7. Bölüm

Live by the sun, love by the moon

Unknown

sweetpea – 하늘

Haziran ayı bütün neşesi ve sıcaklığıyla sürüyordu. Haeundae tatilinden bir hafta sonrasıydı. Güneşli, güzel bir pazar sabahı, Ayça elinde sıcacık poğaçalarla Hae In’i klinikte ziyarete gitti. Hae In yine gece nöbetine kalmış, pazar gününün güzelim kahvaltı sofrasını kaçırmıştı. Ama neyse ki becerikli ve düşünceli ev arkadaşı onun imdadına yetişecekti! Ayça kendini süpermen gibi hissedip kıkırdadı: “Aç ve yorgun doktorların imdadına koşan bir süper kahraman: Ayça-men!”

Kliniğe sırıtarak girdi, Hae In’in odasının kapısını çaldı. “Girin!” sesini duyunca neşeyle kafasını içeriye uzattı:

“Günaydın! Kahvaltı yapmayanlara kahvaltı servisimiz başlamıştır!”

“Ah, günaydın canım!” dedi Hae In yorgun ama sıcak bir gülümsemeyle. Ayça’nın elindeki poşeti heyecanla kaptı; içinden çıkanları görünce bir sevinç çığlığı atmadan edemedi: “Vaovv! Süpersin! Dur ben de kahve alayım, birlikte yiyelim…”

Az sonra iki kız Hae In’in odasında poğaçaları kahve eşliğinde keyifle götürmekteydiler. Aslında Ayça evde de bir posta yemişti ama Hae In yerken o sadece bakacak mıydı canım? “Öğleden sonra koşuya çıkar, eritirim!” diye vicdanını rahatlattıktan sonra sıcacık hamur işine yumulmuştu.

“Eee, daha ne kadar burdasın? Eğer nöbetin bitmek üzereyse seni bekleyeyim, eve beraber dönelim…”

Hae In saatine baktı:

“Aslında olabilir… Yarım saate kadar Seung Mi Unni gelecek, nöbeti benden devralacak… O zamana kadar bekler misin?” Ayça başını salladı:

“Beklerim tabii-“

Birden hızla açılan kapı genç kızın lafını böldü: Kapıda telaşlı bir hemşire duruyordu:

“Doktor hanım! Acil bir apandisit vakamız var! Başhekim Song acilen sizi ameliyathaneye çağırıyor!”

Hae In elindeki yarım poğaçayı masasına bıraktı, hafif bir hayalkırıklığıyla Ayça’ya döndü:

“Sanırım yarım saate kadar çıkmam mümkün olmayacak Ayça-sshi… Sen beni bekleme, git istersen…”

Ayça da ayağa kalktı, “Eh, ne yapalım, sen işine bak o halde…” Hae In’e el salladı ve poğaçaları toparlamaya koyuldu.

Az sonra kapıyı çekip çıkmak üzereyken az ötede, koridorda endişeyle bekleyen bir çifte gözü ilişti. Koreli olmadıkları çok belli olan bir kadın ve bir erkekti bunlar. Hatta biraz Türk’e benziyorlardı; koyu renk saçlı, koyu renk gözlü, buğday tenli insanlardı. Ayça bir an onları süzdü, sonra çıkışa doğru yöneldi.

O esnada yanından koşturarak geçen iki hemşirenin: “Çocuğu apandisit ameliyatına alıyorlar,” “Neden? Karın ağrısı şikayeti mi?” “Evet, yüksek ateş de var…” diye konuştuğunu duydu. Demek ameliyat olacak olan kişi bir çocuktu. Ayça hemşireleri gözleriyle takip edince ameliyathaneye girdiklerini, onların girişini koridordaki endişeli çiftin de hiç gözlerini kırpmadan izlediğini görünce emin oldu: Bu kadınla adam, içerideki çocuğun anne-babası olmalıydı. Yazık, zavallılar nasıl da endişeli görünüyorlardı… Acaba nereliydiler? Belki de Türk’tüler. Ayça bir an gidip konuşsam mı diye düşündü, ama hemen sonra vazgeçti. Şu kaygılı bekleyişleri sırasında ihtiyaçları olan son şey, onlarla havadan sudan konuşacak biriydi!

Ayça böyle düşünerek içinden “Allah yardım etsin…” diye geçirip çıkışa yönelmişti ki, birden zınk diye durdu. Ağzından:

“Apandisit…”

Lafı döküldü. Sonra gerisin geri koşturdu; anne ve babanın tam önünde durdu. Heyecanla:

“Merhaba!” dedi, “Yanılmıyorsam siz içerideki hastanın ailesisiniz, değil mi?”

Kadın ve adam ona şaşkınlık içinde baktılar. Adam genizden gelen bir sesle:

“Evet,” dedi, “Biz Ömer Hüseyni’nin anne babasıyız.”

Ayça’nın gözleri parıldadı. Hemen:

“Nerelisiniz?” diye sordu, “Hangi ülkedensiniz?”

Kadın ve adam birbirlerine baktılar. Bu soruların sebebini çözmeye çalışıyorlardı. Ayça sabırsızca:

“Oğlunuza yanlış teşhis konmuş olabilir,” dedi, “O yüzden sorduklarıma cevap verin lütfen…”

“Su-suriye,” diye mırıldandı adam korkuyla. Ayça tekrar:

“Daha önce böyle bir karın ağrısı-yüksek ateş nöbeti geçirmiş miydi?”

“Hayır,” dedi anne, “Bu ilk defa oluyor.”

“Tamam… Peki, ailede benzer hastalık geçiren var mı? Yani böyle yüksek ateş, eklem ağrısı, karın ağrısı olan nöbetler geçiren birileri?”

Anne ve baba bir süre düşündüler. Sonra baba tereddütle:

“Benim küçük erkek kardeşimde de olurdu buna benzer bir şey… Ama küçükken vefat etti…”

Annenin gözleri korkuyla irileşti: “Ölümcül bir hastalık mı yoksa??”

“Korkmayın, korkmayın,” diye güvence verdi Ayça, “Eğer tahmin ettiğim hastalıksa, sürekli ilaç alınarak kontrol altında tutulabiliyor, ölümcül de değil… Şimdi lütfen sakin olun. Ben gerekeni yapacağım.”

Böyle deyip kararlı adımlarla ameliyathaneye doğru koşturdu.

İçeride doktorlar ve hemşireler ameliyat maskelerini takmış, ufak çocuğa anestezi vermek üzereydiler. Ayça hemen:

“Durun!” diye bağırdı, “Durun lütfen! Bu bir apandisit vakası olmayabilir!”

Başhekim kaşlarını çattı: Bu da ne demek oluyordu?? Hemşireler hemen koşturmuş, Ayça’yı dışarı çıkarmaya çalışırken: “Buraya böyle giremezsiniz!” demeye başlamışlardı. Başhekim:

“Bırakın, bir dakika!” dedikten sonra Ayça’ya döndü: “Neden apandisit olmasın? Karın ağrısı, yüksek ateş… Üstelik lökositoz da var…”

“Tüm bunlar FMF’de de var,” dedi Ayça hemen. “FMF, yani ailesel Akdeniz Ateşi. Türk, Arap ve Ermeni kökenlilerde çok sık görülen bir hastalıktır. Çocuğun ailesinin Suriyeli olduğunu öğrendim; üstelik çocuğun amcasında da FMF olması şüphesi var… Yani karşınızdaki bir apandisit değil, FMF vakası olabilir; lütfen test yapmama izin verin!”

Hae In ve hemşireler şaşkın şaşkın bakakalmışlardı. Başhekim Song Gil Nam bir an kaşlarını çatarak “hımm” diye mırıldandı. Sonra başını salladı. Ayça’nın yüzüne bir gülümseme gelirken:

“Tamam,” dedi, “Fibrinojen ve crp’sine bakıp hemen anlayacağız…”

Ayça uyuyan çocuğun nabzını kontrol etti. Çocuk gerçekten de kolşisin tedavisine yanıt vermişti, teşhisin kesinleşmesi için amiloidoz tahlili yapılacaktı ama FMF tanısı büyük olasılıkla doğru gibi görünüyordu… Ayça gülümseyerek yatağın yanı başında duran anne ve babaya döndü:

“Korkmayın, Ömer bundan sonra iyi olacak…”

Anne ve babanın yüzü sevinç ve rahatlamayla aydınlanırken hemen yanında duran Hae In Ayça’yı çekiştirdi. Kulağına:

“Süperdin Ayça-ya!” diye fısıldadı, “Az daha çocuğu boş yere ameliyat ediyorduk… Bu arada neydi o verdiğin ilacın ismi?”

“Kolşisin,” dedi Ayça. “Hastalık da Akdeniz Ailesel Ateşi diye bilinir. Akdeniz toplumlarında sık görülüyor; Türkiye’de de çok yaygındır mesela…”

“Bense ilk defa böyle bir vakayla karşılaşıyorum,” dedi Hae In. Sonra güldü: “E, haliyle…”

Ayça da gülerken kapıdan tok bir ses çınladı:

“Agasshi! Biraz odama gelir misiniz lütfen?”

Ayça ve Hae In dönünce ciddi bir yüzle onları süzen Song Gil Nam’ı gördüler. Ayça bir an endişeyle durakladı, başhekim onu neden çağırıyordu ki? Umarım benim yüzümden Hae In’in başı derde girmez diye düşündü endişeyle. Hae In’se “korkma, hadi git,” diye gülerek onu iteklemişti. Ayça gönülsüz adımlarla adamı takip etti.

Odasına girince, başhekim:

“Kapıyı arkanızdan kapatın lütfen,” dedi ve masasına geçti. Ayça’ya da karşısındaki koltukta yer gösterdi. Ayça çekinerek oturdu.

“Az önce yaptığınız hareket… çok etkileyiciydi!”

Ayça şaşkınlıkla bakışlarını kaldırdı. Başhekim ona gülümseyerek bakıyordu.

“Ben de hayatımda ilk kez bir FMF vakası ile karşılaşıyorum. Tabii kitaplarda görmüştüm, ama tahmin edeceğiniz gibi Kore’de FMF’ye pek sık rastlanmıyor… Doğrusunu isterseniz benim de aklıma asla gelmezdi. Çocuğu boş yere ameliyat edeceğimiz yetmezmiş gibi, teşhis koymakta da epeyce zorlanırdık…”

Ayça yüzünde hafif bir tebessümle dinliyordu yaşlı adamı. Genç, çömez bir doktor olarak kendisinden epeyce büyük ve tecrübeli bir doktordan bunları duymak gururunu okşamıştı.

“Yanılmıyorsam Hae In-sshi’nin birkaç hafta önce işe alınması için önerdiği genç doktor sizdiniz, öyle değil mi?”

“Evet efendim,” dedi Ayça. Song Gil Nam gülümsedi:

“O halde, eğer hâlâ bizimle çalışmayı düşünürseniz, ben de sizi kliniğimizde görmekten memnun olacağım Agasshi…”

Ayça’nın gözleri şaşkınlıkla açıldı. Genç kız sevinçle:

“Ah… Ben… yani, çok, çok mutlu olurum!” diye kekeledi. Ama hemen sonra başbakanlıkta zaten bir işi olduğunu hatırlayıp küt diye kaldı: “Fakat… fakat…”

“Ne oldu, bir engel mi var? Yoksa Kore’de daha fazla kalmayı düşünmüyor musunuz?”

“Yoo, ondan değil de…” Ayça dudaklarını ısırıyordu. Sonra: “Özür dilerim, ama bana biraz süre verir misiniz? Ben bu teklifinizi biraz düşüneyim.”

“Elbette! Cevabınızı sabırsızlıkla bekliyorum,” dedi Song Gil Nam ve genç kıza kartını uzattı.

Hae In ve Ayça yürüyerek klinikten eve dönerken, Hae In sevinçten zıp zıp zıplıyordu:

“Bu muhteşem bir haber Ayça-ya! Artık beraber çalışacağız desene! Yihuuuu!”

Ayça ise burukça gülümseyip içini çekti:

“Evet ama tercümanlık işi ne olacak? Başbakan bana şahsen teklif etmişti o işi… Böyle pat diye bırakırsam koskoca başbakana ayıp olmaz mı?”

Hae In birden durdu.

“Haa… Bak ben onu düşünmemiştim…” dedi düşünceli düşünceli.  “Hımm… Valla bilmem ki?”

Ayça derin derin içini çekti. Hae In’se sevecenlikle onun kolunu sıktı:

“Yine de eğer bizim klinikte çalışmayı tercih edersen çok mutlu olurum, onu söyleyeyim…” Genç kızın gözleri dostça ışıldıyordu. Ayça da ona sevgiyle bakıp gülümsedi. Hae In kısa zamanda ev arkadaşından da öte, en yakın dostu olmuştu.

Birden Hae In:

“Ah, bak karşıdan kim geliyor…” diye mırıldandı.

Ayça başını kaldırınca dalgın adımlarla kendilerine doğru gelen Moon Jee’yi gördü. Genç çocuğun üzerinde salaş bir eşofman, ayaklarında parmak arası terlikler vardı. Saçları karman çormandı, sakallarını da bir haftadır kesmemiş gibi görünüyordu. Ayça üzüntüyle içini çekti. Moon Jee’nin depresyonda olduğunu anlamak için medyum olmaya gerek yoktu!

Hae In’se son bir haftadır hiçbir şey olmamış, her şey normalmiş gibi yapmaya çabalıyordu. Moon Jee’yi görür görmez yüzünde neşeli bir gülümsemeyle ona seslendi:

“Heeey, Moon Jee-ya! N’aber, nereye böyle?”

Moon Jee iki kızı fark edince önce irkildi, sonra hafifçe gülümsedi. İkisinin yanına geldi:

“Hiiiç, cafeye gidiyorum, sandviç alacağım,” diye mırıldandı, “Evde yiyecek bir şey kalmamış da…”

“Yapma yahu??” diye dudak büktü Hae In. “Ben de dün akşam sana kendi pişirdiğim soğan çorbasından getirmiştim, ama evde yoktun galiba, kapıyı çaldığım halde kimse açmadı…”

Moon Jee burukça gülümsedi. Kapıyı duymuştu, ama canı açmak istememişti. Uzun zamandır gerekmedikçe ne evden çıkmak, ne de kimseyi görmek istiyordu canı. “Evet, evde değildim heralde,” diye geçiştirdi.

Ayça ise onu üzüntüyle süzüyordu. Bir haftadır Moon Jee’yi nerdeyse hiç görmemişti. Gwangalli’deki o akşamdan sonra Seul’e döndüklerinden beri Moon Jee onları ne arar ne sorar olmuştu. Genç çocuk bariz biçimde zayıflamıştı, yüzü sararmıştı. Belli ki kendine hiç bakmıyordu. Ayça göz ucuyla Hae In’e baktı. Genç kız her şeyin kendisi yüzünden olduğunun hiç farkında değilmiş gibi neşeli neşeli konuşmaya devam ediyordu. Belki de böyle yaparsa Moon Jee’nin daha kolay normale döneceğini düşünüyordu, kim bilir…

Ayça birden kararını verdi. Moon Jee’ye döndü:

“Öyle cafe yemekleriyle falan olmaz,” dedi. “Şimdi doğru dürüst sebze-meyve, et falan alıyoruz ve size gidiyoruz. Ben sana yemek yaparım.”

Moon Jee hemen itiraz etti: “Ah, yok canım, hiç gerek-“

“Gerek olup olmadığını sormadım, hadi bakayım!” dedi Ayça ve Moon Jee’nin koluna girip oğlanı sürüklemeye başladı. Bu arada Hae In’e dönmüştü: “Hae In! Sen de geliyor musun??”

“Ah… Eğer izniniz olursa ben pas geçmek istiyorum,” dedi Hae In. “Çok yorgunum, dün gece nöbetteyken pek uyuyamadım… Ben size başka zaman katılırım, olmaz mı?”

Ayça omuz silkti: “Sen bilirsin. O zaman sonra görüşürüz!”

“Tamam!” diye el salladı Hae In ve kendi evine doğru yürüdü.

Moon Jee ise onun uzaklaştığını görünce ani bir hareketle kendini Ayça’nın elinden kurtardı:

“Noona! Sen ne yaptığını zannediyorsun??”

Ayça onun yüzünde aniden beliriveren öfkeli anlama şaşırarak baktı: “Hiiç… Ne yapıyormuşum? Sana yemek pişireceğim işte…”

“Ben senden böyle bir şey istedim mi?” dedi Moon Jee çatık kaşlarla. Ayça birden bozuldu. Kızgınca:

“Ne var be? İçimden geldi, senin aç bilaç gezinmeni istemedim, hepsi bu…” dedi. “Ne varmış yani, niye bu kadar sorun yapıyorsun??”

“Çünkü bana acımanı istemiyorum!” diye bağırdı Moon Jee.

Ayça delikanlıya hayretle baktı. Sonra öfkeyle kaşlarını çattı:

“YA! Saçmalama! Sana yemek pişirmek istedim, hepsi bu. Sana acıdığımı da nerden çıkardın?? Hem…” Ayça durdu, sonra ufak bir kahkaha attı: “Sana acıyacak son insan benimdir heralde: Şurda benim intihar teşebbüsümün üstünden topu topu bir ay geçti yav, ne çabuk unuttun?”

Moon Jee bir an durdu, şaşkın şaşkın: “Sahi…” deyiverdi. Ona muzip muzip bakan Ayça’yla göz göze gelince yüzündeki gergin anlam yumuşadı, gülmeye başladı. Ayça da gülerek onun koluna girdi:

“Hadi o zaman, gel de doğru dürüst yemek malzemesi alalım…”

Mary Stayed Out All Night OST – Tell me your love 

Az sonra süpermarket rafları arasında dolaşırlarken Ayça kendinden beklenmeyecek kadar enerjikti. Az önce küçük bir çocuğu yanlış teşhisten kurtarmış, üstelik de iş teklifi almış birisi olarak neşesi yerindeydi. Çocuk gibi her gördüğü şeye atlıyordu:

“Ah, şu ufak balıklar bizim hamsiye benziyor! Sen hamsiyi bilir misin Moon Jee-yah? Bilmezsin tabii, nerden bileceksin? Hamsi, bizim Karadeniz’de –ki kendisi kuzeydeki denizimiz oluyor- çıkan ufacık bir balıktır. Karadenizliler hamsinin 40 çeşit yemeğini yaparlar.”

“Kırk mııı??” dedi Moon Jee hayretle. Ayça güldü: “Kırk tabii, ne sandın? Tatlı bile yaparlar hamsiden!”

“Böğk, balıktan tatlı mı olur?? Balık dediğin kimbap, ızgara, ya da buğulama yapılıp yenecek ana yemektir!”

“Aaa, öyle deme! Tavuktan bile tatlı yaparlar bizde: Adına da tavukgöğsü derler…”

“Yapma yahu?” Moon Jee’nin yüzü buruşmuştu. Türklerin çok garip bir yemek zevki olduğuna inanmaya başlıyordu! Bu arada Ayça sebze reyonundan geçerlerken heyecanla bağırdı:

“Aaa, sizde de bamya satılıyormuş Moon Jee!” Sonra muzipçe sırıttı: “Argoda bamyanın değişik bir anlamı vardır Türkçe’de; acaba Korece’de de var mı?” Moon Jee şaşkınlıkla:

“Yooo, ne demekmiş ki?” diye sorunca bir kahkaha attı ve “boşver boşver!” diye geçiştirdi. Moon Jee ise supermarket arabasını sürerek ilerleyen kızın arkasından koşturdu: “Heeey! Ama ben merak ederim, lütfen söylee!”

Biraz sonra marketten çıktıkları zaman Moon Jee’nin de yüzü gülüyordu. Genç çocuk günlerden beri ilk kez kalbinde bir hafifleme hissediyordu. Yan gözle, yüzünde hayattan memnun bir ifadeyle yürüyen Ayça’ya baktı. Evet, kendini eve kapatmaktansa dostluğunu sevdiği insanlarla vakit geçirmesi belki de daha iyi bir fikirdi…

O sırada Ayça birden heyecanla bağırdı:

“Ah, DVD’ci varmış burda! Gelsene, güzel bir film bakalım. Yemekten sonra izleriz.”

Ve Moon Jee’nin bir şey demesine kalmadan onu video kiralayan dükkana sürükleyiverdi.

“Aaah, bak ne buldum! Die Hard 5! İzledin mi sen bunu?”

“Bruce Willis’in tüfekle helikopter düşürdüğü filmi mi diyorsun?” diye dudak büktü Moon Jee. “Saçma sapan bir Hollywood aksiyonu…”

“Hımm… Peki o zaman…” Ayça biraz daha bakındı, sonra neşeyle başka bir film işaret etti: “Peki ya bu? The Fountain?”

“Fazla sanatsal olduğunu duymuştum, öyle filmler sarmaz beni…” dedi Moon Jee aldırmaz bir havada. Kendisi ise Naruto DVD’lerinin olduğu rafı inceliyordu. “Ben bunların hepsini üç kere izledim, di mi lan… Acaba dördüncü defa izlesem mi?”

“Ah, işte bu sefer buldum!” diye heyecanla bağırdı Ayça ve Avrupa filmleri rafında bir filme uzandı. Moon Jee yine bezgince “acaba bu sefer ne yumurtlayacak?” diye bakınca da elindeki filmi arkasına sakladı: “Bu defa sürpriz! Bakalım beğenecek misin?” Sonra ödeme yapmak için heyecanla kasaya koşturdu.

Moon Jee “kesin cicili bicili bir kız filmidir,” diye geçirdi içinden ve bezgin adımlarla dükkanın kapısına doğru ilerledi.

Akşama doğru yemeklerini yemiş, ellerinde birer kase dondurmayla televizyonun önüne kurulmuşlardı. Ayça filmi başlattı, sonra keyifle sırıtarak kanepeye geçti. Moon Jee onu yan yan süzdü.

“Romantik komedi izliyoruz, di mi?”

“Hımm, şeyy, evet,” diye cevapladı Ayça biraz utanarak. Moon Jee “biliyordum” der gibi derin derin içini çekti: İki saatlik işkence başlamıştı.

Chris Isaak – Blue Moon

Ekranda bir güneş tutulması, ardından da filmin ismi göründü: “Im Juli.”

Moon Jee bezgince izlemeye başladı. Mavi gözlü Juli kadraja girince Ayça muzipçe onun kolunu dürttü:

“Kız güzel, di mi?” Moon Jee dudak büktü:

“Eh… Mavi gözlü bir kız ne kadar güzel olabilir ki…”

“YA!” Kulağının dibinde patlayan öfkeli haykırışı duyunca Moon Jee şaşkınlıkla Ayça’ya baktı. Sonra afacanca sırıttı: “Ahaha, pardon yaa… Senin de mavi gözlü olduğunu bir an için unutmuşum…”

Ama tuhaf şey, izledikçe, film oldukça enteresan gelmeye başlamıştı. Genç adam, Daniel’in Melek isimli kızda güneş kolyesi gördüğü anda derin bir nefes verdi: Hae In’in de aynen böyle bir kolyesi olduğundan emindi!

İikilinin kumsalda gitar çalan gençlerle karşılaşması ve Melek’in şarkı söylemeye başlaması sahnesinde ise Moon Jee nerdeyse heyecandan nefessiz kalacaktı:

“Bu-bu şarkı…”

Ayça şaşkınca ona baktı: “N’olmuş bu şarkıya?”

Moon Jee dudaklarını sıkıca kapattı, bir şey demedi. “Güneşim” şarkısının Hae In’e yazdığı şarkı için esinlendiği melodi olduğunu Ayça’ya söylemek istememişti. Üstelik genç adam şimdi alt yazıyla şarkının ismini öğrenince daha da dehşete düşmüştü: Güneşim… Hae In!

Kendini şarkının etkisinden kurtarıp genç öğretmen Daniel’in macerasına kapılınca filmin ne kadar eğlenceli bir yapım olduğunu şaşırarak fark ediyordu. Biraz önce Ayça’yı boş yere aşağıladığını düşündü: Kız süper film seçmişti yahu!

“No pasaport no Romanya!” sahnesinde hem Ayça hem de Moon Jee koptular. Ayça gülerek:

“O adam aynı zamanda bu filmin yönetmenidir, Fatih Akın…” deyince Moon Jee şaşkınlıkla bir “Ooo!” sesi çıkardı. Bu kaba saba görünüşlü adama vinç operatörlüğünden tramvay vatmanlığına kadar her mesleği yakıştırırdı da, yönetmen olacağı hiç aklına gelmezdi!

Romanya’daki maceraların fotoğraflarla anlatıldığı sahneye ise bayıldı Moon Jee. “Süpermiş yav! Ben de araba çalıp sonra böyle parça parça satmak istiyorum!”

“E yapalım?” dedi Ayça muzip muzip. Moon Jee sırıttı: “Tamam, bak bu sözünü unutma. Canımızın fena halde sıkıldığı bir gün deneriz!”

Film kahramanlarının ot çekip uçtuğu sahnede ise yan yan Ayça’yı süzdü: “Sen benim gibi gencecik bir çocuğa ne biçim filmler izletiyorsun böyle?”

“Aman, gençmiş! Ufal da cebime gir!” dedi Ayça sırıtarak. Moon Jee kafasını kaşıyıp kendi kendine mırıldandı: “Ufal da cebime gir… Hımm, bu Çince bir deyimdi galiba, di mi lan?”

Fakat filmin sonlarına doğru Moon Jee’nin birden kalbi acımaya başladı: Melek’in aslında bir nişanlısı olduğunu Daniel’le aynı anda anlamıştı…

Sonraki sahneleri yüzünde hafif bir buruklukla seyretti genç adam. Daniel köprünün altına geldiği zaman içi acımıştı. Ama sonra, Daniel’in karşısına Juli çıktı ve…

“Aşkım, binlerce mil yol kat ettim, nehirleri geçtim, dağları aştım. Hüsrana uğradım ve ızdırap çektim. Nefsime karşı koydum, ve güneşi takip ettim. Karşına çıkıp sana şunu diyebilmek için: seni seviyorum…”

Moon Jee derin bir nefes koyverdi. Ayça çaktırmadan ona baktı. Genç adamın gözleri ekrana kilitlenmişti, belli ki filmden çok etkilenmişti. Son sahneyle birlikte muhteşem bir Boğaziçi görüntüsü ekranı doldururken Moon Jee yorulmuş gibi kendini kanepeye bıraktı. Ayça gururla sırıttı:

“Nasıl?? Dediğim kadar varmış, değil mi??”

Moon Jee bir şey demiyordu. Bir süre sustu, dalgın gözlerle ekranda akan yazılara baktı. Ayça birden korktu. Farkında olmadan çocuğun yarasını daha da deşmiş miydi, ne?

“Moon Jee?” dedi korkak bir sesle. “Ee… İyi misin?”

Moon Jee birden dalgınlığından silkindi. Ayça’ya normal gözlerle baktı.

“Eh, fena değildi,” deyip yerinden kalktı.

Ayça şaşkınca kalakalmıştı. Sonra o da heyecanla ayağa fırladı, Moon Jee’nin omzunu tuttu: “Heeey, ne demek o? Bu kadarcık mı?”

“Görüntüler iyiydi bak,” dedi Moon Jee ve sehpanın üzerinde duran cips paketini eline aldı: “Aaa, cipsim bitmiş…”

“YA!” Ayça bozulduğunu hissediyordu; bu mudur yani? Bu kadarcık mı?? “Sen iyi filmden ne anlarsın ki zaten…” deyip hırsla çantasını kaptı, kapıya doğru koşturdu. Moon Jee ise arkasından sırıtarak bakıyordu:

“Güle güle Ayça-sshi! Yemekler için teşekkürler!”

Ayça evden çıkınca da televizyonun başına çöktü, DVDplayer’ın play tuşuna bastı, filmi en baştan tekrar izlemeye başladı…

Han Seul bütün gününü Tayvan büyükelçisi ve heyetine eşlik ederek geçirmişti. Ofisine döndüğünde yorgun ama mutluydu. Henüz kapıdan içeri yeni girmişti ki ofis telefonu çaldı. Han Seul ahizeyi kulağına götürdü: “Alo?”

“Han Seul Sunbae! Nasılsın görüşmeyeli?”

“Ah, iyidir Woo Wan. Seni sormalı?”

woo wan - jae hee

woo wan - jae hee

“Bakıyorum da bizi unuttun,” dedi karşıdaki, sitem dolu bir sesle. “Halbuki biz okulumuz mezunu başarılı bürokrat Kim Han Seul’ün Dae Rea lisesi’ni ziyarete gelmesini sabırsızlıkla bekliyoruz!”

Han Seul suçlu suçlu gülümsedi. Aslında eski arkadaşı Woo Wan’ın ricası ne zamandır aklındaydı, ama genç adam bir türlü fırsat bulup da mezun olduğu liseyi ziyarete gidememişti.

Woo Wan onun lisede bir alt dönemi ve iyi arkadaşıydı. Han Seul bu zayıf, çelimsiz oğlanı dayak yemekten kaç defa kurtardığını hatırlamıyordu bile. Karşılığında da Woo Wan ona sevgi ve saygıyla bağlanmış, lise hayatı boyunca evcil hayvanı gibi peşinden ayrılmamıştı. Okul bitince iki çocuk Dae Rea lisesi’nin üniversiteye girebilen az sayıda öğrencilerinden olmuşlardı. Han Seul, babasının eski arkadaşı olan Dong Sae sayesinde başbakanlığa girip hızla yükselirken Woo Wan’sa öğretmenlik okumuş, sonra kendini eski okulundaki birbirinden sorunlu varoş çocuklarını ıslah etmeye adamıştı.

Şimdi de Han Seul’ün okula gelip öğrencilere: “Asla vazgeçmeyin! Benim gibi, siz de başarabilirsiniz!” diye gaza getirici bir konuşma yapmasını istiyordu. Han Seul son konuştuklarında bunun sözünü vermişti ama araya Prenses Josephine olayı girince bir türlü eski okuluna gidememişti işte.

“Tamam Woo Wan-ah, aklımdaydı o iş… En kısa zamanda geleceğim, söz veriyorum.”

“Boş sözlere artık karnım tok Sunbae,” dedi Woo Wan yarı şaka yarı ciddi. “Şimdi ajandanı açıyor ve bana önümüzdeki hafta içinde uygun olduğun bir zamanı söylüyorsun.”

Han Seul sırıttı. Woo Wan’ın elinden kurtuluş olmadığını anlamıştı. Ajandayı açarken bir yandan da:

“Ee, işler nasıl gidiyor?” diye sordu. “Mae Ri nasıl?”

“Mae Ri iyi, evde bebekle uğraşıyor,” diye güldü Woo Wan. “Eee dostum, artık aile babası olduk… Sen yakın zamanda evlenmeyi düşünmüyor musun?”

Han Seul bir an duraklayınca Woo Wan heyecanla:

“Alo? Alo?? Sunbae, bu sessizlik müjdeli bir haberin işareti, yanılmıyorum di mi?” diye bağırmaya başlamıştı bile. Han Seul bir kahkaha patlattı:

“Senden de bir şey kaçmıyor! Başlarında böyle gözü-kulağı keskin bir müdür varken zavallı çocuklar okula ne sigara sokabiliyordur, ne de porno dergi! Azıcık rahat bırak çocukları, ergen onlar…”

“Konuyu değiştirme; kim bu şanslı kadın? Ne zaman tanışıyoruz?” dedi Woo wan hemen. Han Seul sırıttı:

“Dur oğlum, daha ortada bir şey yok… Daha çıkmıyoruz bile… Sadece, ben kendisinden çok hoşlanıyorum; o da bana karşı boş değil gibi görünüyor, hepsi bu…”

“Olsun, senin için bu da büyük gelişme! Bak ne diyeceğim: Okula gelirken onu da getir,” dedi Woo Wan. Han Seul birden durdu.

“Öyle mi diyorsun? Hımm, aslında olabilir, neden olmasın? Ayrıca kendisi doktordur; istersen rica ederim, çocuklara alkol-uyuşturucu konusunda kısa bir seminer de verir…”

“Valla ne diyeyim, harika olur! Gerçekten çok memnun olurum Sunbae…”

“Tamam o zaman, ben onunla konuşup sana geri dönerim. Bu arada ben haftaya Salı ve Perşembe uygunum gibi görünüyor… Bu iki günden birinde gelirim okula; uygun mudur?”

“Süper! Senden haber bekliyorum.”

“Tamamdır. Mae Ri’ye selam söyle! Ufaklığı da benim için öp,” dedi Han Seul ve telefonu kapattı. Genç adamın gözleri ışıl ışıl olmuştu. Ayça’yı en yakın arkadaşlarından Woo Wan’la tanıştırmayı ne zamandır istiyordu; bu seminer verme işi harika bir bahane olurdu. Bir an düşündü, sonra cep telefonunu çıkardı:

“Alo? Ayça? N’aber, n’apıyorsun? Ben birazdan çıkıyorum; eğer senin de işin bittiyse birlikte çıkalım mı?”

sweetpea – 눈길

Az sonra Han Seul ve Ayça yakınlarda salaş bir sokak lokantasında karşılıklı oturuyor, bira içip ızgaralarını yiyorlardı. Ayça neşeyle:

“Bu sokak lokantalarını çok seviyorum! İnsan böyle salaş yerlerde kendini evinde gibi hissediyor…”

Han Seul ona sevgiyle gülümsedi. Genç kızın komplekssiz, rahat, küçük şeylerle mutlu olabilen tabiatı onda en çok hoşuna giden özelliklerden biriydi. İşi şakaya vurdu:

“Ooo, hem de ne rahattır! Hatta ben nerdeyse ayakkabılarımı çıkarıp çoraplarımı masaya dayayarak oturacağım!”

“Rahat dediysek o kadar da değil!” diye güldü Ayça. Karşısındaki Moon Jee olsaydı bir de bu lafının başına “zevzek” ekleyip genç oğlanın saçlarını karıştırırdı ama Han Seul’ün karşısında biraz daha kibar olmaya gayret ediyordu.

İki gencin Haeundae’deki yakınlaşmalarından sonra aralarında hafif bir flört dönemi başlamıştı. İlişkilerinin doğasına dair henüz konuşulmuş bir şey yoktu; ama ufak-tefek imalar, baş başa yemeğe çıkmalar, çok yakında alevlenecek bir aşkın habercisi gibiydi.

“Ayça-sshi, aslında sana bir şey soracaktım ben,” dedi Han Seul birden. Ayça merakla gözlerini onun yüzüne çevirdi. Han Seul:

“Haftaya Salı eğer işin yoksa benle birlikte bir okula konuşma yapmaya gelir misin?” diye sordu. “Okulun müdürü benim eski bir arkadaşım. Benden çocukları motive edici bir seminer vermemi istiyor. Sen de gelip alkol ve uyuşturucunun zararları hakkında kısa bir konuşma yaparsan sana minnettar olurum…”

Ayça hemen:

“Elbette yaparım,” dedi gözleri ışıldayarak. “Çok memnun olurum Han Seul…”

“Buna çok sevindim,” dedi Han Seul de. Sonra sevgiyle baktı genç kıza: “Sanırım doktorluk yapamadığın için biraz üzgünsün, öyle mi Ayça? İnsanlara yardım etmeyi bu kadar seven birisi olarak belki de masabaşı işi yapmak seni biraz üzüyordur…”

Ayça ona bir şey demek ister gibi bakınca da şaşırarak gözlerini ona dikti Han Seul. Ayça ise tereddüt ediyordu. Ama en sonunda genç kız “ne olursa olsun” diye düşündü ve:

“Aslında şimdi bir olanak doğdu,” dedi. “Yani doktorluk yapmam için… Ama ben bilemiyorum…”

“Nasıl yani?” diye sordu Han Seul merakla.

“Yani Hae In’in kliniğinde çalışmak için teklif aldım… Ama bir yandan da şimdi yaptığım işi başbakanın bizzat kendisine borçluyum… Eğer işten ayrılırsam, ona karşı ayıp etmiş olur muyum diye düşünmeden edemiyorum…”

Han Seul’ün yüzündeki gergin anlam yumuşadı. Genç kıza gülümseyerek baktı:

“Düşündüğün şeye bak! Hayır, elbette ayıp etmiş olmazsın. Sevdiğin işi yapman çok daha önemli.”

Ayça hayretle başını kaldırdı. Han Seul’den böyle bir şey duymayı ummamıştı. Han Seul’se devam ediyordu:

“Hem ayrıca asıl mesleğini yaparak insanlara çok daha faydalı olacaksın. Başbakan da aynen böyle söyleyecek ve sana teşekkür edecektir…”

Ayça çok duygulanarak baktı karşısındaki genç adama. Dudaklarından: “teşekkür ederim,” sözcükleri döküldü. Han Seul’se gülümseyerek onun gözlerinin içine baktı:

“Senin mutlu olman her şeyden önemlidir prenses, bunu sakın unutma,” dedi ve elindeki birayı Ayça’nın bira şişesine vurdu:

“Hadi o zaman, biralar bizi bekliyor! Gan baeee!”

Ayça da gülerek önündeki şişeyi aldı, Han Seul’le tokuşturduktan sonra dudaklarına götürdü. Sonra karşısındaki yakışıklı adama sevgiyle baktı.

Gün geçtikçe onun sadece görünüşüne değil, kalbine de vurulmaya başlıyordu.

Mary Stayed Out All Night OST – Because of Her

“Beklenmedik bir yaz yağmuru gibi girdin hayatıma

Aşkınla ıslattın beni tepeden tırnağa

Beni bundan kurtaracak olan da sensin

Şemsiyem ol benim, yanımda ol hep, başucumda…”

Moon Jee ve yıldızları sahnede son bestelerini söylerken bardaki kalabalık genç kız grubu onlara bağıra çağıra eşlik ediyordu. Moon Jee şaşmadan edemedi; bu besteyi daha önce sadece bir kez çalmışlardı; hayran grubu ne çabuk ezberlemişti böyle?! Bu kız milletinden korkulurdu valla!

Bardaki en arka masalardan birinde ise orta yaşlı, takım elbiseli, gömlek düğmeleri göğsüne kadar açılmış bir adam, sahnedeki gençleri izliyordu. Yanına yaklaşan garsonu çağırdı, kulağına eğildi:

“Bu çalan çocukların bir grubu var mı?”

“Evet efendim, onlar “Moon and stars” diye bilinirler… Yaklaşık bir-bir buçuk senedir bizde çıkıyorlar,” dedi garson. Takım elbiseli adam başını sallayıp garsona “gidebilirsin” gibisinden bir el işareti yaptı. Garson onu eğilerek selamladı ve yanından çekildi.

Sahneye en yakın masalardan birinde ise Jae Hwa tek başına oturuyordu. Genç kız konserin başından beri gözünü kırpmadan Moon Jee’yi izliyordu. Moon Jee ve arkadaşları onu derhal fark etmişti, hatta diğer üç oğlan imalı imalı Moon Jee’ye kaş-göz işareti yapmışlardı ama Moon Jee’nin umrunda değildi. Onları sert bir kaş çatmasıyla uyardı. “İşinize bakın!” demekti bu.

Ancak grup çalmayı bitirip de “teşekkürler!” diye sahneden inmeye davranınca Jae Hwa da hareketlendi. Sahneye kadar ilerleyip gitarını kılıfına yerleştiren Moon Jee’nin dibine kadar sokuldu:

“Moon Jee-sshi… Biraz vaktiniz var mı?”

Moon Jee yüzlerinde yine “ooo, anlayalım!” ifadeleri beliren grup arkadaşlarını görmezden geldi ve Jae Hwa’ya döndü:

“Buyrun Agasshi, sizi dinliyorum.”

“Şeyy… İzin verirseniz size bir içki ısmarlamak istiyorum,” dedi genç kız.

Az sonra Moon Jee ve Jae Hwa köşedeki masaların birinde karşılıklı oturmuşlar, içkilerini yudumlamaktaydılar. Jae Hwa mahcup bir sesle:

“Aslında size teşekkür etmek istemiştim Moon Jee-sshi,” dedi. “Geçen gün nişanlımın yaptığı kabalık karşısında beni savunmanız çok hoşuma gitti. Bunun için size teşekkür ederim.”

“Önemli değil, yerimde kim olsa aynı şeyi yapardı,” dedi Moon Jee fazla aldırmadan. Jae Hwa ise heyecanla atıldı:

“Öyle değil ama, sizden başka kimse müdahale etmedi! Çok, çok teşekkür ederim!”

Sonra birden durgunlaştı genç kız. Bakışları içki kadehinin içine dalarken buruk bir biçimde konuştu:

“O gün moralim çok bozuktu… O yüzden size de ters davrandım, hiçbir şey demeden çekip gittim. Aslında nişanlımın suratını bile görmek istemediğim için yaptım bunu; ama o arada size de teşekkür edememiş oldum…”

“Dediğim gibi, ben bunu teşekkür beklediğim için yapmadım zaten,” dedi Moon Jee. Sonra ilk kez, dikkatlice kıza baktı. Yumuşak bir sesle: “Fakat nişanlınızı uzaktan tanıdığımı ve hakkında hiç de iyi şeyler duymadığımı belirtmek isterim. Eğer aklınız varsa bir an önce kendinizi o adamdan kurtarırsınız.”

Jae Hwa hayretle başını kaldırdı. Moon Jee San Young’u nerden tanıyor olabilirdi ki??

“Siz… nerden-“

“Nerden bildiğimi sormayın, çünkü söyleyemem,” diye onun sözünü kesti Moon Jee. “Sadece kendisinin paragöz, sadece mevki düşünen, hatta muhtemelen sizle de bu yüzden evlenmek isteyen biri olduğunu sanıyorum.”

Jae Hwa birden gözlerini kaçırdı. Yüzüne acıklı bir anlam düştü. Burukça gülümseyerek:

“O iş… o kadar kolay değil…” diye mırıldandı. “Ailelerimiz bu evliliğe onay veriyorlar, ve ben-“

“Saçmalamayın lütfen! Evlenecek olan anne babanız değil, sizsiniz!” dedi Moon Jee onun sözünü keserek. Genç adam ateş saçan gözlerle bakıyordu. Jae Hwa bu pırıltılı gözlerle göz göze gelince birden durakladı. Beyni boşalmış gibiydi. Ağzını açtı, ama hiç ses çıkmadı.

“Dediğim gibi, nişanlınızın sizi değil, itibarınızı sevdiğine inanıyorum. Ve bunu düşünmek için haklı sebeplerim var,” diye sözüne devam etti Moon Jee. “Eğer sizin de böyle şüpheleriniz varsa o adamla ilişkinizi bir an önce sonlandırmanız en hayırlısı olur.”

O sırada bir garson masaya yanaştı ve Moon Jee’ye bir şeyler söyledi. Moon Jee ayağa kalktı:

“Üzgünüm, şimdi gitmem lâzım. Ama söylediklerimi bir düşünün.” Genç kızın gözlerinin içine bakıp gülümsedi: “Çünkü siz o adamdan çok daha iyilerini hak eden bir genç bayansınız Jae Hwa-sshi!”

Ve kıza göz kırpıp yürümeye başladı. Jae Hwa put gibi kalakalmıştı. Genç kız, yanaklarına kan hücum ederken Moon Jee’nin ne kadar cool olduğunu düşünmeden edemedi.

Ayça o sabah kötü bir soğuk algınlığıyla uyandı. Yataktan kalkmaya bile mecali yoktu. Ama işe gitmeli ve öğleden sonra da Han Seul’e söz verdiği gibi okula gidip konuşma yapmalıydı…

Fakat iş yerinde geçirdiği iki saatten sonra, genç kız bunun imkânı olmadığını anladı: Başı çatlayacak gibi ağrıyor, eklemleri sızlıyor, gözleri kapanıyordu. Ayakta duracak halde değildi.

İş yerinden izin alıp eve gitti. Han Seul’e telefonla ulaşamamış, sesli mesaj bırakmıştı.

Eve gelince bir ilaç alıp yatağa yattı ve ölü gibi uyumaya başladı. Kabuslarla dolu, bölük pörçük bir uykuydu bu. Bir ara telefonunun çaldığını duydu, sonra kapı çalınıyor gibi geldi. Ama yerinden kalkacak hali yoktu zavallının; bayılır gibi uyumaya devam etti.

Nihayet gözlerini açtığında güneş batıya doğru epeyce yaklaşmıştı. Ayça: “Han Seul’ü tekrar aramalıyım…” diye içinden geçirirken başucunda mırıltılar duydu.

sweetpea – 잊혀지는 것

“Sence uyandırıp bir şeyler yedirsek mi?” diyordu bir erkek sesi. Bir kızsa: “Hayır, bırak uyusun… Kendi kendine uyanınca hem çorba yedirir, hem de ilaç veririz…” diye cevapladı.

Ayça birkaç saniyelik bir akıl karışıklığından sonra anladı: Seslerin sahipleri Moon Jee ve Hae In’di. Genç kız, mecalsiz haline rağmen hafifçe gülümsemeden edemedi: Moon Jee nerdeyse iki hafta aradan sonra Hae In’le yeniden normal bir biçimde konuşmaya başlamıştı demek.

Gerçekten de, Hae In eve gelip de Ayça’yı hasta bulunca hasta çorbası pişirmek için markete giderken karşılaşmıştı Moon Jee ile. Moon Jee onun telaşının  sebebini öğrenince kararlılıkla: “ben ne yapabilirim, onu söyle,” demişti. Böylece Moon Jee eczaneye gitti; Hae In’se tavuk ve sebze aldı, sonra ikisi birden eve gelip Ayça’ya hastabakıcılık yapmaya başladılar. Hae In çorba pişirirken Moon Jee uyuyan kızın yanına yaklaşıp ateşini kontrol etmiş, “ateşi yok,” diye rapor vermişti. Az sonra Hae In çorba ve ilaç koyduğu tepsiyi Ayça’nın odasına getirince Moon Jee de peşinden gelmişti.

Şimdi hâlâ uyuyor zannettikleri Ayça’nın uyanmasını beklerken ikili arasında ilk kez sıkıntılı bir sessizlik oldu. Sonunda Hae In biraz çekingence Moon Jee’ye baktı:

“Eee… Sen… sen ne yapıyorsun son zamanlarda?”

Moon Jee hafifçe gülümsedi. Alaycı bir sesle:

“Eğer iyi olup olmadığımı soruyorsan iyiyim, merak etme,” dedi. “Depresyonda falan değilim…”

Hae In ne cevap vereceğini bilemeyerek sustu. Sonra:

“Özür dilerim…” dedi. “Seni üzmek hayatta en son isteyeceğim şeydi… Ama… biliyorsun işte…”

Moon Jee içini çekti, sonra acı, ama anlayışlı bir sesle:

“Biliyorum,” dedi. “Kendini üzme artık… Ne yapalım, hayatta her şey istediğimiz gibi olmuyor… Birini çok sevmek, onun da seni sevmesi için yeterli olmuyor maalesef…”

Hae In “Moon Jee…” diye mırıldanıp onun kolunu tutmak ister gibi bir hareket yaptı, ama genç adam hemen kendini kurtarıp yatakta gözleri kapalı bir biçimde onları dinlemekte olan Ayça’nın başına doğru eğildi: “Aaah, bu kız da uyanamadı gitti! Hey, Ayça-sshi, hadi kalk da bir şeyler ye…”

“Mmm? Moon Jee, sen misin?” dedi Ayça yeni uyanıyormuş taklidi yaparak. Sonra gözlerini araladı. “Ah, Hae In, sen de mi burdaydın?”

Hae In onun yatağının yanına oturdu, hastanın üzerine doğru eğildi:

“Nasılsın? Kalkıp biraz çorba içebilecek misin?”

Ayça yerinde doğrulmaya çabaladı; Moon Jee de kolundan tutarak yardım etti ona. Ayça hemen:

“Çok yaklaşmayın,” dedi, “Heralde virüs kaptım. Yoksa yazın ortasında bu ne hastalığı böyle??”

“Korkma bize bir şey olmaz,” diye sırıttı Moon Jee. “Asıl sen nasılsın söyle bakalım.”

Ayça kendini yoklayınca eve geldiği andan biraz daha iyi olduğunu fark etti. Baş ağrısı geçmişti. Yalnız üzerindeki kırıklık devam ediyordu.

“Daha iyiyim,” diye cevapladı. Hae In’se hemen komodinin üzerine bıraktığı çorba kâsesine uzanmıştı:

“Bir şeyler ye de ilaç iç… Başka türlü iyileşemezsin.”

“Tamam,” dedi Ayça ve tepsiyi önüne aldı. O anda aklına Han Seul’e söz verdiği geldi: “Ah! Bu arada nerdeyse unutuyordum; Han Seul aradı mı hiç?”

“Yoo,” dedi Hae In şaşkınlıkla, “Arayacak mıydı?”

“Şey, biz onunla bir liseye gidip-“

Tam o anda kapı çaldı ve genç kızın lafını böldü. Moon Jee koşturdu: “Ben açarım!” Delikanlı geniş adımlarla iki dakikada kapının önüne varmıştı bile.

Kapı açılınca elinde bir demet çiçekle bekleyen Han Seul göründü. Karşısında Moon Jee’yi gören genç adam afallarken Moon Jee sırıtarak:

“Aaah, ne gerek vardı abiciğim, zahmet etmişsin!” diye çiçeklere uzanmıştı bile. Han Seul sertçe çiçekleri geri çekti:

“YA! Bunlar Ayça için! O nerde, içeride değil mi? Hem sen burda ne arıyorsun??”

“Eğer bir nefes alıp sorularına ara verirsen anlatacağım,” dedi Moon Jee sabırla. “Ayça hasta… Biz de Hae In’le birlikte doktorculuk oynuyorduk.” Han Seul ona dik dik bakınca da sırıttı:  “Öyle doktorculuk değil… Ayça’yla ilgileniyorduk yani…”

O sırada içeri odadan Hae In çıktı, kapıdakini görünce gülümsedi:

“Han Seul-sshi, gelsene… Ayça biraz rahatsız…”

“Ne oldu, önemli bir şey değil, di mi?” dedi Han Seul endişeyle. Hae In’in cevap vermesine kalmadan Ayça da koridorda gözüktü:

“Önemli sayılmaz, ama bugün dışarı çıkabileceğimi sanmıyorum Han Seul,” dedi genç kız yorgun bir sesle. “Özür dilerim…”

“Boşver, önemli değil,” dedi Han Seul, “Sen iyi misin onu söyle… İstersen bir hastaneye gidelim.”

Ayça yorgunca gülümseyip Hae In ve Moon Jee’yi işaret etti:

“Burda özel doktorum ve hastabakıcım varken hastaneye ne gerek var? Hem unutma, ben kendim de doktorum,” diye güldü genç kız. Ama hemen sonra yüzü bulutlandı: “Bu arada arkadaşına verdiğin söz ne olacak? Hani uyuşturucu, alkol hakkında benim de bir şeyler anlatmamı istiyordun…”

“Orası önemli değil, ben tek başıma giderim,” dedi Han Seul hemen. “Uyuşturucu ve alkolün kötülüklerini de anlatmayıveririz, ne olacak…”

Ayça ise üzülmüştü. Birden gözü Hae In’e takıldı. Genç kız aklına gelen fikrin heyecanıyla Hae In’e döndü:

“Hae In! Senden benim yerime Han Seul’e eşlik etmeni rica etsem çok şey mi istemiş olurum?? Çocuklara yirmi dakikalık bir konuşma yapacaksın, olur mu?”

“Şeyy, bilmem ki…” dedi Hae In şaşkınca. Han Seul’e baktı: “Yani… eğer Han Seul için de sorun değilse, olabilir elbette…”

“Valla minnettar olurum,” diye sırıttı Han Seul, “Ben el mecbur gideceğim; bu sefer de ekersem Woo Wan beni kıtır kıtır kesecek çünkü! Eğer yanımda bir de doktor hanım götürebilirsem çok daha iyi olur tabii…”

“Tamam o zaman,” diye güldü Hae In ve diğerlerine döndü: “O zaman ben gidip hazırlanayım…”

“E ben de kendi evime geçeyim bari,” dedi Moon Jee de ve Ayça’ya döndü: “Sen dinlenmeye devam edeceksin, değil mi? Hadi içeri geç de uyu biraz… Eğer bir şeye ihtiyacın olursa bana bir telefon çak, iki dakikaya kapında olurum.”

“Tamam, çok sağol” dedi Ayça ona ve Han Seul’e baktı: “Gerçekten özür dilerim Han Seul. Bunu daha sonra telafi edeceğim.”

“O zaman bunu söz olarak alıyorum,” diye güldü Han Seul ve genç kızın omuzlarından tutup onu gerisin geri içeriye doğru döndürdü: “Haydi şimdi git ve dinlen… Bizi merak etme…”

Ayça yüzünde yorgun ama mutlu bir gülümsemeyle odasına döndü.

Moon Jee ise evde pek fazla oturamadı. Daha akşam yemeğini yeni bitirmişti ki Hyung Kan aradı:

“Hyuuuung! N’aber?? Keyifler iyi mi??”

“Benden iyi de, siz şimdiden içmeye mi başladınız??” dedi Moon Jee çocuğun kaymış sesini hemen fark ederek. “Yuh be oğlum, daha yeni akşam oldu…”

“Biz bizim bardayız! Hadi sen de gel! Ortam yıkılıyoo!” dedi Hyung Kan. Sonra da fısıltıyla ekledi: “Jae Hwa da burda. Deminden beri seni soruyo!”

“Jae Hwa mı? O kimdi lan?” Moon Jee biraz düşündükten sonra “haaaa…” diyerek hatırladı: “Şu milletvekilinin kızı… İyi de, n’apıcakmış beni?”

“Gelince kendin sorarsın,” dedi Hyung Kan ve telefonu kapattı. Moon Jee şaşkın bir yüzle kalakalmıştı. Sonra omuz silkti: “Eh, yapacak daha iyi bir işim olmadığına göre, gidip bir bakalım ne istiyormuş hanfendi…”

Üzerine bir sweatshirt alıp evden çıktı.

“İşte böyle çocuklar… Siz siz olun, asla ama asla uyuşturucu denemeyin! Bir defadan bir şey olmaz demeyin sakın, çünkü yalnızca bir defa deneyeceğini düşünerek uyuşturucu alıp bağımlı olanların yüzdesi çok yüksektir! Evet, sorusu olan var mı?”

Konferans salonunu doldurmuş olan liseli çocuklar yüzlerinde hayran bir anlamla dinliyorlardı bu güzel doktoru. Hae In konuşmasını bitirip soran gözlerle onlara bakınca hepsi kaykılmış hallerinden kurtulup toparlandılar. Şişmanca bir çocuk el kaldırdı.

“Evet, sor canım,” dedi Hae In. Şişman çocuk otuz iki dişiyle birden sırıttı:

“Sizin erkek arkadaşınız var mı Noona?”

Konferans salonundaki tüm öğrenciler gülmeye başlarken Woo Wan hemen müdahale etmişti bile: “YA! Tae Young, benim dersimde alacağın nottan on puan kırıyorum!” Şişman çocuğun: “Ama hocam yaaa…” diye sızlanmaya başlamasına hiç aldırmadan sözlerine devam etti:

“Evet, Hae In-sshi’ye aklıbaşında sorumuz olmadığına göre her şeyi çok iyi anladığınızı varsayıyorum! Şimdi konuşmacılarımızı alkışlayalım: İşleri güçleri arasında vakit ayırıp buraya kadar geldikleri için kendilerine çok ama çok teşekkür ederiz!”

Çocuklar kendilerini alkışlarken Han Seul ve Hae In de eğilerek onları selamladılar. İkisinin de yüzü faydalı bir iş yapmanın sevinciyle parlıyordu.

Az sonra Woo Wan’ın odasında, onun masasının karşısındaki koltuklarda oturuyorlardı. Woo Wan Han Seul’e döndü:

“Gerçekten çok teşekkür ederim Sunbae… Sayende çocuklar hem eğlenceli bir saat geçirdiler, hem de isterlerse neler yapabileceklerini gördüler. Karşılarına senin gibi rol modeli alabilecekleri birini çıkarmak çok önemliydi…” Sonra Hae In’e döndü: “Elbette size de minnettarım Hae In-sshi. Buraya kadar yoruldunuz, çocukları alkol ve uyuşturucu konusunda bilgilendirdiniz, ağzınıza sağlık.”

“Rica ederim,” dedi Hae In kibar gülümsemesiyle ve Han Seul’e bir göz attı: “Ama benim yaptığım konuşmanın Han Seul’ün gösterdiği taekwondo numaralarından sonra çok kuru kaldığına eminim…”

Han Seul gülerek itiraz etti:

“Hayır canım, olur mu öyle şey?? Sen de gençleri güzelliğinle büyüledin. Doğrusu, ben yop chagi ve momdollyo huryo chagileri gösterirken kimse ağzından salyalar akıtarak bana bakmıyordu!”

Hae In ve Woo Wan gülmeye başladılar. Woo Wan heyecanla:

“Hakikaten Han Seul Sunbae’nin anlattığı kadar varmışsınız Hae In-sshi,” deyiverdi, “Ben de uzuuun bir bekarlıktan sonra Hyung’un kalbini çalan kadını merak etmiştim. Siz beklentilerimin de ötesinde çıktınız…”

Han Seul ve Hae In bir an şaşkınca kalakaldılar. Hae In başını çevirip Han Seul’e baktı. Onun durumu nasıl toparlayacağını bilemeyerek dudaklarını ısırdığını görünce genç kızın içinden hafif bir hayalkırıklığı geçti. Yine de yüzüne çabucak bir maske geçirmeyi başardı, gülümseyerek Woo Wan’a döndü:

“Sanırım siz beni başkasıyla karıştırdınız Woo Wan-sshi… Biz Han Seul’le sadece iki arkadaşız…”

Woo Wan şaşkınlıkla Han Seul’e baktı, büyük bir çam devirdiğini anlayıp yüzünden “has..tir!” ifadesi geçerken genç adam kekelemeye başladı:

“Ah… Çok afedersiniz… Ben… Yanlış anlamışım sanırım, çok pardon…”

“Önemli değil, rica ederim,” dedi Hae In. Han Seul’se hemen konuyu değiştirmişti: “Ee, beni ne zaman size akşam yemeğine davet ediyorsunuz bakalım? Mae Ri’yi de ufaklığı da çok özledim…”

Woo Wan: “Ah, hay hay, ne zaman istersen…” diye cevap verdi ve ikili Woo Wan’ın ailesinden konuşmaya başladılar. Hae In’se yüzünde hiç bozmadığı bir gülümsemeyle onları dinliyordu.

Ama genç kızın kalbi, sanki gerçek bir yara yeriymiş gibi, için için yanmaya başlamıştı.

Avatar OST – credits

Moon Jee barın köşesine henüz gelmişti ki, arkasından biri seslendi:

“Hey, genç adam! Onbin won’a sana kaderini söyleyebilirim!”

Moon Jee dönüp bakınca esmer tenli, Hintli olması muhtemel bir adamın sırıtarak onu süzdüğünü gördü. Önünde mercimek gibi bir şeyler vardı. Orta yaşlı adam altın dişini göstererek sırıttı:

“Hadi gel, korkma! Yoksa çekindiğin şeyler mi var?”

Moon Jee alaycı bir biçimde güldü: “Neden çekinecekmişim? Ben sadece fala inanmam, o kadar!”

“Sen önce beni bir dinle de, inanıp inanmamaya sonra karar verirsin,” diye sırıttı adam. Moon Jee “çattık valla…” diye düşündü, yürüyüp gitmeye hazırlanıyordu ki adam:

“Hey! Sen müziği çok seviyorsun, öyle değil mi??” diye bağırdı arkasından.

Moon Jee zınk diye durdu. Şaşkınlık içinde dönüp adama baktı. Adam yine sırıttı:

“Bildim, öyle değil mi? Hadi gel de başka şeyler de anlatayım sana…”

Moon Jee’nin yüzündeki şaşkınlık yerini yine alaycı bir sırıtışa bırakmıştı. Genç adam: “Bunu bilmeyecek ne var? İçeride müzik yapılan bir yere girmek üzereyim ve genç bir adamım. Elbette müzik sever birisi olmalıyım!” Ama yine de falcının karşısına geçip ufak taburesine oturmadan edemedi. Onun cebinden çıkardığı onbinliği havada kaptı adam:

“Bereket versiiiin! Eveeet, şimdi bakalım sihirli baklalarımız ne diyor…”

Moon Jee gülmesine engel olamadı: “Sihirli bakla mı?! Başka bir şey bulamadın mı??” Ama falcı elinde sallayıp önündeki tablanın üzerine attığı baklalara bakıp onu sertçe susturdu. Sonra teatral bir sesle konuşmaya başladı:

“Sen… sen yakında önemli bir iş teklifi alacaksın! Ama sonra bu işte pürüzler çıkacak! Halletmesi zor şeyler…”

“Yapma yav?” dedi Moon Jee gene alaycı bir tavırla. “Eee, başka?”

“Dur… bekle…” Falcı bir süre çözmeye çalışıyormuş gibi durdu, sonra ekledi: “Bir de, bir kız var…”

“Hadi yaa? Demeee?” dedi Moon Jee gene sırıtarak. Kız olmayıp da ne olacağdı demek geldi dudaklarının ucuna ama son anda vazgeçti. Adamsa devam ediyordu:

Avatar OST – Dai Li

“Ama bu kız seni istemiyor. Ondan vazgeçmen gerek!”

Moon Jee birden durdu. İlk defa dikkatle falcıya baktı. Adam yine yapışkan bir biçimde sırıttı: “Bildim, di mi? Hadi at bir onbinlik daha, devamını da anlatayım!”

“Öfff, yeter bu kadar, hiç uğraşamayacağım!” dedi Moon Jee ve ayağa kalktı. Falcı: “Heeey, nereyee?” diye arkasından bağırırken yürümeye başladı. Falcı birden:

“Güneşten vazgeçmen gerek!” diye bağırdı arkasından. “Sen Ay değil misin?? Güneş sana göre değil!”

Moon Jee gözleri irileşerek durdu. Güneşten vazgeçmen gerek… Sen Ay’sın… Bunu nasıl bilmişti?!

Tekrar falcıya dönmek üzereydi ki birisi: “Heeey, Moon Jee-sshi!” diye seslendi. Moon Jee karşıya bakınca barın girişinde Jae Hwa’nın kendisine el salladığını gördü.

“Geliyorum!” diye bağırdı ona ve hızlı adımlarla yolun karşısına geçip genç kızın yanına geldi. Jae Hwa eski bir dostunu görmüş gibi sarıldı, şapur şupur yanaklarından öptü genç adamı.

“Hoşgeldin Moon Jee-sshi! Hadi gel içeri girelim!”

“Ho-hoşbulduk,” dedi Moon Jee şaşkınca. Kız besbelli fena halde sarhoştu. “Bakalım bu gece başıma daha neler gelecek…” diye mırıldanarak kendisini içeri doğru çekiştiren Jae Hwa’yı takip ederken birden durdu, içinde büyük bir ürpertiyle dönüp artık uzakta kalan falcıya baktı.

Adam hâlâ gözleri kendisine dikilmiş vaziyette, altın dişini göstererek sırıtıyordu.

Jae Hwa gerçekten de fena halde sarhoştu. İşin kötüsü, sadece o da değil, Moon Jee dışında herkes çoktan kafayı bulmuştu. Moon Jee çıkıp geldiği için kendi kendine küfretti: Böyle ortamları hiç sevmezdi. Herkes sarhoş, bir kendisi ayık; mecburen diğerlerine dadılık yapmak zorundaydı.

Gerçekten de öyle oldu: “Hyuuuung, bana bi bira daha alsanaaa,” diyordu Jin Beom kaymış gözlerle. Moon Jee ise onun elindeki hâlâ yarısından çoğu dolu olan bardağı almaya çabalıyordu. Bu arada Joon Hwa boynuna sarılıyor, “Hyung-niiiim, öpüjeeem!” diye kulağının dibinde bağırıyordu. Az sonra Jae Hwa gelip beline sarılıyordu: “Oppa, hadi dans edelim!” Moon Jee “lan, ne zaman bu kızın oppa’sı olduk…” demeye kalmadan kendini dans pistinde buluyordu.

En sonunda genç çocuğun sabrı taştı. Hâlâ kolları sarmaşık gibi beline dolanmış olan Jae Hwa’yı zorlukla kendinden uzaklaştırdı:

“Jae Hwa-sshi! Hadi topla kendini! Yürü, seni evine bırakayım!”

“Olmaz…” diye mırıldandı genç kız, “Bu gece kopmam lâzım…”

“Kopmuşsun zaten kopacağın kadar, hadi gidelim,” dedi Moon Jee ve kızın koluna girip zorlukla yürüterek bardan çıkardı.

Az sonra taksiye binmiş, Moon Jee’nin genç kızın ağzından zorla alabildiği adrese doğru yola koyulmuşlardı. Genç kız gözlerini araladı, nerde olduklarını yeni anlamış gibi gözlerini kırpıştırdı:

“Oh?! Nereye gidiyoruz??”

“Seni evine bırakıyorum,” dedi Moon Jee.

Keane – sunshine

Kız birden onun kolunu tuttu! Moon Jee şaşkınlıkla ona bakakaldı.

“Eve gitmeyelim,” diye fısıldadı Jae Hwa. “Beni kendi evine götür… N’olur…”

Moon Jee’nin kaşları şaşkınlıkla yukarı kalktı. Jae Hwa’nınsa gözleri yaşarmıştı; Moon Jee’ye yalvaran gözlerle bakıyordu. Yüzündeki ağır makyaj biraz dağılmıştı, ama hâlâ çok hoş ve seksi görünüyordu. Moon Jee bir an yutkundu. Kız harbi güzeldi, üstelik kendi ayağıyla gelmeye niyetliydi. Ayrıca belli ki nişanlısıyla arasında sorunlar vardı. Moon Jee kızın nişanlısının Ayça’nın eski sevgilisi olduğunu hatırlayınca birden aklına: “Bu kızla beraber olursam Ayça’nın intikam almasına yardım edebilirim!” düşüncesi düştü. Ayrıca Hae In’i unutmak için bir başka kızla beraber olmak işe yarayabilirdi. Genç adam tereddüt içinde durakladı.

Jae Hwa ise hâlâ beklenti dolu gözlerle ona bakıyordu.

“Eee, ne diyorsun, sana gidiyor muyuz?” diye fısıldadı.

Moon Jee cevap vermedi. Onun yerine, taksi şoförüne seslendi:

“Ajusshi! Sana demin söylediğim adrese gitmiyoruz. Burdan sola sap lütfen…”

Hae In ve Han Seul, yol üzerindeki bir ızgaracıda oturuyorlardı. Hae In telefonla konuşuyordu.

“Tamam tatlım, ben bir saate kadar eve gelirim… Tamam, çok sevindim kendini iyi hissettiğine… Evde görüşürüz…”

Telefonu kapatırken karşısındaki genç adama döndü: “Ayça daha iyiymiş. Hatta nerdeyse eklem ağrısı bile kalmamış, öyle söyledi.”

“Oh, çok sevindim,” dedi Han Seul yüzünde bir rahatlama ifadesiyle. Hae In ona baktı, sonra hafif hüzünlü bir tebessüm geçti yüzünden. Han Seul’ün aklının akşamdan beri Ayça’da kaldığını biliyordu.

Genç kız kederle önündeki biraya uzandı. Başına dikti. Han Seul şaşkınlıkla baktı ona:

“Hae In, ne yapıyorsun?? O öyle içilir mi?”

Genç kız hafifçe güldü. Sonra hüzün dolu gözlerle karşısındaki yakışıklı adama baktı. “Hâlâ anlamıyor musun?” der gibi uzun uzun baktı.

Sonra bakışlarını indirdi, yarım ağızla gülümsedi.

“Bugün canım böyle içmek istiyor…”

Ve Han Seul’ün bir şey demesine kalmadan birayı tekrar başına dikti.

“Hah, şimdi oldu! Artık daha iyi misin?”

Jae Hwa öfkeli gözlerle yanındaki genç çocuğa baktı. Kendisini nehir kenarına getirmiş, kusmasını sağlamıştı. Genç kız dişlerinin arasından tısladı:

“Bunu neden yaptın, ha?! Hani size gidiyorduk??”

Moon Jee ellerini cebine soktu:

“Benim nişanlı kızlarla işim olmaz agasshi,” dedi umursamaz bir tavırla. “Hadi bakalım, eğer kendine geldiysen bir taksi çevirelim de seni evine bırakayım… Bak, yağmur başlamak üzere, dışarıda kalma bu havada…”

Jae Hwa onu sertçe itti:

“Gerek yok! Ben eve kendim giderim!”

Ve böyle deyip hızlı hızlı yürümeye başladı. Moon Jee arkasından: “Ama…” diye söze başlayacak oldu, fakat kızın gayet düzgün bir biçimde yürüyebildiğini görünce şaşkınca durakladı. Sonra kendi kendine sırıtmaya başladı: “Sarhoş numarası, ha? Vay çakaaal…”

Ve elleri ceplerinde, ıslık çala çala nehir boyunca yürümeye koyuldu.

Deniz Tuzcuoğlu – Yapma

Hae In ve Han Seul de salaş lokantadan çıkmış, nehir boyunca yürümeye başlamışlardı. İkisi de susuyordu. Hae In kendi üzüntüsüne gömülmüştü; Han Seul ise bu neşeli genç kıza neler olduğunu çözeye çalışıyordu. Daha önce keyfi gayet yerindeydi oysa ki. Şimdi durup dururken ne olmuş olabilirdi?! Han Seul düşündü, mantıklı bir sebep bulamadı. Woo Wan’ın yanından ayrıldıklarından beri genç kız ilginç bir biçimde durgundu.

En sonunda dayanamadı, çekingen bir sesle:

“Hae In-sshi?” dedi, “Bilmeden seni kıracak bir şey mi söyledim? Veya bir şey mi yaptım? Neden böyle durgunsun?”

Hae In derin derin içini çekti. Sonra hafif bir gülümsemeyle Han Seul’e döndü. Sarhoşluktan kaymış bir sesle:

“Gerçekten hiçbir fikrin yok, öyle değil mi?” diye mırıldandı.

Han Seul boş boş baktı ona. Şaşkınca:

“Be-ben… hayır, gerçekten bilmiyorum,” diye itiraf etti. İçinde bir endişe büyümeye başlamıştı. Bu işin sonunun iyi bitmeyeceğini hisseder gibiydi.

Hae In ona dik dik baktı. Sonra pat diye:

“Woo Wan-sshi’ye bahsettiğin kişi Ayça’ydı, değil mi?” diye sordu!

Han Seul’ün ağzı açık kalmıştı. Genç adam birkaç saniye gözlerini kırpıştırdı, sonra:

“Ben… Evet,” dedi. “Bunu tahmin edeceğini düşünmüştüm. Evet, doğruyu söylemek gerekirse ben Ayça’dan gerçekten hoşlanıyorum ve-“

“Neden? NEDEN?!” diye bağırdı Hae In birden. “Neden ondan hoşlanıyorsun?! Neden benden değil de ondan hoşlanıyorsun ha?!”

Han Seul bu defa ciddi bir korkuyla baktı karşısında histerik bir biçimde bağıran genç kıza. Sonra sesini tatlılaştırmaya gayret ederek:

“Hae In-sshi,” dedi, “Bak, bu gece çok içtin… İstersen bunları sonra konuşalım, ha?”

“Neden ondan hoşlanıyorsun?” dedi Hae In yine takılmış plak gibi. İçki kendisine deli cesareti vermişti, genç kız normalde olsa asla bunları Han Seul’e soramazdı ama şimdi öğrenmek istiyordu: Ayça’da olup da kendisinde olmayan neydi?!

“Ayça’nın kalbi hâlâ kırık…” dedi çaresiz bir sesle. “Bir ilişki istemiyor… Hatta belki senden hoşlanmıyor bile… Yine de sen neden onunla yakınlaşmaya çabalıyorsun, ha?”

Genç kız yaşlarla dolmuş gözlerini kaldırdı, cevap bekler gibi Han Seul’e baktı. Han Seul’se çok müşkül bir vaziyette kalmıştı; şimdi bu sarhoş kıza ne diyebilirdi ki?

“Hae In-sshi…” dedi anlayışlı bir ses tonuyla, “Ben Ayça’dan hoşlanıyorum. Benim kalbimi titreten, beni heyecanlandıran kız, Ayça. Bunun sebebini bilemem; ayrıca o benden hoşlansa da hoşlanmasa da bu böyle, değiştiremem… Sen de lütfen artık kendini toparla ve bana böyle saçma sorular sorma.”

Hae In birden kalbinin fena halde kırıldığını hissetti: Han Seul acımasızca davranmıştı. Bana böyle saçma şeyler sorma demişti! Hae In’in gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Genç kız hayalkırıklığı ve öfkeyle:

“Demek öyle!” diye bağırdı, “Demek kalbini titreten, seni heyecanlandıran kız o! Tanrım, bu ne saçma bir laf! Birini görünce heyecanlanıyor olmanın aşkla ne ilgisi var?! O olsa olsa cinsel çekimdir!”

Sonra Han Seul’ün bir şey demesine kalmadan genç adamı yakasından tuttu! Han Seul’ün gözleri faltaşı gibi açıldı!

“Madem öyle, şimdi de heyecanlanma da görelim…” diye mırıldandı Hae In ve Han Seul’ün dudaklarına yapışıverdi!

Aynı anda, tam karşıdan ıslık çala çala gelen Moon Jee bu öpüşen çifti fark etti. Kendi kendine sırıttı: “Eviniz yok mu lan sizin…”

Fakat ilginç bir şeyler oluyordu: Öpüşen çiftten erkek olanı, birdenbire kızı adeta hırpalayarak itti. Sonra bağırmaya başladı:

“Sen ne yaptığını zannediyorsun?! Bu ne saçmalık?!”

Moon Jee birden hayretle durakladı. Bu ses…

“Han Seul-sshi…” dedi karşısındaki genç kız ağlamaklı bir tonda. “Özür dilerim… Çok özür dilerim… Ben… nasıl olduğunu anlayamadım… Özür dilerim…”

“Sakın bir daha böyle bir şey yapma!” diye bağırdı Han Seul. “SAKIN!”

Ve arkasını dönüp hızlı adımlarla yürümeye başladı. Hae In’se perişan bir halde:

“Özür dilerim! Kendime hakim olamadım… Ama ben senden gerçekten çok hoşlanıyorum! Han Seul-sshi!” diye bağırıp ona doğru birkaç adım attı, sonra olduğu yere çöküp ağlamaya başladı. Han Seul hiç dönüp bakmadı bile. Şaşkındı, hakarete uğramış gibiydi ve ne tepki vermesi gerektiğini bilmiyordu genç adam. Hae In’in kendisini beğendiğinin farkındaydı ama bu sevimli kızın böyle bir şey yapabileceğini asla düşünmezdi! O yüzden onunla yeniden yüz yüze gelmeye cesaret edemiyor, arkasından atlı kovalıyormuş gibi koşturuyordu.

Hae In’se düştüğü yerde kalakalmıştı. Az önceki cesareti çoktan uçup gitmişti. Genç kız şimdi büyük bir utanç içindeydi: “Ben ne yaptım…” Gittikçe hızlanan yağmur damlaları yanaklarından süzülen gözyaşlarına karıştı…

Nehir yolunun öte yanında, yirmi metre uzaklıkta bu manzaraya tanık olan Moon Jee ise dehşet içinde taş kesilmişti.

The Czars – Angel Eyes

Ayça birden irkildi: Dışarıda gök gürlüyordu.

Genç kız perdeyi aralayıp baktı ve sağanak halinde inen yağmuru görünce biraz şaşırdı. Yaz gecesinde böyle yağmuru da ilk defa görüyordu hani…

Sonra saate baktı: 11’e geliyordu. Şaşkınlıkla kaşlarını çattı. Hae In arayıp bir saate kadar geleceğini söylediğinden beri en az iki saat geçmişti. Ayça “arasam mı ki?” diye düşündü bir an, ama sonra vazgeçti. Ne yani, ev arkadaşına annelik taslayacak değildi ya…

Birden, bahçe kapısının önünden geçen bir gölge fark etti. Gölge bahçe girişinde bir süre durakladı.

Ayça birden korktu: Bu da kimdi böyle? Hae In olsa eve girerdi; neden kapının önünde beklesin ki? Hem ayrıca dışarıda bardaktan boşanır gibi yağmur yağarken hangi akıllı böyle ayaklarını sürüyerek oyalanırdı?

Ayça izledikçe dışarıdakinin ya deli ya da sapık olduğuna daha çok inanmaya başlıyordu. Genç kız tırsa tırsa sehpanın üzerinde duran cep telefonuna uzandı. Gözünü dışarıdaki gölgeden hiç ayırmamıştı.

Birden şimşek çaktı.

“Moon Jee!”

Ayça hayretle kalakalmıştı: Çakan şimşek ışığında dışarıdaki kişinin yüzünü açık seçik görmüştü. Ve bu gölge, Moon Jee’den başkası değildi!

İyi de, bu çocuk böyle yağmurun bağrında ne yapıyordu Allahaşkına?!

Ayça  endişe içinde ayakkabı dolabının yanından bir şemsiye aldı, sonra ayağına dışarı terliklerini giyip kapının önüne çıktı. Yaklaştıkça en ufak şüphesi kalmamıştı; evet, Moon Jee’ydi bu. Dalıp gitmiş gibi kendi evlerinin penceresine bakıyordu. Ayça hayretle kaşlarını çattı: Üstelik çocuk sırılsıklam olmuştu, titriyordu.

“Moon Jee-ya? Yağmurun altında n’apıyorsun böyle?!”

Moon Jee derin bir uykudan uyanır gibi irkildi. Yüzünde çok tuhaf bir anlam vardı. Büyük bir felaket haberi almış gibi karmakarışık olmuştu yüzü. Ayça birden korktu:

“Sen iyi misin!? Bir şey mi oldu?!”

Böyle deyip Moon Jee’nin eline dokundu. Birden irkildi: Moon Jee ateşler içindeydi!

“Onları gördüm Ayça…” diye mırıldandı Moon Jee.

“Kim? Kimi gördün? Sen neden bahsediy- MOON JEE!“

Genç çocuğun gözleri kaymış, Ayça’nın kollarına yığılıp kendinden geçmişti.

-Bölüm Sonu-

Notlar:

1. “Im Juli.”,  Türk-Alman yönetmen Fatih Akın’ın ilk filmlerinden olup çok tatlı bir romantik komedidir. “Güneş” ve “ay”ı sıkça kullanan bu güzel filmin güneş ve ay üzerine bir öyküde yer almaması doğrusu ayıp olurdu 😉

7. Bölüm’ için 22 yanıt

  1. “Im Juli”nin yarısını izlemiştim sonra izlemeyi unutmuştum sonunu hala merak ederim ama neden izlemem bilmiyorum 🙂
    Jae Hwa ‘oppaaa’ diyince, Personal Taste’te Min Ho’ya oppaaaa diyip duran yapışkan bi kız vardı ya o geldi aklıma 😀
    Falcı sahnesi çok güzel olmuş, Avatar müzikleri de çok yakışmış o sahnelere 🙂
    Sonra Moon Jee’nin Çin atasözü takıntısı yine vardı, bayılıyorum bu çocuğa yaa 😀 😛
    Tıbbi sahneler çok etkileyici olmuş, geçenlerde TRT’de ‘Sen de Gitme’ diye bir dizide de bu hastalık geçmişti onu anımsadım (ben de dizi izlemiyom her diziden haberim var maşallah 😀 ) Ayça’nın doktor olarak iş teklifi alması iyi oldu ama Başbakanlıkta San Young’ı sinir etmesini de seviyordum 😀
    Hae In’e üzülsem mi kızsam mı bilemedim, ortalık karıştı…Moon Jee’ye üzüldüm yaa, yazık yavrum görebileceği en kötü sahneyi gördü (umarım en kötüsü bu olur!!!)
    Bu arada Jae Hwa’nın sarhoş numarası yapması da büyük tilkilikti yani 😀
    Yine çok beğendim yeni bölümü merakla bekliyorum çingu 😀 ellerine sağlık 😀

    • @hayal: ben makas eller’i yarıda bırakmıştım, sen de im juli’yi 🙂 sen makas eller’i çok övünce izleyesim geldi; aynı şeyi ben de sana yapıp “mutlaka izlemelisin” diyorum. ikimiz de en kısa zamanda izleyelim dostum 😀

      ayyyhh, personal taste’teki yapışkanı sen deyince hatırladım, ne uyuz bi kızdı o 😛 yapışkan kızlara sinir oluyorum, gerçek hayatta da, dizilerde de! 😀 😀 ama jae hwa sarhoşluktan dolayı öyle davrandı ablası; yoksa gururlu kızdır esasında 🙂

      falcı sahnesini beğenmene sevindim. biraz mistik şeyler katalım, hikaye ilginçleşsin 😉

      tıbbi sahnelerde doktor danışmanımdan yardım aldım elbette 😀 vayy, başka dizilerde geçtiğini bilmiyordum; ilginç bir tesadüf olmuş… ben kardeşime türk bir doktorun fark edeceği ama bir koreli’nin bilemeyeceği bir hastalık sormuştum; o da bana FMF dedi ve senaryo böyle şekillendi.

      ayça’nın iş olayında ben de biraz kararsız kaldım çingucum… aslında başbakanlıkta san young-han seul-ayça üçgeninden ilginç malzemeler çıkmaya devam edebilirdi… ama zaten intikamın tepe noktasına ulaştığımız için hikayeyi biraz başka bir alana kaydıracağım. o yüzden kızımızı asıl mesleğine geri döndürdük 😉

      Hae In ortalığı karıştırdı cidden! 😀 Ama böyle bir şey olacağı belliydi, di mi? Yaa Han Seul efendi, sen kıza umut verirsen işte böyle sonuçlarına katlanırsın 😀 😀

      Sağol tatlım yorumun için ^^ Yeni bölümde görüşürüz 😉

      • Jae Hwa’yı sevdim esasında canım 🙂 personal taste’i yakın zamanda izledim ya ondan anımsattı 😀
        Bu arada Woo Wan’ı ‘One Mom Three Dads’te izlemiştim çok sevmiştim şeker şeker bişeydi 😀 😛

      • Jae Hee çok tatlıdır yaa… Ayrıca çok da iyi oyuncudur; ben kendisini Delightful Girl’de bir de Witch Yoo Hee’de izlemiştim; ikisinde de birbirinden iyiydi.

  2. koredelisi dedi ki:

    Ben geldimmmmmmmmmmmmmmmmmmm!
    Hikarummm ben gelene kadar 5 bölüm ilerlemişsin bile azimli çingum benim:) Yaklaşık beş gündür okuyamadığım hikayelieri ve bölümleri bitirmeye çalışıyorumO_o Birden kendi hikayemle ilgilenebilsem keşke…
    Güneş ve Ay’ın 7.bölümde olduğunu görünce sevindim valla (çok sevdiğim bir dizinin yeni bölümlerini arkaarkaya vermişler gibi hissettim). Çingum geç kalmış yorumunun için bianeeeeeeeeeeee! Bütün bölümleri bir adna okuduğum için genel bir yorum yapmak istiyorum izninizle:)

    Başlıyorum; Hikayene başladığın sıralarda hala My Princess rüzgarı estiği için ister istemez o dizi aklıma gelip durmuştu ama şimdi hikaye bambaşka yerlere gidiyor bu beni çok mutlu etti. Her ne kadar işin sonunu pek hayırlı görmesemde:D Genelde esas oğlan ve yan oğlan(hahah buda neyse artık) birbirine yabancı kişiler olurdu o yüzden kaybedene pek fazla üzülmezdik. Ama burda kardeş hemde birbirinden başka kimseleri olamyan kardeşler. Hikayenin sonunda en azından biri belkide ikiside üzülecek, ayşşş bunu düşünürken bile kötü oldum:( Bu yüzden hikayenin sonunu nasıl bağlayacağını çok çok merak ediyorum;)
    İkinci ennn çok merak ettiğim şey Moon Jee’nin mavi göze olan takıntısı! Şu sıralar ilk karşılaşmalarındaki gibi değil yavaştan alışıyor gibi ama yinede nasıl üstesinden gelecekler merak ediyorum:D
    Hazır Moon Jee demişken, ben bu karaktere bayıldımmmmmmmmmmmmmmmm:D Allah’ım ne şeker bi şeysin sen aigooooo! Hikayedeki en sevdiğim ve desteklediğim karakter oldu kendileri. Gerçi son bölümde o cadı kızı kendi evine götürseydi çok kızardım ama akıllıca davrandı aferim benim ooğluma:D Bu arada o kısmı yazış şeklini çok sevdim, son ana kadar hiç çaktırmadan kızın dediğini yaptı hatta ” Ahanda gidiyolar eve” dedim. Bilmem anlatabildim mi ama ordaki şaşırtma unsurunu sevdim;) Moon Jee’nin çin atasözlerine olan düşkünlüğü ne bayıldım yaa:D(devammm:D)
    En çok üzüldüğüm karakterse Han Seul. Adam aslında kararlarında nerdeyse hiç taviz vermedi ama elinde olmadan çok fazla üzülecek gibi! Hep o sözüm ona arkadaş bozuntusu kız yüzünden Hae In midir nedir en başından beri bu karakteri sevmemiştim, bi sinsilik var üstünde…
    Yorumum sanki birazcık uzun oldu gibi ama idare et;) En azından San Young hakkındada bişiler söylemek istiyorum. Shin Dong Wook’u Soul Mate de izlemiştin ordan beri severin keratayı hatta hikayede oynatsam mı diye de düşünmüştüm. Ama burada çocuğu ne hala sokuyosun yaa olmuyo ama böyle! Her ne kadar gönlüm kan ağlasada San Young’un olduğu sahnelerde çok güldüm;) Bu arada Ayça’nın hastanede çalışması bencede iyi olur çünkğ madem Han Seul la yakınlaşıyor, San Young’un kafasından ve kalbinden atmalı. Gerçi şimdi işler arap saçına döndü ama olsun Vuuuu resmen bir sayfa yorum yazmışım tamam şimdilik sustum 8.bölümde görüşürüz;))) Bassa^^

    • @koredelisi: Hoşgeldinnnnn! 😀 😀 Gözlerim yollarda kaldı çingum; bir ara blogu da hiç güncellemiyordun; merak ettim. Hatta Koreli bi sevgili yapıp sanal alemi bıraktın diye düşünmeye başlamıştım! 😀 😀 Neyse, seni yeniden görebilmek çok güzel çingucum, bu kadar ara verme bi daha 😉

      My Princess benim de ilham kaynağımdı; doğruya doğru. Senin de fark etmiş olman güzel olmuş canım. Ama evet, sadece prenseslik masalı üzerine koca hikaye gitmezdi… Hımm, demek işin sonunu hayırlı görmüyorsun… Tahminlerini anlıyorum, ama şimdilik yorum yapmıyorum. Henüz bişiy belli diil, bekleyip görelim 🙂 😛

      Moon Jee’yi sevdiğine sevindim, heyoo 😀 Ben de çok seviyorum keratayı yaaa… Ayrıca Jae Hwa’yı eve götürseydi ilk bölümlerdeki çapkın ama centilmen yakışıklı imajına ters düşecekti 🙂 O yüzden sarhoş ve kalbi kırık bir kızdan faydalanmayarak doğru olanı yaptı; aferin ona 🙂 😀 Seni şaşırtabildiğime sevindim; öyle yaparak eve gidiyorlar gibi bir izlenim verip heyecanı son ana kadar dorukta tutmaya çalışmıştım 🙂 İşe yaradığına sevindim valla 🙂

      Han Seul’ün 5. bölümdeki Hae In’e umut veren davranışları başına bela oldu 😛 Evet, okuyan beyler varsa hemen burdan mesajımızı da veriyoruz: Her gördüğünüz kıza yazmayın, yoksa başınız derde girer! Hahah 😀 😀 Anladığım kadarıyla sen ne Hae In’i ne de Jae Hwa’yı pek sevmedin delicim. Ama hemen harcama kızları, belki o kadar da kötü diilerdir 😛 😀

      Shin Dong Wook’u ben de Soulmate’ten tanıyorum ve evet, orda çok sevmiştim. Burda onu şekilde şekle soktuğum için biraz vicdanım sızlıyor ama ona da yer vermek istedim hikayemde. Sevdiğimiz bir aktöre böyle şeyler yaptığım için kusura bakma 🙂 🙂 Bu arada uzun yorumun için çok teşekkür ederim çingucum; valla çok hoşuma gitti; çok seviyorum uzun yorumları okumayı ve cevaplandırmayı. Ellerin dert görmesin ^^ Bir an önce senin hikayenin yeni bölümünde görüşmek üzere diyorum. Bassa! ^^

  3. Merhaba!!~

    Ortalık karıştı! Han Seul, Hae In’e umut verirken böyle bir itiraf/isyan gelecekti bekliyordum ama açıkçası Moon Jee’nin bu olaya tanıklık etmesine üzüldüm. Daha yeni toparlanmıştı çocuk, yine dağıldı. Ayça olanları öğrenince ne yapacak yaw şimdi? Kesin arkadaş hatrına geride kalmaya çalışır. Üstelik daha yeni yeni adım atmaya başlamışken :// Bakalım ne olacak… Hae In karakterini yine de seviyorum valla, ileride toparlanacaktır; şimdiden pişman oldu bile yaptıklarına. Umarım Hae In daha fazla saçmalamaz. Bu Hae In’den korkuyorum birazcık, son ana kadar engel olursa ya 😀

    Jae Hwa, Moon Jee’ye takmış resmen, sarhoş numarası zekice olmuş ama tutmadı işte 😀 Moon Jee bir an intikam diye geçirirken aklından eve gidiyorlar sandım ama ters köşe ettin bizi 😛 Bu ikiliyi ilgiyle izliyorum, güzel olacak sonları, umarım! 🙂 Falcı amca süperdi bu arada, müzikler, altın diş çok iyiydi! 😀

    Fatih Akın’ın filmini not ettim. Güneş ve Ay aşkı imkansız aşkın karşılığı gibi. Biri gece biri gündüz.. Moon Jee’den sebep merak ettim filmi, izleyeceğim inşallah:))

    Ellerine sağlık hikaru, yeni bölümde görüşmek üzere^^

    • @mydestiny: hoşgeldin canım ^^ ortalığı karıştırmayı seviyorum 😀 😀 evet, böyle bişey olacağı belliydi cidden: sizin de kızdığınız kadar vardı; han seul önünü ardını düşünmeden hae in’e umut vermişti… moon jee’nin durumuna üzülmekle beraber ortalığı iyice karıştırabilmem için (:P) bu olaya tanıklık etmesi gerekiyordu. artık cidden arapsaçı bir durumumuz var: hae in, ya da moon jee bu durumu ayça’ya söylerse han seul’le ilişkisi başlamadan bitebilir… bekleyip görelim diyorum 🙂

      jae hwa’dan korkulur! 😀 ters köşe yapabildiğime sevindim; eminim lee orda benden +18 bir sahne bekliyordu ama nayıırrrrr, daha diill! 😛 falcı olayını sevmenize de sevindim; böyle ayrıntıların ve ilginçliklerin hikayeyi renklendirdiğini düşünüyorum. bu arada falcılara inanmam ama bu falcı iyi tutturdu haa 😀 😀

      Im Juli’yi mutttlaka ama mutttlaka izleyin derim canım. Çok ama çok tatlı bir filmdir. İzle de konuşalım 😉

      Senin de ellerine sağlık, görüşmek üzere! ^^

  4. Im Juli süperdir, yer vereceğini biliyordum, çokta anlamlı oldu çingu 🙂

    En beğendiğim kısmı yazayım hemen: “Aaa, sizde de bamya satılıyormuş Moon Jee!” Sonra muzipçe sırıttı: “Argoda bamyanın değişik bir anlamı vardır Türkçe’de; acaba Korece’de de var mı?” Ahaha, mükemmeldi burası. Bir de Ayçe biz sizin için diyoruz deseydi keşke hahaha :p

    Ah, ben Jae Hee’yi çok ama çok severim, benim favori aktörlerimden biri. ama konuk oyuncu olarak gördük sanırım onu, bir an hikayeyi katıldığını zannedip mutlu olmuştum. Ama olsun, böyle de iyi. Witch In Love dizisini de tavsiye ederim hani, hem mis gibi Han Ga In’de oynuyor 🙂

    Bölüme dönecek olursak siz beni kalptan götürürsünüz. Hikayelerin son bölümleri çok bomba olmaya başladı, merak ne güzel şey, ne güzel şey merak demek istemiyorum artık. Deli gibi bekliyorum ben, gerçi sen hızlı yazıyorsun çingu. Davşan Hikaru, Kaplumbağa Lee 😀

    Because of Her hakkında twitter’da yazdım, gerçekten süper şarkıymış. Bu yorumu yazarken 16. kez dinliyorum şarkıyı, çok pis bağlandık çocuğumla beraber aha :p

    Ellerine sağlık diyorum, gerçekten çok güzeldi. Hele son sahne, anam anam. Bakalım şimdi neler olacak? 🙂

    ^^

    • @Lee: Ahaha, twitter’da da dedim ya çingu, çok güldüm bamya yorumuna 😀 😀 evet maalesef öyle, ama her güzelin bir kusuru vardır di mi? (hahah!! 😀 :D) Ayça’ya o lafı dedirtsem cidden çok komik olabilirdi, ama zavallı korelileri rencide etmemek lazım; o yüzden o konuları çok fazla deşmeyelim! 😀 😀

      Jae Hee’yi ben de çok severim yaa… Bende sadece konuk oyuncu oldu, ama sizin sonraki hikayelerinizde belki esas oğlan da olur, ne dersin? 😉

      Bu bölümde cidden epeyce bomba patlattım. Ama asıl bombalar 8’de diyeyim ve seni daha çok meraklandırayım 😀 Bana davşan demişsin ama kaplumbağa tavşanı geçer hep, unutmayınız sayın kame-chan 😛

      Because of Her’ü bilirsin sanıyordum; hayret, nasıl atlamışsın? Heyoo, benim de Lee’ye öğrettiğim bir şarkı oldu! 😀 😀 Sevdiğine sevindim; ben de çok severim… Bir sonraki bölüme yorumlarını merakla bekliyorum 😉

  5. Ayça hünerlerini konuşturuyor. Gayet mantıklı bir teşhisti. Tebrikler tebrikler. Bende olsam Ayça’ya iş teklif ederdim. 😀

    En çok Hae In’in adım atmasına sevindim. Bunun asıl nedeni Han Seul’ün vermiş olduğu tepkidir yalnız belirteyim :D:D Aslında kendi etti kendi buldu. Ah Han Seul ben demiştim bu centilmen ayaklar başına bela olacak senin 😀 Hayır kötü olan yanı şimdi Moon Jae abisine cephe alır. Hani sen Ayça’dan hoşlanıyordun falan der. Beklerim yani. Ha birde AYça’nın olayı öğrenmesi var ki San Young’tan sonra kıza bir darbe daha. Cık Cık Cık nerelere gidiyor bunlar 😀 😀

    Jae Hwa iyice Moon’a yaklaşıyor buda demektir ki San Young’unda suyu ısınıyor. Bakalım neler olcak?

    Temel bir bölümdü sanki bu. Kızışacak işerin zemini oluştu. Zaten o bağrı açık mafya kılıklı heriftende hiç hoşlanmadım. Moon’un başı iyi derde girecek. Sonra Han Seul kavgaya karışıcak bu kavga koltuğunu sallayacak derken ipin ucu kaçacak 😀 Yalnız ben çok uçtum biran 😀

    Ellerine, dizlerine sağlık canım. Güzel bir bölüm daha okuttun bize 😉

    • @sermin: evet canım, senin de çok güzel teşhis ettiğin gibi bu bölüm temel bir bölüm oldu. bir sonraki bölümde (ve sonrakilerde) daha da karışacak olan işlerin temelleri atıldı, olaylar hızlandı 🙂 Hae In’in cesur hareketi belki sürpriz olmuştur; ama aksiyona artık yavaş yavaş girmemiz için gereken bir hareketti bu 😉 Onları gören Moon Jee abisine cephe alacak mı, hemen 8de göreceğiz. Ama bağrı açık herif Moon Jee’nin başını derde sokmak için değil, tamamen başka bir iş için hikâyemize girdi, onu da 8. bölümde anlıyoruz. Gerçi sen senaryoyu bambaşka bir yere çektin; valla böyle de başka bir hikâye daha yazılırmış, ehu 🙂 Hayalgücü kuvvetli okurun hali başka oluyor 🙂 Ellerin dert görmesin, yeni bölümlerde görüşmek üzere 😉

  6. çok çok geç kaldım miane çingu 😦

    önce bölümden öğrendiklerimle tıbbi bilgim arttı valla on numarasın çingu bir ton bilgi verdin 🙂

    moon jae ile ayçanın film izlemesi güzeldi .onların birlikte takılması hoş oluyor . falcı muhabbeti beni işkillendirdi hangi ay hangi güneş ??? kafam karıştı .

    han seul ile ayça ne zaman yakınlaşacak diye bekliyorum . jae hee nin konuk oyuncu olmasına çok sevindim .jae i çok severim .gözümüz gönlümüz bayram etti .

    o kadar olay oldu ki unuturum diye korkuyorum .hea in ‘in aşk itirafı ve öpüşme mizaseni üstüne moon jae nin görmesi ve yanlış anlaması .bir de ayçanın moon jae yi görmesi falan baya heyecanlıydı .diğer bölümü merak ediyorum

    sonrasında sarhoş taklidi yapan kızımız var . acaba onun sonu ne olacak .o da az değilmiş ha .alkollüyüm ayağına adamın evine kapağı atacaktı ama neyse moon jae efendi çıktı 🙂

    şimdi hae in yüzünden abi kardeşin arası açılmasın . moon jae ile ayçada çok fazla duygusallaşmasınlar ha korkuyorum oradan bir şeylerle geleceksin diye 🙂

    sen bu karakterlerine biraz daha insaflı ol çingu moon jae nin yağmurdan sırılsıklam halini düşündükçe içim acıyo ya hae in içinde üzüldüm .

    ellerine sağlık on numara bölüm olmuş .yeni bölümde görürşürüz 🙂

    • @winpohu: Ay rica ederim tatlım, ne zaman istersen o zaman oku.. Hatta 8’den sonra beni kesmek istiyciğini biliyordum, o yüzden okumamış olduğun için rahattım bile, hahaha! 😛 😀

      Tıbbi bilgileri ben de yazmak üzereyken öğrenmiş oldum, iyi oldu 😀 Moon Jee ve Ayça’nın birlikte takılması cidden eğlenceli sahnelere sebep oluyor; umarım 8 ve 9dan sonra da bu konuda fikrin değişmemiştir 😉 8de Han Seul-Ayça ilişkisi resmi olarak başlıyor. Ama Hae In’le öpüşme olayı hep bir kıymık gibi bir köşede duracak…

      Jae Hwa’nın çakallığına herkes aynı tepkiyi verdi 😀 Moon Jee’miz efendi oğlandır, sarhoş kızlardan faydalanmaz 😛

      Karakterlere cidden yapmadığımı bırakmıyorum, heeh 😀 Ama biraz dram iyidir 😉 Sonra gelecek olan mutluluğun değerini daha iyi bilirler 😛

      Teşekkür ettim yorumun için. Diğer bölümlerin yorumlarını zaten twitter’da aldığım için sadece pis pis sırıtarak uzaklaşıyorum 😛 😀

  7. sonunda geldim ben de 🙂 tatile gitmeden iki bölüm okuyabildim, finallerden beri merak ediyordum iyi oldu 🙂

    iki bölümün içinden aklıma kalan tatlı moon jae’nin yere yığılışı oldu 😦 hayattaki tek yakını abisinin onu aldattığını düşünecek eminim, ve bu konu Koreli bir senaristin eline düşseydi uzun süre süründürürdü zavallı han seul’u.. ama sen öyle değilsin tabi, değil mi, yazık bu iki pıtırcığa amaa 🙂

    ayça’dan tam emin olamadım ben, gerçi daha terkedilme acısını yeni atlattı kız, ama hiç terslemedi han seul’u.. bu da bir şey..
    bu arada hikayelerin için araştırmalar yapman çok hoş.. FMF hastalığını herkes bilmez. benim lisede sıra arkadaşım FMF’ti. Akdeniz Ateşi diye dalga geçerlerdi kızla hep 🙂 bu tür detaylar hikayelerini çok güzelleştiriyor canım..

    hikayenin geri kalanıyla ilgili aslında çıkarım da yapamıyorum.. jae hwa ile moon jae’yi yakıştıramadım bir türlü nedense, kız iyidir belki ama ben hala moon jae ve hae in ikilisinden umutluyum.. san young yoktu bu bölümde.. ondan tuhaf planlar bekliyordum ben, bakalım, diğer bölümlerde bi sakatlık çıkarır eminim..

    umarım diğer bölümde moon jae ayçaya, ikisi öpüşüyordu falan demez, han seul’un azıcık cesareti de kırılır öyle yav.. neyse sen işini bilirsin..

    diğer bölümleri tatil dönüşü okuyabileceğim, internetim olmayacak orada maalesef 😦 ben dönene kadar kendine iyi bak canım, ellerine sağlık 🙂

    • @masalevi: hoşgeldin canım ^^ hikayenin yön değiştirdiği bölümleri okumuşsun tam da 🙂

      Moon Jee’ciğe üzülsem de karakterlere acı çektirmeden edemiyorum 😦 Aynı anda hem sadist hem de mazoşistim galiba 😛 Bu arada “iki pıtırcık” lafın gözümden kaçmadı 😀 😀 Koskoca adamlar kendilerine pıtırcık dendiğini bilse ne hissederlerdi acaba, ahah 😀 Yok yok merak etme; biraz sadist olabilirim ama özümde iyi kalpli bir senaristim sonuçta 😛

      FMF olayını ben çok geç öğrendim, üniversitedeyken bile böyle bir hastalıktan haberdar değildim! O yüzden arada bir kendimi öğretmenliğe kaptırıp kamu yararına böyle detaylar ekleyebiliyorum 😀

      San Young çıkmaz olur mu… Bir sonraki bölümde ortaya çıkıp ortalığı karıştıracak. Zaten 8den sonra ortalık öyle bir karışacak ki, sen gidişat hakkında ne düşünürsün, nasıl bulursun hiç kestiremiyorum… Neyse, tatil dönüşü okur ve şaşırırsın artık 😀 😀 Öperim canım, iyi tatiller, iyi eğlenceler ^^

  8. Waaaao Kulak çınlatma servisinden iyi geceler hanımefendi 😀

    Şimdi Napsam ne etsem, nerelere gitsem arkadaş bilemedim… Ne güzel yorumlanacak okadar yer vardı, bak burasıda güzelmiş demiştim,gülüp eğlenmiştim … Sen gene Laaaps! diye Moon Jee’me naptın. İki kız arkadaşı ayırma diye hayal kurarken ben sen abi kardeşi birbirine düşüreceksin neredeyse cıkcıkcık!

    Han Seul ile Ayça arasında ne güzel ilkbahar gibi ılımlı bir hava mevcuttu oysa. Mooncuğum kendine gelebilme derdindeydi, en azından kızla konuşabiliyordu. Aaaish!

    I’m July ve Fatih Akın tespitlerine sonuna kadar katılıyor altına imzamı atıyorum 😀 Hala Fatih Akın neden bir tır şoförü değil diye düşünüyorum hatta 😛 (Şaka maka Gençliğim geldi aklıma. Senaryo yazarken ne araklamalar yapardık oysa 😛 )

    Moon Jee son dakika düştü birde 😦 Devlet hazinesidir dikkatli muhafaza et Ayça, getirtme beni oralara.

    Bu arada ellerine, emeğine sağlık çingu

    • @OhYoonJoo: Kulak çınlatma servisi gelmiş hoşgelmiş 🙂 “Laaps!” diye yaptım yapacağımı! Zaten bu hikayede ters köşe yapmaya bayılıyordum; Love Shuffle hesabı 😉 İki arkadaş, iki kardeş, hatta San Young ve Jae Hwa’nın da katılımıyla altı kişi birbirine düşecek! MLR’den daha karanlık bir hikaye bu 😉

      Fatih Akın’ın yönetmen görünüşünden bu kadar uzak olup bu kadar iyi filmler çekmesi süperdir, di mi? 😀 Tır şoförlüğü de yakışırdı ha! 😀 😀

      “Devlet hazinesi” Moon Jee! Ahah, sen beni güldürdün, Allah da seni güldürsün 😀 😀

      • Amin canım hepimiz gülelim İnşallah 😀 Sen hikayeyi karanlıklar içine çekmeye devam ettikçe bende kulağını çekiştirmeye devam edeceğim nihahaha

  9. acaip durum dedi ki:

    vayy acaip bir bölüm olmuş.. moon jee’den sonra hae in de patladı .. hem de ne patlama 😀
    açıkçası ilk başta han seul’un arkadaşının devirdiği çama tepki vermeyince daha da söylemiyecek bişey herhalde, içten içe kinlenecek bu ayçaya iyice dedim.. ama sonra biraz da sarhoşluğun etkisiyle de olsa döktü ya içini çok sevindim.. evet bi önceki yorumumda da dediğim gibi ilan-ı aşk iyidir ! 🙂
    gerçi bizimki fazla cesur çıktı, öyle şak diye adamı öpmeye kalkarsa adam da koşaradım uzaklaşır tabi.. ama valla çingu dobra dobra herkes döküldü, kimse ince hastalığa tutulmaya sebebbiyet verecek kadar tutmadı ya içindeki itirafı, çok sevindim 🙂

    sonraa, san young da ufak ufak ”köpek gibi pişmanım” moduna kayıyor sanki 😀 ee elindekinin kıymetini bilmezsen olursun tabi!! hem para için bırak kızı sonra da benim ayçam benim ayçam diye bak arkasından, tutarsız şey 😛
    hatta sen eski sevgiline yanarken yeni nişanlın da moon jee’yi götürmeye çalışsın 🙂 o sahnede de inandım, olay iyice çetrefilli olacak galiba falan derken süprizz!! moon jee’miz kalitesini konuşturdu, benim nişanlı kızlarla işim olmaz!! diye kestirip attı ya helal olsun !! çok beğendim.. ama sonra tatlı tatlı yürürken gördüğü sahne dehşetti!! gerçi olayın tamamını görmesini sağlamandan dolayı acaip mutluyum.. nihayetinde sonunu göremeyip de ayça gibi o da köprülere koşabilirdi herhalde.. gene insaflı senariste denk geldik yoksa koreliler falan yazsaydı oraları öpüşmenin en ateşli yerinde çeker giderdi moon jee.. sonra o olayın aslını öğrenene kadar da bizim karnımız çatlardı.. neyse ki sen o tayfadan değilsin çingu 😀

    ve son olarak yine enfes bir final sahnesi.. çok etkileyici olmuş.. moon jee’nin yağmur altındaki o zavallı halini görür gibi oldum 😦
    canım benim yaa 😦 ahh ahh moon jee ne yapıcak, ayça onu nasıl teselli edicek ve hae in’in bu itirafını nasıl karşılıyacak, hae in durumu nasıl toparlamaya çalışacak , han seul nasıl bir tavır takınacak, san young salağı napcak.. büyük merak içindeyim ya!! ..

    ilk başta dediğim gibi acaip bir bölüm olmuş.. sanırım bizi acaip karışık işler bekliyor 🙂

  10. acaip durum dedi ki:

    aa bu arada ailesel akdeniz ateşi ha!! 😀 güzel tesbit ve sebep oldu bu 😀 yalnız başhekim de tam profesyonal çıktı.. hiç kompleks yapmadı dünkü mezun ne bilirmiş diye.. helal adama 🙂 çook hoş bir iş ortamı bekliyor sanki kızımızı 🙂

    • @acaip: ailesel akdeniz ateşi ya! 🙂 sen de sağlıkçı olduğuna göre bilirsin; uzak doğuluların pek bilemeyeceği bir vakadır bu 😉 başhekimimiz gerçekten bir harika, allah herkese öyle patron sanip etsin! 😀 😀 diğer olaylara gelince: evet benim hikayelerimde öyle aylarca yıllarca saklanan sırlar, asla itiraf edilemeyen aşklar vs. yok. kendim de sabırsız bir insan olduğum için yarattığım karakterler bana benziyor! kimse içinde bir şey tutamıyor, asker bavulu gibi patır patır dökülüyorlar valla! 😀 tabii bu durum işleri zaman zaman daha da karıştırabiliyor, aynen burada olduğu gibi 😉

      san young şimdiden ufak ufak pişman olmaya başladı bile. sen daha dur, daha ne biçim pişman olacak, nıhaha! 😀 😀 nişanlısının moon jee ile olan sahnesinde tansiyonu yükseltmek en büyük amacımdı. ama moon jee’miz eski zaman centilmeni olarak bir kızın zayıf anından yararlansaydı ayıp etmiş olurdu; o yüzden senin de dediğin gibi kalitesini konuşturdu 😉 ve son sahne: her ne kadar olayın tamamını görüp ağabeyinin suçu olmadığını fark etse de, hae in’in han seul’e karşı olan duygularını öğrenmiş oldu; bu da onu yıkmaya yetti de arttı bile ne yazık ki 😦

      yorumun için teşekkür ediyorum canım. ve bir sonrakine geçiyorum 😉

koredelisi için bir cevap yazın Cevabı iptal et