar açılıyordu az daha 🙂 öncelikle han seul moon jae kardeşlerin barışmalarına çok sevindim, hele hele o barışma sahneleri, harikaydı..
    Ama… tuhaf şey… Beklenen yumruk bir türlü gelmiyordu.

    Birdenbire, bir çift kol, sıkıca kucakladı genç adamı…

    Moon Jee şaşkınlıkla gözlerini açtı. Han Seul başını onun omzuna koymuştu. Gözlerinde tomurcuklanan yaşlar arasında:

    “Aptalsın oğlum sen…” diye fısıldadı. “Gerizekâlının tekisin… Eşşek herif… Piçkurusu…”

    Moon Jee şaşkınlık ve sevinçle gülümsedi. O da kendisine sarılan ağabeyini sıkı sıkı sardı. Yüzünü onun omzuna gömerken:

    “Ben de seni seviyorum abicim…” diye mırıldandı.

    işte bu kısım çok güzeldi dönüp dönüp okudum ellerine sağlık..

    jae hwa da ondan beklediğim gibi arkadaşlık etti moon jae’ye, dert ortağı oldu, gerçekten iyi kızmış karakterini gösterdi bu bölümde, hele son sahnede yaptıkları.. happy end göreceksek bu kızın sayesinde olacak herhalde 🙂 ama o san young yine yaptı yapacağını, onu sevmemize hiç izin vermiyor ki bu çocuk, kdramaların kötü kızları kadar gıcık oldum ona da, şu nikah işi bozulsun da görsün gününü 🙂

    moon jae’nin tv’deki röportajı çok fenaydı, kalbim dolu falan diyor ya, ayça’nın da onu izleyip ağlaması gözümün önünde canlandı.. bu bölüm zaten moon jae’nin karizması da havası da tavan yaptı, popstar oldu çocuk yahu boru değil 🙂 deri ceketli hallerini bilahare hayal ettim biline 🙂 hele son sahnede motorsikletle düğüne yetişmesi havaalanı sahnesinden sonra en güzel kdrama sahnelerinden birini daha yaşattı bize, süper oldu 🙂

    yeni bölümde görüşmek üzere canım, ellerine sağlık^^

    • @masalevi: merhaba masalcım ^^ evet ya, aşk acısı ile dolu bir bölüme en iyi hong gi’nin güzel sesi yakışırdı, değil mi? 😉 beğendiğine çok sevindim ^^ iki kardeşin barışma sahnesini ben de çok duygulanarak yazdım; ah bayılıyorum bromance’a! 🙂 jae hwa ise harbi kız olduğunu gösterdi hakikaten… zaten hep diyorum ya, benim kötü karakter yaratma sorunum var, bütün kızlar sonuçta iyi çıkıyorlar kardeşim! yok yok, bir dahaki hikayede evil bir dişi karakter yazmam lâzım, olmuyor böyle 😛 😀 san young’sa sağolsun hikayenin tüm kötülük gereksinimini tek başına sağladı; o da olmasa kime saydıracaktık değil mi? 😀

      moon jee’nin pop star oluşu ile kdramamız tavan yaptı; hepimizin bildiği gibi koreliler bayılırlar ışıltılı hayatları anlatan dizilere! 😀 ama moon jee ilişkisini saklayan idollerden değil, açık yüreklilikle söyledi söylemesi gerekenleri. bu sayede belki de kpop dünyasında yeni bir çığır açacak, haha 😀 deri ceketli hallerinin bir resmini eklemeyi çok isterdim; ama beyazlar içinde olduğu bir fotoğraf bulamadığım için bu bölüm böyle kaldı maalesef… onu da sizin hayalgücünüze bırakıyorum 😉 ve motosiklet sahnesi: evet, tam bir kdrama sahnesi oldu; jönümüzün karizması tavana vurdu! 😀 umarım devamını da beğenirsiniz diyor, yorumun için tekrardan teşekkür ediyorum canım. ^^

  5. ama ben bu bölüme yorum yazmamışım..tü tü tü bana^^ halbuki bir solukta okumuştum 🙂

    ahh Moon Jee yine hüzünlendirdi beni.. yavrum ne acılar çekti, neredeyse ağlayacaktım onun sahnelerinde.. o eden diye diye deli gibi dolaştıkça benim de gözlerim doldu 😦 Hae In de abi kardeşe iyi patladı son günlerde 🙂 iyi oluyor ama kendilerine getiriyor haytaları 🙂

    San Young uyuzunun da planının altından bir şeyler çıkacağını hissetmiştim..eğer bu saçma planı yapmasaydı belki ona da sempati duymaya başlayacaktım, sonradan hatasını anlayıp pişman olduğu için..ama yine kendini gösterdi uyuz..ayrıca onun o anne babasının ekşi suratlarına da iki çift laf ederdim ama neyse^^ özetle ne San Young’u ne de ailesini sevmedik çingu 😀 bir ara Ayça’nın babası da keşke Berna’nın babası gibi sünnet ol falan deyip şu San Young’u kaçırsaydı diye geçirdim içimden 😛

    bu arada Moon Jee’nin içtiği sahnelerde tuttuğum göz yaşlarımı, Han Seul’le barışma sahnelerinde salıverdim gitti…O nasıl sahne o nasıl müzikti öyle..okurken içimden bir şeyler kopuyormuş gibi hissettim gerçekten.. hatta şimdi yorum yazmak için o sahneleri yeniden okuyorum ve yine aynı duyguları hissediyorum, ne eksik ne fazla…

    ayrıca söylemeden geçemem; Half Life, Endless Love, They’ll Never Know şarkılarına da bayıldım 🙂 Hatta They’ll Never Know şarkısının çaldığı sahnede kendimi çok zor tuttum ağlamamak için.. Moon Jee kalbimin sahibi şimdi çok uzaklarda dediğinde içim bir tuhaf oldu 😦 Ayça’nın elini ekrana doğru uzatması, Moon Jee’nin yüzündeki burukluk 😦

    Han Seul’ün Hae In’den etkilenmesinin zamanı gelmişti artık çingu, çok güzel bir çift oldular bence 😀 Moon Jee’nin sahnedeki görüntüsüne bayıldım 🙂 Jae Hwa’nın günü kurtaracak kız olmasına bayıldım 🙂 Moon Jee’nin hayranlarından izin almasına ve ilk izin veren kişinin Han Seul olmasına bayıldım 🙂 son olarak yine Moon Jee’nin motora atlayıp son sürat Ayça’yı kurtarmaya gelmesine bayıldım 🙂 bu bölümde Moon Jee’ye bir kez daha aşık oldum çingu 😀

    ellerine sağlık canım^^ yorumum çok geç kaldı ama yine de yorum yapmadan geçmek istemedim 🙂 her zamanki gibi harika bir bölümdü 😀

    • @hayal: hoşgeldin canım ^^ senin yorumunla buralar daha da şenlendi 🙂 moon jee’ciği çok üzdük, ağlattık, ama sonunda mutlu da edeceğiz biliyorsun 😉 😉 hae in’se ikisinin birden sağduyusu oldu; ha şöyle! adam etti kerataları! 😀

      san young’a sempati duymamanız için elimden geleni yapıyorum, haha 😀 tam ona acımaya başlayacakken gene salak bir hareket yapıyor kendinden soğutuyor bizi 😛 anne babası kendinden de beter çıktı! ayçamız Allah’ın sevgili kuluymuş ki yakasını kurtarmış bu aileden (tü tü tü! evlerden ırak! 😀 :D) ayça’nın babası da berna’nın babası gibi komik bir karakter olsa çok tatlı olurdu cidden; ama berna’nın babası olarak altan erkekli’yi hayal ederken ayça’nın babası diye gözümün önüne hep engin şenkan gelmişti… ondan da pek komik bir karakter çıkmaz haliyle… 😛

      han seul-moon jee sahnelerini sevmene çok sevindim, laylaylom! 😀 abi-kardeşin barışma sahnesi en çok özenerek yazdığım ve en sevdiğim yerlerdendi. ah ben kıyamam ikisine de, küs kalmalarına daha fazla gönlüm elvermezdi…

      şarkıları en sevdiklerimin arasından seçtim, they’ll never know, endless love ve half life’a karar vermeden önce yaklaşık beş kere falan fikrimi değiştirmişimdir! 😀 beğendiğine çok sevindim canım.

      han seul ve hae in çifti gerçekten de çok güzel oldu. gerçekte de lee min jung-gong yoo fotoğraf çekimlerini falan gördükçe onları birbirlerine yakıştırıyordum zaten, çaktırma (la fea, aslı ve mydestiny duymasınlar! :D) ne güzel şeylerden bahsetmişsin bu arada! moon jee’nin sahnede devleşmesi, jae hwa’nın fedakarlığı, han seul’ün moon jee’yi desteklemesi, ve motorda son sürat yola düştüğü yerler… bazen dramatikliğin dozunu fazla abarttığımı düşünüyorum ama seviyorum böyle sahneleri be, yalan değil 😀 😀 moon jee’ye aşık olmanız için de elimden geleni yapıyorum, hahaha 😀 😀

      çoook teşekkür ederim tatlım, inan ki yorumunla renk kattın, çok eğlendim okurken. ellerine sağlık, öpüldünüz ^^

  6. Tembel okuyucun geldi ^^

    “… Bigbang hakkındaki haberler bile üç-dört sayfayı geçmezken!” Çingu aşkolsun yani 😛 😀

    Moon Jee- Han Seul barışma sahnesi çok duygusaldı sahne biraz daha devam etse ağlayacaktım! 😀 Hae In son birkaç bölümdür favorim. Han Seul ve Moon Jee’yi iyi silkeledi 😀 Moon Jee’ye bağırdığı zaman heytt bee dedim ekran karşısında 😀 O tokat çok yerindeydi.

    Ayça-Moon Jee karşılaşması konser sırasında olur diyordum ben sonra neden böyle düşündüğüm aklıma geldi:) YAB’da buna benzer bir sahne vardı, Shin Woo seyircileri aydınlatıp esas adamın kızı görmesini sağlıyordu falan filan… Bilinçaltıma işlemiş 😛 Sevmiştim o sahneyi. Ama böylesi daha iyi oldu, Han Seul’ün ayağa fırlayıp kardeşini “Koş!” diye yüreklendirmesi daha anlamlı kıldı sahneyi. Sevdim! 🙂 Jae Hwa’yı da unutmamak lazım, kız Moon Jee’ye haber verecem diye savaştan çıkmış hale geldi 😀 Bu konser sahnesini gözümde canlandırıyorum da keşke çekilebilse böyle bir sahne. Favori sahnelerden olurdu eminim, ellerine sağlık 😉

    San Young uyuz geldi uyuz gidecek resmen. Yola geldi pişman olmaya başladı derken yine tilkilik yapmaya başladı. Aylin de saf saf ona ayak uydurdu. Zavallı Ayça, biraz daha sabretsin mucize yetişecek inşallah 😀 Yalnız Ayça olanları babaya nasıl anlatacak merak ediyorum 😀 Adam Son Young’a ısınamadı bir türlü Moon Jee’yi sever diye düşünüyorum. Tabi yaş farkını sorun etmezse.

    Bu arada Han Seul-Hae In çift olur umarım finalde. Han Seul böyle kırık kalple finale gitsin istemiyorum:) Hae In’i yenge olarak kabul ediyorum 😀 Sevdiğim bir oyuncu Allah’tan 😛

    Ellerine sağlık~

    • @mydestiny: ahahah, kusura bakma canım, bir VIP olarak seni incitmiş olabilirim 😛 ama mostly harmless’ın ne kadar ilgi çektiğini göstermek amaçlı yaptım bunu 🙂 😀

      Hae In gerçekten hepsini toparlayan insan oldu. Moon Jee-han Seul barışması benim de favori sahnelerimden; iki kardeşin küs kalmasına gönlüm el vermezdi.

      Ayça-Moon Jee karşılaşmasının konserde olması da iyi fikirmiş aslında. YAB’da öyle oluyordu, di mi… Benimki biraz daha klasik ve dramatik oldu: Son anda düğünden kız kaçırma şeklinde! 😛 Ama kendime ve heyecanı seven bünyeme engel olamadım 😛 Ayrıca evet, konser sahnesi çekilebilse benim de favorilerimden olurdu; bütün hayranların tempo tutması, Moon Jee’yi gitmek üzere teşvik etmeleri falan, uuuu, acayip heyecanlı! 😀 Ah ah, yok mu Koreli bir yapımcı, duyun sesimi! 😀

      San Young’un ciğerini biliyoruz artık, bu adam hiçbir zaman doğru yolu bulamıycak :/ Sanırım Ayça’nın babası da bu durumun farkında olduğu için kendisini sevemedi gitti. Moon Jee’de ise şeytan tüyü var, bence bu yeni damadı daha çok sevecektir! 😉

      Hae In – Han Seul çift olacaklar mı, hep birlikte göriciğiz 🙂 Ama ben kahramanlarımı mutsuz etmeyi sevmem, bilirsin 😉 Teşekkür ederim canım yorumun için ^^

  7. Ulan san young kabul et en başından beri her şey sadece çıkarların içindi dimi?! Ayçayı sevdiğin falan da yok!

    Hae in de garibim abi kardeş depresyona girdiği an bu kızın başına kalıyo. Valla yazık ona da. Bazen en işe yarar tedavi yöntemi güzel okkalı bi tokat. Aferin hae in, moon jeenin buna gerçekten ihtiyacı vardı. GERÇEKTEN!

    Ben sizin abi kardeş konuşmanızı yerim ya T_T moon jee sen gerçekten han seulün söylediği gibi piçkurususun! Valla öylesin!
    Hikaru? Yok yok unni, sen de az değilsin. Hem de hiç değilsin. Arkadaş verdiğin müzikle sahne tam gözümde canlandı. Başta içime bariz bi öküz oturdu sonra yavaşla kalkıp boğazıma geçti. Ekrana böyle boş gözlerle içi geçmiş şekilde bakıyorum. O son sahne ne sıcak ne güzel bi sahne öyle. Çok başka bi duyguydu moon jeenin o konuşmasını okurken hissettiğim. Han seul sanki benmişim de bana anlatıyormuş gibi off çok başkaydı işte. Çok güzeldi

    Ayça cidden en büyük hatayı sen san youngdan yardım isteyerek yaptın. Şimdi toparla toparlayabilirsen :/
    San young senden nefret ettiğimi zaten sanırım her yorumda itinayla söyledim ama şimdi açık konuşmak gerekirse aptallığına ciddi anlamda üzüldüm. Sen gerçekten hırsına nasıl oldu da böylesine yenik düşüp onca güzel anıya sahip olduğun, aşık olduğun kızı bıraktın? Vicdanın hiç mi sızlamadı? Ayçayı görmeden önce onu başkasına kaptırdığını düşünmeden önce hiç mi aklına gelmedi o eski anılarınız? Sen gerçekten bu kadar kör bir insan mısın? Ve şimdi de gerçekten inanıyor musun ayçayı tekrar elde edebileceğine? Onu geçtim. Kızın bir başkası için böylesine acı çektiğini gördüğün halde sana dönse bile hiç şüphelenmeyecek misin hala aklında o var mı diye? Neden elindekinin değerini bilmek yerine fazlasına göz koydun? Şimdi onu da kaybettiğin için sürünüyorsun işte. Sana gerçekten acıyorum san young. Artık nefretim de gitti diyebilirim. Aptal bir insandan nefretsen ne olur ki? Sen aptallıklarına devam ettiğin sürece acı çeken sen olucaksın ne de olsa.
    Tamam kabul ediyorum daha şunları söyleyeli 10 dakika olmadı ama SAN YOUNG SEN NEYİN KAFASINI YAŞIYORSUN?! Evlenmek bu kadar kolayda boşanmak da bir o kadar kolay! Hem de korede türkiyede olduğundan çok daha kolay! Bu aptallığı da geçti artık. Kız ailesinin yanında olduğu için bile olsa sana asla evet demez. Neden kendini daha fazla üzmek istiyorsun? Ayça seni ciddi anlamda mazoşiste mi çevirdi? Nasıl böyle bir şey yaparsın ya?
    Hadi jae hwa! hadi be kızın hallet şu işi! Bunu yapsan yapsan sen yaparsın!

    Bir şey itiraf edicem. Konserde ““Evlenmesine sakın izin vermeee!” diye bağırıyordu bir başka genç kız. Sonra bir an durdu, ekledi: “Ama sen de evlenme, tamam mıııııı???”” diye bağıran kız benim! Jefsljrngfsşdjfvsşjfvsşerbvseşjbesu

    Ve ve ve son bölüm!!! Hongkinin muhteşem sesiyle sonlandırdığın 17.bölüm itiraf etmeliyim ki şu ana kadar okuduğum en iyi bölümdü!

    • @seyma: “Hae in de garibim abi kardeş depresyona girdiği an bu kızın başına kalıyo. Valla yazık ona da.” öyle gerçekten 😀 neyse ki kızımız depresyona giren bünyeleri adam edip kendine getirmekte bir üstat! 😀

      “Hikaru? Yok yok unni, sen de az değilsin. Hem de hiç değilsin.” aahhhh, şu sözlerin var yaa, nasıl güzel bir iltifat nasılllL! 😀 çok teşekkür ediyorum canım, o sizin hassas kalbiniz, asajsakjsakak 😀 ama gerçekten, moon jee-han seul sahnesi benim de en sevdiğim sahnelerden biriydi, beğenmene çok ama çok sevindim ^^ bir gün gong yoo ve song joong ki’yi aynı dizide görüp böyle bir bromance yaşamalarını istiyorum ben yaa…

      san young’a ayça’yla aralarında hiçbir şey olmadığını öğrendikten sonra ikinci kez üzüldün, farkında mısın? sen bayaadan merhamet duydun bu çocuğa, sakjsakjaka 😀 😀 ama haklısın, aptal bir insandan nefret edilmez, sadece acınır…

      “Bir şey itiraf edicem. Konserde ““Evlenmesine sakın izin vermeee!” diye bağırıyordu bir başka genç kız. Sonra bir an durdu, ekledi: “Ama sen de evlenme, tamam mıııııı???”” diye bağıran kız benim! Jefsljrngfsşdjfvsşjfvsşerbvseşjbesu” ahahahah, inanırım! 😀 😀 😀 ben olsam ben de öyle yapardım 😀 😀 😀

      çok teşekkür ederim canım, son yorumuna geçiyorum ^^

masalevi için bir cevap yazın Cevabı iptal et